Avrupa’nın pek çok ülkesinde çiftçiler Kasım ayından bu yana kitlesel eylemler gerçekleştiriyorlar. Almanya, Fransa ve Polonya’da başlayıp bütün Avrupa’ya yayılan eylemlerde binlerce traktörle kent merkezlerine akan çiftçiler, mitingler yaparak, yollara barikatlar kurarak, devlet binalarının önüne hayvan gübresi dökerek, saman balyaları yığarak, süpermarketlerin, toptancı büyük şirketlerin önünde protestolar düzenleyerek vb. seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Talepler ülkeden ülkeye farklılık gösterebilse de çoğunun ortaklaştığı görülüyor. Zira tekellerin çıkarları doğrultusunda belirlenen kapitalist tarım politikaları çiftçilerin sorunlarını AB’nin de ötesine geçerek küresel ölçekte ortaklaştırıyor. Tarımsal sübvansiyonların kısılması, vergilerle iyice artan akaryakıt fiyatları ve ithalat politikaları özellikle küçük çiftçileri üretimi sürdüremez hale getiriyor.
Ukrayna savaşının başlamasıyla birlikte pek çok tarım ürününün Ukrayna’dan Avrupa’ya gümrüksüz girmesi kararı alınması Avrupalı üreticilerde ciddi bir tepki yaratmış durumda. Macaristan, Polonya ve Romanya gibi komşu ülkelerde fiyatların aniden düşmesine ve yerel çiftçilerin ürünlerini satamaz hale gelmesine yol açan bu karar, bu ülkelerde tepkiyi çok daha fazla yükseltiyor. Öte yandan, Avrupa Birliği’nin gündeminde olan serbest ticaret anlaşmalarına da karşı çıkan çiftçilerin en çok tepki gösterdikleri, AB ile MERCOSUR (Brezilya, Arjantin, Uruguay ve Paraguay’ın oluşturduğu Güney Ortak Pazarı) arasında imzalanması beklenen serbest ticaret anlaşmasıdır. AB-MERCOSUR anlaşması bu tepkiler yüzünden 2019’dan beri askıda bekliyor. Aslında tüm küçük sermayedarlar gibi küçük çiftçiler de bu konuda son derece çelişik bir pozisyondalar; çünkü kendi ülkelerinde korumacılık isterken diğer ülkeler açısından serbest ticareti savunuyorlar. Yani Avrupa’ya diğer ülkelerden ucuz tarım ürünü girmemesini ama kendi ürettikleri ürünlerin tüm dünyada serbestçe dolaşmasını istiyorlar!
Avrupa Birliği’nin 2030 yılına kadar hayata geçireceğini ilan ettiği “Avrupa Yeşil Anlaşması” da küçük ve orta büyüklükteki tarım işletmelerinin büyükler karşısında direnme olanaklarını zora soktuğu için tepkiyle karşılanıyor. Büyük şirketler ise bu anlaşmaya kârlarını düşüreceği için karşı çıkıyorlar. “Avrupa Yeşil Anlaşması” 2030’a kadar pestisit (böcek zehirleri) kullanımının yarıya indirilmesini, kimyasal gübre kullanımının %20 azaltılmasını, tarım arazilerinin dörtte birinin organik tarımsal üretime ayrılarak organik üretimin iki katına çıkarılmasını, ekilebilir arazilerin en az %4’üne ekim yapılmamasını (nadasa bırakarak ya da ağaçlandırma yaparak) ve ürün rotasyonunu şart koşuyor. Su kullanımının sınırlanması, tarımdan kaynaklanan sera gazı emisyonlarının düşürülmesi, hayvanların koşullarının iyileştirilmesi ve tüm bunların hayata geçirilip geçirilmediğinin daha sıkı denetlenmesi gibi hususlar da söz konusu.
