Gerek IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası sermaye kuruluşlarının baskıları, gerek AB müzakerelerinin zorunlu kıldığı yapısal dönüşümler, gerekse de Türkiye kapitalizminin içinde bulunduğu tıkanıklığı aşmak için bizzat atmak zorunda olduğu adımlar, özellikle son beş yıldır, küçük üreticilerin tasfiye olma hızında sıçramalı bir artışın yaşanmasına neden oldu. Tarım ürünleri üzerindeki ithalat yasağının önemli ölçüde kaldırılması, teşviklerin, sübvansiyonların ve destekleme alımlarının sınırlanması, başta akaryakıt olmak üzere tarımsal girdi maliyetlerindeki aşırı artış, kredi olanaklarının daralması gibi birtakım unsurlar, yüz binlerce küçük üreticiyi korkunç bir yıkıma sürüklüyor. Tarımda istihdam edilenlerin sayısında sadece geçtiğimiz yıl 1 milyon 85 bin kişilik bir azalma görüldü ve tarımın toplam istihdamdaki payı bir yıl içinde yaklaşık %5’lik bir düşüş göstererek %25’e geriledi. Hız kazanarak devam eden bu eğilim, karnını doyurabilmek umuduyla kentlere hücum edenlere milyonlarca yeni işsizin daha ekleneceği anlamına geliyor. Ne var ki, işsizliğin en yakıcı sorunlardan biri olarak işçi sınıfının karşısına dikildiği mevcut konjonktürde, kentlere akın eden bu yeni işsiz ordularını iş olanakları değil açlık ve sefalet bekliyor.
Kentleri varoşlarından kuşatan genişlemiş işsizler ordusunun yaratabileceği toplumsal patlamanın korkusuyla paçaları şimdiden tutuşan burjuvazi, bu sonuçtan da ürkerek yıllar boyunca tarıma el atmaktan alabildiğine kaçınmıştı. Dünyanın pek çok ülkesinde, kapitalizmin kaçınılmaz kıldığı tarımsal dönüşüm uzun yıllar önce gerçekleştirilirken, Türkiye onyıllar boyunca bir “köylü kalesi” olarak kaldı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Avrupa da dahil olmak üzere tüm dünyada kır hızlı bir erime sürecine girmiş ve muazzam bir toplumsal dönüşüm yaşanmıştı. Köylü ülkeleri olarak bilinen İspanya ve Portekiz’de, tarımsal nüfus 1980’lerde yaklaşık %15’e inerken, Japonya’da 1947’de nüfusun 52’sini oluşturan çiftçiler 1985’te %9’unu oluşturuyorlardı. Köylülüğün oranı Latin Amerika ülkelerinde de 1960-80 yılları arasında yarı yarıya azaldı. 1980’lerin ortalarında, Bulgaristan’da %17’ye, Cezayir ve Tunus’ta %70’lerden %20’lere, Suriye’de %50’lerden %25’lere, Irak’ta %30’lara, İran’da %55’ten %29’a düştü. “Ancak Avrupa ve Ortadoğu yöresinde sadece bir köylü kalesi kaldı: Türkiye. Burada köylülük zayıfladı, ancak 1980’lerin ortasında hâlâ mutlak bir çoğunluk olmaya devam ediyordu.”[1]
İktisaden faal tarımsal nüfusun toplam faal nüfusa oranı (%) | |
1965 | 71,92 |
1975 | 67,27 |
1980 | 59,95 |
1985 | 58,95 |
1990 | 53,66 |
2000 | 48,38 |
Gerek oransal olarak tarımsal nüfusun, gerekse bu tarımsal nüfus içinde küçük üreticilerin büyük bir ağırlık teşkil etmesiyle karakterize olan bu “köylü kalesi” olma durumu, gerçekten de uzun yıllar boyunca Türkiye’ye damgasını vurdu. Bunda kuşkusuz, Türkiye kapitalizminin zayıflığının ve burjuvazinin tarıma ciddi bir neşter atma cesaretsizliğinin yanı sıra, çiftçiyi garantili bir oy deposu olarak gören burjuva siyasetçilerin izledikleri ikiyüzlü politikaların da büyük bir rolü vardı. Tarımsal sübvansiyonların yüksek tutulması, kredi borçlarının silinmesi, geniş destekleme alımları, yüksek taban fiyatları gibi uygulamalar, 2000’li yıllara kadar her seçim döneminin vazgeçilmez rüşvetleri arasında yer aldı. Ancak, sözde çiftçiyi korur gibi görünen bu ertelemeci politikalar, milyonlarca küçük üretici açısından can çekişme sürecinin uzatılmasından ve tarımın yükünün son tahlilde kent proletaryasının sırtına yüklenmesinden başka bir işe yaramadı.
