11 Eylül’den bu yana hızla değişen dünya siyasetinin altında yatan temelin, kapitalizmin küresel kriziyle birlikte ilerleyen emperyalistler arası hegemonya yarışı olduğu, artık hepimizin malûmudur. Bu, tüm dünyayı kapsayan ve emperyalist ülkeleri gittikçe daha saldırgan politikalar izlemeye zorlayan bir durumdur. Böylece süreç, soğuk savaş döneminden sonra “tek kutuplu dünya”nın kapitalizmin bütün çelişkilerine ve savaşlara son vereceği hayaliyle yaşayan burjuva ideologlarının rüyalarını kabûsa dönüştürürcesine, kanlı ve çatışmalarla dolu bir seyir izlemektedir.
Bugün Irak’tan Filistin’e, Liberya’dan Somali’ye, Çeçenistan’dan Afganistan’a, Latin Amerika’dan Güneydoğu Asya’ya kadar dünyanın dört bir yanı, emperyalizmin doymak bilmez kâr hırsı yüzünden kan ve ateş altında inliyor. ABD öncülüğünde kendilerine “görünmez” bir düşman yaratan emperyalist devletler ve onların yardakçıları, çıkarlarına ters düşen her şeyi ve herkesi “terör veya terörist” etiketiyle damgalayarak yok etmekte hiçbir sakınca görmüyorlar.
Bu paylaşım kavgasında başı çeken ABD emperyalizmi, özellikle çıkarlarının vazgeçilmez kıldığı bölgelerden başlamak üzere, keskin bir mücadele yürütmektedir. 11 Eylül sonrasında bu saldırgan politikaları daha uzunca bir süre devam ettireceğini açıkça beyan eden Bush yönetimi, aslında kendi ağzından emperyalizmin görece “barışçıl” geçen ara döneminin kapandığını ve şimdi kalınan yerden işe devam edileceğini itiraf ediyordu. Öyle ki, Bush yönetiminin kilit isimlerinden ve “şahin”lerinden biri olan Cheney, hemen Irak savaşının arifesinde yaptığı açıklamada, “nesiller boyu sürecek bir savaş” döneminin açıldığını, yani dünyanın yeniden paylaşımının kanlı bir açılışının yapıldığını söylüyordu. Bugün hepimiz, bu açılışın emperyalizmin şanına yakışır bir biçimde gerçekleştiğini söyleyebiliriz; Afganistan’a ve Irak’a getirilen “demokrasi” yüzünden ölen, yaralanan ve sakat kalan on binlerce insanın varlığı bunun en iyi kanıtıdır.
Afganistan’ın ve Irak’ın emperyalist güçlerce işgaliyle açılışı yapılan bu sürecin nasıl devam edeceği, uzun bir süredir herkesin kafasını kurcalayan soru olarak ortada duruyor. Bush yönetiminin “teröre destek veren ülkeler” olarak nitelediği İran, Suriye, Libya, Küba, Kuzey Kore ve Sudan gibi ülkelerin yanı sıra, “iktidar boşluğu” olmasından dolayı “terörist” grupların kolayca barınabildiğini söylediği Kolombiya, Endonezya, Lübnan, Filistin, Gürcistan, Filipinler, Somali ve Yemen gibi ülkeler de, genelde topun ağzındaki veya sıradaki ülkeler olarak ortaya çıktılar. Irak’tan sonra sıranın bir başka “terörist” ülkeye, özellikle de İran veya Suriye’ye gelebileceği ihtimali haklı olarak geniş çevreler tarafından paylaşıldı. Nitekim, İran nükleer silah üretiminde bulunmayı planladığı gerekçesiyle köşeye sıkıştırılmaya çalışılırken, Suriye de “terörist”lere yardım ve yataklıkta bulunduğu iddiasıyla hizaya getirilmeye çalışıldı.