Çiftçiler bu koşullarda yapılacak tarımın maliyetleri katlanılamaz ölçüde arttıracağını, bu nedenle de sürdürülebilir olmadığını savunuyorlar. Oysa giderek sürdürülebilir olmaktan çıkan şey, emeği de toprağı da yağmalayan kapitalist tarımdır ve çiftçilerin asıl açmazı da budur. Büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda şekillendirilen tarım politikaları hem üreticiyi hem de tüketiciyi vurmaktadır. Tarımsal destekleri, üretim şartlarını, ürün fiyatlarını, ürün çeşitliliğini, hangi ürünün ne kadar ekileceğini, kredi koşullarını, ihraç ve ithal edilecek ürünleri vb. tümüyle kendi çıkarları temelinde büyük tekeller belirlemektedir. Dünya gıda ve tarımsal ürün ticareti, birkaç dev şirketin hâkimiyeti altındadır. Çiftçilerin bir avuç tekelin dayattığı pahalı tohum, gübre ve ilacı kullanmak dışında bir seçeneği bulunmamaktadır. Dahası bunların büyük bölümü nicedir sözleşmeli üreticilere dönüşmüşlerdir. Bu dolayımla büyük şirketlerin esiri olan küçük çiftçiler halen toprağının sahibi oldukları için proleterleşmiş görünmemekte, ama gelir düzeyi ve yaşam standartları bakımından işçi sınıfından daha geri düzeyde bulunmaktadır. Örneğin AB’nin en büyük tarım üreticisi olan Fransa’da çiftçi hanelerinin %17,4’ü yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. İşçilerde ortalama %13 civarında olan bu oran, çiftçilerde ulusal ortalamanın (%9,2) neredeyse iki katına çıkmaktadır.[1] Pazardaki en ufak bir daralma ya da kriz durumunda on binlerce çiftçi iflas bayrağını çekip proletaryanın saflarına katılmaktadır.[2]
Tarım ürünleri üzerindeki ithalat yasağının önemli ölçüde kaldırılması, teşviklerin, sübvansiyonların ve destekleme alımlarının sınırlanması, başta akaryakıt ve elektrik olmak üzere tarımsal girdi maliyetlerinin vergilerle daha da ağırlaştırılması, buna karşın hızla düşen fiyatlar, üretimi sınırlayan kotalar, kredi olanaklarının daralması gibi unsurlar yüz binlerce küçük ve orta ölçekli işletmeyi yıkıma sürüklemektedir. Avrupa Yeşil Anlaşmasına büyük tarım şirketlerinin de karşı çıkması küçük çiftçilerle büyüklerin çıkarlarının ortak olduğu görüntüsü yaratsa da durum kesinlikle bu değildir. Tersine, küçük çiftçilerin içinde bulundukları durumun da, doğayı mahveden tarımsal ve sınai üretimin de sorumlusu büyük sermaye ve onların hükümetleri, devletleri, emperyalist tepe örgütleridir. Bankaların, tekellerin ve piyasanın esareti altındaki küçük çiftçiler çıkışsız bir borç sarmalı içindedirler. 2020 verilerine göre Fransa’da çiftliklerin ortalama borç seviyeleri üretilen ürüne göre 201 bin ilâ 450 bin euro arasındadır.[3] Borcunu kapatmak için daha fazla üretmeye, bunun için daha büyük arazilerde daha modern araçlarla üretim yapmaya zorlanan çiftçiler, kredi almak için başvurdukları bankaların elinden kurtulamamaktadırlar. Bu kısır döngüden çıkış olmadığını yaşayarak görmekte ve pek çoğu borçlarını ödeyemediği için iflas etmektedir. Nitekim Avrupa Birliği’nde çiftlik sayısı 2005-2020 arasında %40’a yakın oranda azalmış, 5 milyondan fazla çiftçi işsiz kalmıştır.[4]
Tamamına yakını aile işletmelerinden oluşan küçük ve orta ölçekli çiftliklerin sayısı hızla azalırken, büyük şirketlerin sayısı artmaktadır.[5] Sonuçta tarımda da sermayenin merkezileşmesi yani büyüklerin küçükleri yutması kuralı hükmünü icra etmektedir. Ayrıca AB’nin Ortak Tarım Politikası kapsamındaki sübvansiyonların %80’den fazlası, çiftçilerin en zengin %20’sine gitmekte, yani desteklerden ve fonlardan asıl nemalananlar da büyük çiftçiler olmaktadır.