İçe kapanıklık dönemine son verildiği ve kapitalist dünya ekonomisine entegrasyonda önemli aşamalar kaydedildiği 1980 sonrası dönem, Türkiye’nin bir tarım ülkesi olmaktan çıkıp sanayi ülkesi olma yolunda hızla ilerlemesine yol açmıştı. Fakat tarımsal yapıdaki değişime hız kazandıran ağırlıklı unsur yine dış faktörler oldu. İlerleyen yıllar içerisinde, IMF ve AB’nin yoğun baskıları sonucunda iç siyasetin durağanlaştırıcı eli tarım üzerinden çekilmek zorunda kalındıkça, kapitalizm bu alanda da hükmünü daha rahat icra etmeye başladı.
Cumhuriyetin kuruluşunu takip eden yaklaşık altmış yıl boyunca %60’ların altına inmeyen tarımsal nüfusun son on yıl içinde %50’den %35’lere inmesi, geçmiş onyıllardan çok daha köklü ve büyük bir değişimle yüz yüze olduğumuzu gösteriyor. Şunu da belirtelim ki, tarımsal nüfus oranı şu anda AB ülkeleri için ortalama %5 iken ABD için %3,5’tur ve AB müzakerelerinin gereği olarak Türkiye’de de birkaç yıl gibi kısa bir zaman zarfında %10’a indirilmesi icap etmektedir. Bu zorunluluğu da göz önünde bulundurduğumuzda, ekonomik, sosyal ve siyasal açıdan önemli sonuçlar doğurabilecek bu sürecin daha da büyük bir hız kazanarak ilerleyeceğini söyleyebiliriz.
Küçük çiftçilerin makûs talihi
İşletme Büyüklüğü (dekar) | İşletme Sayısı (%) | Arazi (%) |
5’den az | 5,88 | 0,26 |
5-9 | 9,61 | 1,06 |
10-19 | 17,86 | 4,00 |
20-49 | 31,46 | 16,02 |
50-99 | 18,54 | 20,68 |
100-199 | 10,83 | 23,81 |
200-499 | 5,09 | 22,83 |
500-999 | 0,58 | 6,09 |
1000-2499 | 0,15 | 2,97 |
2500-4999 | 0,01 | 0,38 |
5000+ | 0,00 | 1,91 |
Türkiye’de tarımsal alandaki gecikmiş kapitalistleşmenin belki de en önemli göstergelerinden birisi, gelişmiş kapitalist ülkelerdekinin tersine, küçük üreticilerin sayısının hâlâ son derece yüksek oluşudur. 2001 genel tarım sayımı sonuçlarına göre, Türkiye’deki 3 milyon tarım işletmesinin yaklaşık 2 milyonunu 50 dekardan küçük arazilerde faaliyet gösteren cüce işletmeler meydana getiriyor: kendi küçük toprağına sahip olan, kendi hesabına çalışan ve kendi işgücünü kullanan 2 milyon küçük çiftçi ailesi! Asgari geçim düzeyini sağlayabilecek toprak genişliğinin Akdeniz bölgesi için 50, Ege-Marmara için 60, Orta Anadolu için 90, Doğu-Güneydoğu için 140 dekar olarak hesaplandığını dikkate alırsak, modern tekniklerin uygulanmasına ve rasyonel bir tarıma müsait olmayacak kadar küçük arazilerde üretim yapan bu 2 milyon çiftçi ailesinin, genellikle geçimlik üretimin ötesine geçemediklerini ve karınlarını zar zor doyurabildiklerini görürüz.
Buna rağmen, küçük üreticilik uzun yıllar boyunca varlığını güçlü bir şekilde koruyabilmiş ve sürekli olarak kendini yeniden üretmiştir. Bunda kuşkusuz pek çok faktör rol oynamaktadır. Toprakların miras yoluyla bölünerek yeni yeni küçük köylü aileleri doğurması önemli bir faktörken, aile bireylerinin bir kısmının aynı zamanda geçici ya da sürekli işlerde işçi olarak çalışmasının getirdiği katkı bir diğer faktördür (bu durum aynı zamanda yarı-proleterleşmenin ve çözülmenin işaretidir elbette). Türkiye’de kent proletaryasının hatırı sayılır bir kesimi uzun yıllar boyunca kırla bağını tümüyle koparmadı. Yurtdışına ya da büyük kentlere işçi olarak çalışmak üzere gidenlerin bir elleri sürekli kırda kalanlar üzerinde oldu ve bunlar kırdakilerin doğal süreç içerisinde tasfiye oluşlarının önüne geçilmesinde ciddi bir rol oynadılar. (Şüphesiz bu durum karşılıklıdır. Aynı şekilde, kentlerdekilerin ağır çalışma koşullarına ve çok düşük ücretlere seslerini yükseltmeden boyun eğebilmelerinde de, kırdan gelen bulgurun, patatesin, unun vb. büyük bir katkısı olmuştur.) Ancak Türkiye’nin yaşadığı iki ciddi ekonomik kriz sonrasında, işsizlik kol gezerken ve kent proletaryasının suyu sıkılırken, artık ne kenttekinin kırdakine faydası dokunabiliyor ne de kırdakinin kenttekine.