ABD emperyalizminin ve yardakçılarının Irak’ta zorlandıkça BM’ye bağlı barış gücünün devreye girebileceği ve böylece Bush yönetiminin daha da fazla prestij yitireceği kanısı kuvvet kazandı. Fakat ABD emperyalizmi sanıldığından daha dayanıklı çıktı ve Irak halkının direnişinin güçsüz oluşundan da yararlanarak Irak’ta kendi çıkarlarına uygun bir düzen kurma yönündeki uğraşına devam etti. Hatta devrik diktatör Saddam’ın yakalanması bu açıdan ABD emperyalizminin eline ciddi bir koz vermiştir. Kuşkusuz Saddam’ın yakalanmış olması Irak’ta ABD askerlerine yönelik saldırıların son bulacağı anlamına gelmiyor, ama en azından yaklaşan seçimlerde ve dünya kamuoyunun nezdinde Bush’un elini epeyce rahatlatacağı aşikârdır.
Kısacası, tıpkı Bağdat’ın düşmesiyle birlikte emperyalist savaşın sona erdiği yanılsamasında olduğu gibi, ABD’nin Irak’ta kısa sürede bataklığa saplanacağı ve kolayca pes edeceği yönündeki hayallerin de ne denli boş olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır. Ancak ABD emperyalizmi henüz ne Irak’ta ve ne de Ortadoğu’nun geri kalan kısmında istediği düzeni kurabilmiş değildir. Bu yüzden daha uzunca bir süre –ta ki ezilen halklar işçi sınıfının devrimci önderliği altında gerçek ve kalıcı çözümleri hayata geçirinceye kadar– bölgede istikrarsızlığın hüküm süreceği açıktır.
Ortadoğu’daki manzara tüm karmaşıklığıyla sürerken, başından beri emperyalist paylaşım kavgasının ikinci büyük “oyun alanı” niteliğindeki Kafkasya’da birbiri ardı sıra ilginç gelişmeler yaşanmış ve bir anda bütün gözler bu bölgeye çevrilmiştir. Esasen SSCB’nin çökmesinden beri emperyalist güçler tarafından yeni bir paylaşım alanı olarak görülen ve hegemonya yarışında öne geçmek açısından en az Ortadoğu kadar önemli bir alan olan Kafkasya ve hemen yanı başındaki Orta Asya (bu bölgelerin tümünü kapsayan coğrafyayı kısaca Avrasya[1] olarak adlandırabiliriz), Afganistan’ın ve Irak’ın işgaliyle bir süreliğine gözlerden ırak kalmıştı. Buna rağmen, emperyalistler arasındaki hegemonya ve nüfuz yarışını bir satranç oyununa benzeten Brezinski’nin deyimiyle, ABD emperyalizmi Irak’tan sonra ikinci hamlesini Kafkaslar’da yapmaya hazırlanmaktadır.
ABD emperyalizmi Ortadoğu’da henüz istediği ölçüde istikrarı sağlayamamıştır, ama en azından bu bölgeyi tüm dünyanın gözünde kendi nüfuz alanı olarak tescil etmeyi başarmıştır. Ancak ABD emperyalizminin politikaları Ortadoğu ile sınırlı olmadığı ve hatta paylaşım kavgasının cereyan ettiği asıl coğrafyanın Avrasya olduğu hatırlanırsa, Irak işgali üzerinden Ortadoğu’da elde ettiği kısmi başarı, dünya ölçeğinde yaşanan emperyalist kapışmanın sonuçlanması için yeterli değildir. ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki kısmi-geçici başarısı, onun emperyalist piramidin tepesindekini yerini biraz daha sağlamlaştırmasını sağlamış, fakat aynı zamanda diğer emperyalist güçlerle arasındaki çekişmeyi de kızıştırmıştır. ABD emperyalizminin aktif, müdahaleci ve son derece saldırgan politikası sayesinde ilerleme kaydetmesi, diğer rakiplerinin de onunla aynı metotları kullanmasını kaçınılmaz hale getirmektedir. Böylece de emperyalist güçler arasındaki kapışma hem daha geniş bir coğrafyaya yayılma eğilimi göstermekte hem de artık mazide kalan “barışçıl” dönemin politikaları bir bütün olarak yerini saldırgan tutumlara terk etmektedir.