Kapitalist tarım, daha fazla makineleşerek, daha çok kimyasal gübre kullanarak, verimlilik adına yapay tohumlara yönelerek ve elbette emeği daha fazla sömürerek daha fazla kâr elde etmeye odaklıdır. Bütün bunların, daha fazla su tüketmek, daha çok sera gazı üretmek ve nihayetinde toprağı kirleterek ve tüketerek öldürmek pahasına yapılması sermayenin umurunda değildir. Aşırı üretim nedeniyle oluşan ürün dağları ise yüz milyonlarca aça rağmen göz kırpmadan imha edilir. Çünkü amaç insanların doyurulması değil fiyatların düşmemesidir. Şimdilerde Avrupa Birliği fiyat istikrarını sağlamak, toprağı-çevreyi korumak adına, tarımsal sübvansiyonları kısmak, fonları sınırlandırmak, tarlaların nadasa bırakılmasını zorunlu kılmak istiyor. Her daim büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda hareket eden AB’nin bu gerekçeleri kulağa hoş gelse de esas mesele kapitalizmin derin krizidir. AB bütçesinin önemli bir kısmına denk gelen tarımsal destekler olabildiğince azaltılmak isteniyor. Kapitalizmin “ne kadar üretirsen o kadar kazanırsın” anlayışıyla toprağı sınırsızca sömürmeye sevk ettiği çiftçilerse bu duruma isyan ediyor. Zira bu durum küçük çiftçilerin yıkım hızının artması anlamına geliyor. Küçük çiftçiler sadece Avrupa’da değil, bugünlerde Hindistan’da da görüldüğü gibi tüm dünyada isyan halindedirler. Ancak çiftçilerin hedefi kapitalizme değil şu ya da bu kapitalist politikalara, hükümetlere vb. yöneldiği sürece bu öfke patlamaları sistem tarafından kolaylıkla mas edilmektedir. Üstelik en gerici kanallara akıtılarak!
Nitekim meselenin önemli bir yanı, kapitalizmin içinde bulunduğu kriz koşullarında, yükselen faşist hareketlerin bu hoşnutsuz kesimi ağına düşürme çabalarının önemli bir karşılık bulmasıdır. Çiftçilerin AB’ye, ucuz ürünlerin geldiği ülkelere vb. yönelttikleri milliyetçi tepkiler, faşist hareketler için çok verimli bir zemin oluşturmaktadır. Faşist hareketler, tıpkı 1929 krizinin ardından Nazilerin yaptığı gibi, yükselen tepkilerden yararlanarak çiftçileri kendi fidelikleri haline getirmeye çalışıyorlar. Almanya’da AfD, Fransa’da Le Pen, Macaristan’da Orban gibi faşistler eylemlerde çiftçilerin yanında boy gösteriyorlar. Kendi kâr güvencelerini “gıda güvenliği” olarak lanse eden büyük şirketler gibi faşist partiler de yeşil önlemler içeren Avrupa Yeşil Anlaşmasının iptal edilmesinin çiftçilerin sorunlarını çözeceği demagojisiyle küçük çiftçileri manipüle etmeye çalışıyorlar. Orbancılar AB’ye karşı “kolektif direnişi başlatmak” için Brüksel’de Avrupalı çiftçilerle toplantılar yapıyor; Fransa, Almanya, Hollanda gibi ülkelerden çiftçilerden oluşan bir ağ oluşturmaya çalıştıklarını duyuruyorlar.