Küçük çiftçilerin yaşam standartlarının son derece düşük olması ise söz konusu olgunun uzun yıllar boyunca devam edebilmesinde bir başka önemli faktördür. Küçük çiftçi, varlığını önemli ölçüde, kendi emeğini alabildiğine “sömürüp” tüketimini alabildiğine kısmasına borçludur. Ücretli işçi çalıştıracak ya da makinelerden gerektiğince yararlanabilecek kadar sermayesi yoktur. Bu nedenle, tüm aile bireylerinin çocukluktan itibaren son derece yıpratıcı bir şekilde çalışmak zorunda oldukları küçük köylü işletmelerinde, iki insanın yapacağı işi bir insanın yapması, buna karşılık bir insanın tüketmesi gerekeni iki insanın tüketmesi zaruridir. Eğitim ve sağlık harcamaları başta olmak üzere her türden harcama onlar için lükstür. Aksi takdirde, yılın birkaç ayı zar zor karınlarını doyurabilecek kadar üretim yaparak bütün bir yıl boyunca ayakta kalmaları olanaksızdır.
Ne var ki, Lenin’in dediği gibi, “kârları dolu ambarlarından değil boş midelerinden gelen” ve “tüketimlerini inanılmaz boyutlarda kısarak varlıklarını sürdürme sanatının ustaları olan”[2] küçük çiftçilerin, günümüz dünyasında, bu “sanatı” devam ettirebilmeleri ve kapitalist sistemin “yıkıcı” kanunlarından kaçıp kurtulmaları tümüyle olanaksız hale gelmiştir. Emperyalist-kapitalist sistemin bütün yerküreyi bir ağ gibi sardığı, gümrük duvarlarının bir bir yıkıldığı günümüz dünyasında, aç kalarak bile olsa, uluslararası rekabete dayanma şansları artık bulunmuyor. 2001 yılı verilerine dayanan bir araştırmaya göre, gelişmekte olan ülkelerde tarımda çalışan aktif nüfus başına yılda 672 dolarlık tarımsal üretim gerçekleştirilirken, gelişmiş ülkelerde bu değer ortalama 15 katına çıkarak 10 bin 334 dolara ulaşmaktadır. Bu miktar Orta ve Güney Afrika’da 373 dolara düşerken, Avrupa’da 8 bin 28 dolara, Kuzey Amerika’da ise 51 bin 298 dolara yükselmektedir. Dolayısıyla aynı ürün gelişmiş ülkelerde modern tekniklerle çok daha ucuza mal edilirken, küçük çiftçinin bu ürünlerle rekabet edebilmesi olanaksız hale gelmiştir.
Küçük çiftçilerin içinde bulundukları zor durum sadece Türkiye gibi orta gelişmişlik düzeyindeki ülkeler için geçerli değildir şüphesiz. Bu durum dünyanın en büyük tarım ihracatçıları arasında yer alan AB ülkeleri için de söz konusudur. AB tarım fonlarından verilen oldukça yüksek desteğe rağmen, fazla üretim, “doymuş” pazarlar, hızla düşen fiyatlar ve üretimi sınırlayan kotalar yüzünden geçtiğimiz yıllarda yüz binlerce küçük üretici iflas etmiştir. Ortak Tarım Politikası gereği 2007 yılından itibaren desteklerin oldukça sınırlanacak olması, bu eğilimin hız kazanarak devam edeceğini gösteriyor. Bugün AB ülkeleri arasında, AB’ye karşı yükseltilen güçlü seslerin özellikle tarımsal nüfusun diğerlerine göre daha fazla olduğu Fransa gibi ülkelerden gelmesinin temel nedenlerinden biri de budur.