Dolayısıyla tüm bu gelişmelerin ve gelecekteki muhtemel çatışmaların tek bir anlamı vardır; emperyalist paylaşım savaşının gittikçe şiddetlenerek ve yayılarak devam etmesi. Bu savaşın geçmişteki gibi dünya savaşları ölçeğinde veya biçiminde, yani bizzat emperyalist devletler arasında cereyan etmiyor oluşu bizi yanıltmamalıdır. Yaşananlar tastamam emperyalist savaşın görüngüleridirler.
“Büyük satranç tahtası” mı, kanlı bir savaş meydanı mı?
Bilindiği gibi SSCB’nin dağılmasından sonra, eski “demir perde” blokuna dahil pek çok devlet bağımsızlıklarını ilan etmiş ve ayakta kalabilmek için kendilerini ya ABD emperyalizminin öncülüğündeki “Batı” dünyasına yanaşmak ya da Rusya’nın liderliğindeki BDT’ye (Bağımsız Devletler Topluluğu) girmek zorunda hissetmişlerdir. Aslında ikisi arasında temelde bir farklılık yoktur, çünkü her iki tercih de emperyalizme eklemlenmek anlamına gelmektedir. Ancak SSCB’nin dağılmasıyla birlikte dünya dengeleri de kökünden değiştiğinden, emperyalistler arasındaki hegemonya yarışı kızışmaya başlamış, ABD, AB ve Japonya arasındaki çekişme de giderek şiddetlenmiştir. Bunun sonucunda, AB’yi oluşturan Almanya ve Fransa gibi emperyalist güçler bölgeye daha çok Rusya üzerinden hakim olmaya çalışırlarken, ABD emperyalizmi kendi başına hareket ederek bölgedeki devletlerle birebir “ilişkiler” geliştirme yoluna gitmiştir. “Soğuk Savaş” döneminde ortak düşmana karşı birleşmenin sağladığı dengelerin bozulması, emperyalist kampta ciddi kırılmalara ve aslında yeni kutuplaşmalara yol açmıştır. Bugün gelinen noktada, ABD emperyalizminin önderliğinde hareket eden İngiltere, İtalya, İspanya gibi devletlerin yanı sıra Almanya, Fransa, Rusya ve Çin gibi ülkeler de ayrı bir kutup oluşturmaya çalışmaktadırlar. Kuşkusuz bu yeni kamplaşmaların ömrünün ne kadar süreceği belirsizdir, tarihin bize öğrettiği gerçek bunların geçici oldukları ve çatışma şiddetlendikçe yeni ittifakların sürekli olarak tekrar tekrar dağılıp kurulacağıdır. Ayrıca kendi çıkarları söz konusu olduğunda hiçbir sınır ve hukuk kuralı tanımayan emperyalist güçler, karşı saflarda yer alan rakipleriyle de el altından gizli ittifaklar kurmaktan ve pazarlıklara girişmekten çekinmezler.