Haziranda Avrupa Parlamentosu seçimlerinin olması, gerek AB’yi gerekse ulusal hükümetleri çiftçilerin sesine kulak kabartmak zorunda bırakıyor. Bu yüzden Avrupa Komisyonu geçtiğimiz günlerde Avrupa Yeşil Anlaşmasının tepki çeken maddelerini askıya aldığını açıkladı. Bu kapsamda, pestisit kullanımının azaltılması, toprakları nadasa bırakma zorunluluğu, hayvan çiftliklerinde karbon emisyonunun sınırlanması, hayvanların koşullarının iyileştirilmesi, “sürdürülebilir gıda sistemi” için mevzuatın geliştirilmesi gibi düzenlemelerden vazgeçildi. Çiftçilerin Ukrayna ithalatından korunması için de harekete geçilecek. Fransa’da ise Macron hükümeti maddi destek, mazotta vergi artışının geri çekilmesi, ithalat denetimi ve çiftçilere çok fazla zarar vermesi halinde MERCOSUR Anlaşmasını durdurma sözü verdi. Yunanistan ve İspanya’da da hükümetler sübvansiyonların arttırılacağını duyurdu. Buna rağmen somut adımları hemen görmek isteyen çiftçilerin eylemleri Avrupa çapında devam ediyor.
Küçük çiftçiliğin kaçınılmaz yok oluşu, tekellerin tüm sektörü ağ gibi sarması ve kapitalizmin her alanda olduğu gibi tarım alanında da korkunç bir sömürü, israf ve yıkım üretmesi karşısında, küçük-burjuva sollar yıllardır “küçük çiftçi tarımı”nı allayıp pullamaktadırlar. Bugün de bu cephede değişen bir şey yoktur. Oysa bu ütopik bir fantezi olmanın ötesinde, sorunun gerçek çözümünden uzaklaştırıcı bir yönelim de oluşturmaktadır. Emekçiler kapitalizmi yıkıp ve iktidarı kendi ellerine alarak tüm üretimi toplumsal çıkarlar doğrultusunda planlayarak gerçekleştirmedikçe, işçi sınıfı gibi tüm küçük üreticiler de tekellerin hâkimiyetinden ve zulmünden kaçamayacaklardır. “Durum bu kadar açıkken, sosyalistlere düşen görev, küçük üreticilerin milliyetçi hassasiyetlerini kaşımak değil, proletaryanın gerçek müttefiki olan bu kesimi kendileri için yegâne kurtuluş yolu olan sosyalizmin saflarına çekmektir. Küçük üreticiler bilmelidirler ki, üretimin kâr için değil insanlığın ihtiyaçları için yapılacağı, karınlarının doymasının hava koşullarına ya da piyasa şartlarına bağlı olmadığı, yeryüzünün nimetlerinden herkes kadar onların da yararlanabilecekleri bir dünya mümkündür ve bu dünyanın anahtarı, başta proletarya olmak üzere tüm emekçi sınıfların ellerindedir.”[6]
[2] İlkay Meriç, Kapitalist Tarım Emekçiler İçin Yıkım Demektir, 4 Ekim 2018, marksist.net/node/6503
[3] https://www.euractiv.com/section/agriculture-food/news/rural-sociologist-farmer-protests-a-reaction-to-the-crisis-of-globalised-agriculture/
[5] 5 hektardan küçük çiftlikler küçük, 50 hektardan büyükler ise büyük çiftçikler olarak kabul edilmektedir. Avrupa’da ortalama çiftlik büyüklüğü ise 32 hektar civarındadır.
[6] İlkay Meriç, Küçük Çiftçilerin Makûs Talihi, 30 Mayıs 2006, marksist.net/node/6497
link: İlkay Meriç, Avrupa’da Çiftçilerin Öfkesi ve Çıkışsızlığı, 26 Şubat 2024, https://marksist.net/node/8199
Yaptıkları Yapacaklarına Işık Tutuyor
Mücadelemiz Sınıfsız Bir Dünyayı Kurana Dek Sürecek