Kapitalizm üretim araçlarını alabildiğine geliştirerek ve emeğin verimliliğini alabildiğine arttırarak, büyük bir bolluğun yaratılmasına yol açıyor. Ne var ki, dünya üzerinde yüz milyonlarca insan açlıktan kıvranırken, bu bolluk ne emekçilerin ne de açlıktan kıvrananların midesine gidebiliyor. İnsan ihtiyaçlarına değil tümüyle kâra dayalı bir sistem olan kapitalizmin akıldışılığı nedeniyle, bolluk, çoğu durumda küçük üretici için felâket anlamına geliyor. Küçük üreticinin “korunması” ise bir başka akıldışılıkla, fiyatların daha fazla düşmesini engellemek için ona üretim yaptırmamakla ya da stoklarda oluşan ürün dağlarını fiilen imha etmekle mümkün oluyor. Fakat kapitalizmin yasalarının küresel ölçekte işlediği günümüz dünyasında, bu “koruma”, küçük üreticilerin yoksullaşarak yok olmalarını sadece bir nefeslik geciktirmeye yaramaktadır.
Mülkiyet tutuculuğu ve milliyetçilik
Türkiye’de küçük üreticiliğin bu kadar yaygın oluşunun sadece sosyal değil, siyasal sonuçları da bulunuyor kuşkusuz. Şimdiye kadarki bütün burjuva iktidarlar, en zorlu şartlarda kendi kendilerinin köleleriymişçesine çalışan, yoksulluğu bir kader olarak belleyen, ama öte yandan kendi üretim araçlarının sahibi oldukları için de muazzam bir mülkiyet tutuculuğuna sahip olan bu geniş yığını politik olarak sömürerek iktidarlarını sağlamlaştırdılar. TC’nin kuruluşundan itibaren, köylüyü uzunca bir süre, “komünizm gelecek, tarlanızı, tavuğunuzu, ineğinizi alacak” öcüsüyle korkuttular. Onu “milletin efendisi” ilan eden, ama Ankara’nın güzide sokaklarını bu “efendi”ye kapatmaktan geri durmayan elitist devlet kurucu sınıf, mezar kazıcısını, yani proletaryayı geliştirmekten duyduğu korkuyla köylüye sarıldı. Kente giderse proleterleşip komünistleşir ve iktidarımız sarsılır korkusuyla, ona sürekli olarak suni solunum uygulandı. Bu arada üflenen her iki nefesten biri milliyetçilik ve muhafazakârlık oldu. Çünkü onu öldürmeyip süründürmek ve iktidarlarını devam ettirmek üzere muhafazakârlığın ve milliyetçiliğin kale bekçileri olarak kullanmak işlerine geliyordu.
Yıllar geçti, o kış bu kış derken komünizm gelmedi, ama yüz binlerce köylü için ne sarılacak bir tarla kaldı ne tavuk ne de inek. Şimdi de birileri çıkıp, sefaletinizin ve yıkımınızın suçlusu AB’dir diyerek düşmanı yine dışsallaştırıyor. Onların buğdayları sizi bu hale getiriyor, onların şekerleri, tütünleri, pamukları, mısırları! Ve işsiz kalan, aşsız kalan milyonları yine yanlış düşmana işaret ederek kendi arkalarına almaya, onlar üzerinden iktidara gelmeye çalışıyorlar. MHP’sinden DYP’sine, DSP’sinden CHP’sine, Genç Parti’sinden İP’sine kadar tüm burjuva muhalefet kırlara koşuyor ve kendi iktidarı altında nasıl da refaha kavuşacağı, onu ne de güzel bir dünyanın beklediği yalanlarıyla yoksul köylüyü kandırmaya çalışıyor.
Kervana katılan solcuları da unutmayalım. Aynı AB teranesini onlar da tekrarlıyorlar. Ne de güzel geçinip gidiyordunuz, AB geldi böyle oldu demeye getiriyorlar. Yurtsever Cepheler inşa ediliyor, köylüler AB’ye karşı canhıraş meydan muharebesine davet ediliyor. Sonuçta, köylü, sağlı sollu milliyetçilik bombardımanına tutuluyor.
Milliyetçilik burjuvazi tarafından zaten dört bir koldan pompalanırken, parsadan pay kapmak isteyen sol kesimler, yangına körükle gittiklerinin farkında değiller. Küçük köylüler içine sürüklendikleri yıkım sonucunda yüz binler halinde kentlere akarlarken ve burada onları işsizlik ve açlık beklerken, onlara milliyetçilikle soslanmış sahte kurtuluş hayalleri aşılamanın, sosyalizmin değil faşizmin ekmeğine yağ süreceği çok açıktır. Unutmayalım ki, Türkiye’de faşist hareketin kaleleri aynı zamanda köylü kaleleridir. Özellikle bugün içinde bulunduğumuz siyasal konjonktürde (darbe tehditleri açıktan yapılırken ve milli birlik hükümeti çağrıları arşa çıkmışken), yoksul köylü yığınların milliyetçiliği en azından nötralize edilemezse ve proleter devrimci bir bakış açısı yaygınlaştırılamazsa, faşist köylü kalelerinin şimdi kentlerin varoşlarında inşa edilmesinin önüne geçilemez.