Yaşanan gelişmelere ve olaylara bu temelde bakıldığında, Avrasya denilen coğrafyanın emperyalist güçler açısından ne denli önemli ve belirleyici olduğu ortadadır. Rusya, Çin ve Hindistan da dahil edildiğinde bu bölge dünya nüfusunun yaklaşık %60’ını barındırmaktadır. Petrol ve doğalgaz yatakları bakımından dünyanın en zengin bölgelerinden birisidir. Bu bakımdan bölge emperyalistler için muazzam büyüklükte bir pazar ve hammadde kaynağıdır. Zaten emperyalistler arasındaki kavganın özünü de bu bölgeye kimin hakim olacağı veya nüfuz alanlarının kimin çıkarlarına göre şekilleneceği konuları oluşturmaktadır. Özellikle ABD emperyalizmi açısından bakıldığında, bölgeye hakim olmanın bir başka avantajı da, petrol ve diğer enerji kaynaklarından yoksun olan Almanya, Fransa ve Japonya gibi rakiplerini dize getirmenin yanı sıra, son dönemde petrol ihtiyacı gittikçe artan Çin gibi dev bir pazarı kontrol edebilmesinin önünün açılmasıdır. Ayrıca OPEC denilen petrol üreticisi ülkelerin tekelinin kırılması ve bunların siyasal ve ekonomik gücünün zayıflatılması açısından da bölgeye hakim olmak hayati bir değer kazanmaktadır
Hepsi de benzer çıkarlar ve amaçlarla hareket eden emperyalist güçlerin Avrasya denilen coğrafyaya yaklaşımı farklı düzeylerde şekillenmiştir. Dikkate alınması gereken birinci husus, ABD emperyalizminin politikalarının merkezine kendi ekonomik ve siyasi, bilhassa da askeri gücünü koymasıdır. Kuşkusuz diğer emperyalist devletler açısından da durum bu olmakla birlikte, onlar ABD kadar güçlü olmadıkları için en azından şimdilik bağımsız politikalar geliştirmekten çok, ABD emperyalizminin hamlelerine cevap vererek veya kendilerini onun pozisyonuna göre ayarlayarak durumu idare etmeye çalışmaktadırlar. Ancak yine de gelişmelerin ABD emperyalizmi açısından sorunsuz ilerlediği düşünülmemelidir.
Süreci SSCB’nin çöküşünden bu yana ele alırsak, yukarıdaki satırlarda bahsettiğimiz “kanlı dönemin açılışı” 11 Eylül ile değil Almanya’nın Doğu Almanya ile birleşmesiyle başlatılmalıdır. Aynı süreçte Almanya ve Fransa’nın başını çektiği grup, eski despotik-bürokratik Doğu Avrupa ülkelerini büyük bir hızla mideye indirmiş ve hazmetmiştir. Ardından, SSCB’nin çöküşüyle ortaya çıkan siyasal boşluğun sonucunda eski “demir perde” ülkelerinin tamamında derin bir siyasal ve ekonomik istikrarsızlık yaşanmıştır. O dönemde gelişen ve bizzat emperyalist devletlerce körüklenen etnik ve ulusal çatışmalar, Yugoslavya’nın parçalanmasıyla birlikte, emperyalistler açısından üzerinde at oynatabilecekleri ve kendi nüfuz alanlarını oluşturabilecekleri bir zemin yaratmıştır. Bu anlamda yeniden paylaşım kavgasının birinci cephesi ve raundu Doğu Avrupa ve Balkanlar’da yaşanmıştır. Bu raunddan en fazla kâr elde eden taraf ise Almanya ve Fransa’nın liderliğindeki emperyalist güç birliğidir. Adı geçen bölge adeta Almanya ve Fransa arasında “paylaşılmış”tır. ABD emperyalizminin olaya biraz geç dahil olması kendine bir pay kapmasına engel olmamışsa da, aslan payını Almanya’ya kaptırmasına neden olmuştur. Aynı süreçte Kafkasya ve Orta Asya’da bulunan ve eski SSCB’nin sınırları içinde kalan devletler de kendi siyasal bağımsızlıklarını ilan etmenin yarattığı sorunlar yüzünden birbirleriyle dalaşırlarken, bu kez de ABD emperyalizmi –Rusya’nın bölgedeki tarihsel ve siyasal hakimiyetine karşı, Türkiye kozunu öne çıkararak– duruma el atmış ve kendi çıkarları doğrultusunda yeni nüfuz alanları yaratmayı başarmıştır. İşin özü, dağılan despotik-bürokratik diktatörlüklerin oluşturduğu ve Avrasya denilen coğrafi alanın büyük bir kısmınının emperyalistler arasındaki yeniden paylaşımı sürecinde, Almanya ve Fransa Doğu Avrupa ve Balkanlar’da nüfuzunu pekiştirirken, ABD emperyalizmi de Kafkasya ve Orta Asya’da önemli nüfuz alanları elde etmiştir.