Türkiye sol hareketinin büyük bir çoğunluğu, senelerce, önüne, son tahlilde kapitalizmin sınırlarını aşmayan bir iktidar hedefi koydu ve küçük köylünün zenginleşmesinin pekâlâ mümkün olduğu hayallerini yaymaya çalıştı. Şimdi de değişen pek fazla bir şey yok aslında. Solun büyük bir kesimi hâlâ, işçilerin ve küçük köylülerin önüne, kurtuluş reçetesi olarak IMF’siz, AB’siz, bağımsız Türkiye programını koyuyor. Bu “bağımsızlığın” üstü biraz kazındığında ise “ulusal” kapitalist bir Türkiye çıkıveriyor ortaya.
Yıllar önce Lenin, “… küçük-ölçekli çiftçiliği ve küçük mülkiyeti, kapitalizmin saldırısından korumak suretiyle köylülüğü kurtarmaya çalışmak, toplumsal gelişmenin gereksiz yere geciktirilmesi olacaktır; köylülüğü kapitalizmde bile zengin olmanın olanaklı olduğu hayalleriyle aldatmak anlamına gelecektir; emekçi sınıfları birbirinden ayırmak ve çoğunluğun zararına olmak üzere azınlık için ayrıcalıklı bir durum yaratmak anlamına gelecektir” diyordu.[3]
Küçük köylülüğün uzun bir süreden beri yaşamakta olduğu yıkım, kendisini değişmeksizin muhafaza edebilmesinin ve zenginleşebilmesinin bir hayalden ibaret olduğunu kanıtlamış bulunuyor. Durum bu kadar açıkken, sosyalistlere düşen görev, küçük üreticilerin milliyetçi hassasiyetlerini kaşımak değil, proletaryanın gerçek müttefiki olan bu kesimi kendileri için yegâne kurtuluş yolu olan sosyalizmin saflarına çekmektir. Küçük üreticiler bilmelidirler ki, üretimin kâr için değil insanlığın ihtiyaçları için yapılacağı, karınlarının doymasının hava koşullarına ya da piyasa şartlarına bağlı olmadığı, yeryüzünün nimetlerinden herkes kadar onların da yararlanabilecekleri bir dünya mümkündür ve bu dünyanın anahtarı, başta proletarya olmak üzere tüm emekçi sınıfların ellerindedir.
[1] E. Hobsbawm, Kısa 20. Yüzyıl, Sarmal Y., Ekim 1996, s.338-39. Hobsbawm’ın pek çok Avrupa ülkesi bağlamında 20. yüzyılın başları için işaret ettiği tarımsal nüfus oranlarına Türkiye’de ancak son beş yıldır ulaşılmış olması gerçekten de ilginçtir: “Köylü ve çiftçi yirminci yüzyıla kadar, Britanya dışında kalan sanayileşmiş ülkelerde bile yerleşik nüfusun büyük bir bölümünü oluşturmaya devam etti. Öyle ki, yazarın öğrencilik yıllarında, yani 1930’larda köylülüğün sönümlenmeyi reddetmesi hâlâ Karl Marx’ın onların sönümleneceği kehanetine karşı geçerli bir argüman olarak kullanılıyordu. Gene de, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, Britanya dışında, tarım ve balıkçılığın nüfusun %20’sinden daha azını istihdam ettiği sadece tek bir sanayileşmiş ülke vardı: Belçika. Almanya ve ABD’de, tarımsal nüfusun sürekli biçimde azaldığı en büyük sanayi ekonomilerinde bile, bu oran toplam nüfusun kabaca dörtte birine ulaşıyordu. Fransa, İsveç ve Avusturya’da hâlâ %35 ile 40 arasındaydı. Geri tarım ülkelerine –sözgelimi, Avrupa’da Bulgaristan ya da Romanya– gelince her beş kişiden dördü toprakta çalışıyordu.” (s.336-37)
[2] Lenin, Tarım Sorunları-1, Sol Y., 1976, s. 32 ve 37.
[3] Lenin, İşçi Sınıfı ve Köylülük, Sol Y., Ocak 1990, s.14
link: İlkay Meriç, Küçük Çiftçilerin Makûs Talihi, 30 Mayıs 2006, https://marksist.net/node/6497
Tehlikenin Ortasında…
Yaşasın Aslanların Tarih Bilinci