Ne var ki, neticede tüm bu toz bulutu dağıldığında, ABD emperyalizmi açısından durumun hiç de istenilen düzeyde olmadığı ortaya çıkmıştır. Paylaşım kavgasının birinci cephesi olan Balkanlar ve Doğu Avrupa’da Almanya ve Fransa büyük bir güç haline gelirken, ABD tatmin edici düzeyde bir pay kapamamış, Kafkaslarda elde ettiği nüfuz bölgesiyle yetinmek ise işine gelmemiştir. Zaten asıl patırtı da bu sürecin ardından kopmuştur. Clinton yönetiminin giderek yerini Bush ve ekibine bırakmasıyla açılan yeni süreç, ABD emperyalizminin değerlendirmesine göre son derece “haksız” bir paylaşımın gerçekleştiği iddiası üzerinden gelişmiştir. ABD emperyalizmi muazzam ekonomik ve askeri-siyasal gücüne oranla pastadan az bir pay aldığını söyleyerek kaderine razı olmayacağını ilan etmiştir. ABD’nin bu ilanı Afganistan’ın ve Irak’ın işgaliyle somut ifadesini bulmuştur.
Dolayısıyla, Afganistan ve Irak’ın “uluslararası terörizm” bahanesiyle işgal edilmesinin anlamı, paylaşım kavgasının artık eski “barışçıl” araçlarla değil emperyalizmin o iyi bilinen saldırgan ve savaşçıl araçlarıyla süreceğidir. BM gibi “soğuk savaş” dönemindeki denge durumunun ürünü olan uluslararası kurumlar, bizzat kurucularından biri olan ABD tarafından hiçe sayılmış, yeni dönemde hiçbir uluslararası hukuk kuralının veya normunun ABD emperyalizminin çıkarlarından daha üstün olmadığı son derece net biçimde ortaya konmuştur.
ABD emperyalizminin bundan sonra izleyeceği saldırgan tutumun Afganistan ve Irak’ta ortaya konması, rakip saflarda yer alan emperyalist güçleri ve Rusya ile Çin gibi büyük siyasi-askeri güce sahip olan ve ABD’nin bölgedeki politikalarından direkt olarak etkilenecek ülkelerin konumunu ciddi ölçüde sarsmıştır. Çünkü bu ülkelerin hiçbiri ABD emperyalizminin askeri ve siyasi gücüyle boy ölçüşecek düzeyde değildir. ABD emperyalizminin askeri harcamaları tek başına dünyanın geri kalanından kat be kat daha fazladır. Fakat ABD emperyalizminin paylaşım kavgasına ve hegemonya yarışına bu tür araçlarla devam edeceğinin açıkça belli olması, bahsi geçen ülkeleri de silah harcamalarını arttırmaya ve bir tür silahlanma ekonomisine girmeye zorlamaktadır. Oysa ekonomilerini bir süre daha güçlendirme ihtiyacı hisseden Rusya ve Çin gibi ülkeler bir tarafa, bizzat Almanya ve Fransa gibi emperyalistler bile henüz bu tür bir yarışa girmeye hazır değildir. Bu yüzden de ABD emperyalizminin hamlelerine diğer emperyalist güçlerden gelen yanıtlar son derece cılız ve dolaylıdır.
Yeni dönemin ikinci bir karakteristik özelliği ise, ABD emperyalizminin saldırgan politikalarının hedefine diğer emperyalist güçleri oturtmaktan –en azından şimdilik– özenle kaçınmasıdır. Emperyalistler arasında süregiden paylaşım kavgası ve hegemonya yarışı, bugün de geçmişte olduğu gibi emperyalist savaşlar temelinde yaşanmaktadır, ama bir farkla; işler henüz emperyalist devletlerin bizzat birbirlerinin gırtlağına sarılmasını gerektirecek ölçüde kızışmamıştır. Şimdilik, paylaşım alanlarına zemin oluşturan bölgelerdeki etnik, dini veya ulusal her türden sorunlar kaşınarak, emperyalistlerin müdahalesine ortam hazırlanmakta ve böylece nüfuz alanları biçimlendirilmeye çalışılmaktadır. Emperyalistler şimdilik birbirleriyle direkt olarak karşı karşıya gelmektense çeşitli dolayımları kullanmayı tercih ediyorlar.
Avrasya denilen geniş coğrafya emperyalist paylaşım kavgasının ve hegemonya yarışının üzerinde yoğunlaştığı temel alandır. Emperyalistler yukarıda saydığımız araçların hemen hepsini kullanarak bölge üzerinde egemenlik kurmak için birbirleriyle kıyasıya bir rekabet içine girmişlerdir. Bölgedeki kan ve toz bulutunun arkasında yatan gerçek budur ve bu paylaşım kavgası devam ettikçe istikrarın gelmesi olanaksızdır. Emperyalistlerin amacı bölgedeki toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlara kalıcı çözümler getirmek değil, bu sorunları kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak egemenliklerini pekiştirmektir. Dolayısıyla önümüzdeki süreç bölgedeki istikrarsızlığın ve çatışmaların çok daha geniş bir coğrafyaya yayılmasıyla ilerleyecektir.
Genelde Avrasya denilen bölgede ve özelde ise Kafkasya ile Orta Asya’da yaşanan yeni gelişmeler, daha önceki süreçte lokal veya bölgesel görünen çatışmaların hızla büyümesi, istikrarsızlığın genel bir hal alması ve birbiriyle eklemlenmesinin bir sonucudur. Hegemonya yarışının bu bölgelerin herhangi birinde tekil olarak çözümlenmesi mümkün değildir. Taraflardan birisinin –bugünlerde Irak’ta ve Afganistan’da olduğu gibi– elde edeceği kısmi ve geçici başarılar, sadece ve sadece bir sonraki çatışmanın şiddetini ve etkisini büyütmeye yarayacaktır. Bu anlamda paylaşım kavgasının kaydığı yeni –aslında eski– bir bölge olarak Kafkasya, adım adım bu kanlı oyunun içine çekilmeye çalışılmaktadır.
Bir bütün olarak bakıldığında bölge, 1991 yılından bu yana sürekli bir istikrarsızlık haliyle karakterize olmuştur. Ancak emperyalist güçleri buraya çeken kuşkusuz bu sorunlara bir çözüm bulunması kaygusu değildir. Bölge devletlerinin son derece zengin petrol ve doğal gaz yataklarının veya bunların nakil yollarının üzerinde oturmaları, ayrıca Rusya ve Çin gibi, emperyalistler açısından öteden beri önem arz eden ülkelere komşu olmaları, emperyalist güçlerin ilgisini çeken asıl faktörlerdir. Avrasya denilen bölgeye hakim olan emperyalist gücün elde edeceği avantaj, emperyalistler arasındaki mevcut güç dengelerini temelinden sarsacak kadar büyüktür.
Hazar Denizi kıyılarında ve dibinde, dünyanın en büyük işletilmemiş petrol ve doğal gaz yatakları bulunmaktadır. Rakamlarla ifade edilirse burada 110 ile 243 milyar varil ham petrol bulunduğu (ki bunun parasal değeri de yaklaşık olarak 4 trilyon dolar civarındadır), hatta sadece Azerbaycan ve Kazakistan sınırları içerisinde 130 milyar varil işlenmemiş ham petrol olduğu tahmin edilmektedir.[2] Bu miktar, ABD’nin bugün sahip olduğu petrol rezervinin yaklaşık 3 katından fazladır ve ABD, petrol ihtiyacının büyük bir kısmını halihazırda OPEC ülkelerinden, yani Ortadoğu petrollerinden sağlamaktadır. Dönemin ABD başkan yardımcısı Dick Cheney Irak’ın işgali öncesinde verdiği bir demeçte “yakın gelecekte ABD’nin, petrol ihtiyacının yaklaşık 2/3’ünü Ortadoğu petrolleriyle karşılamak zorunda” kalacağını, bunun anlamının ise “ABD’nin OPEC denilen petrol üreticisi ülkelere daha fazla muhtaç hale gelmesi” olacağını belirtmiştir. Ayrıca Cheney, OPEC kartelinin başını çeken Suudi Arabistan’la arasındaki gerginlik göz önüne alındığında –çünkü Suudi yönetimi uzun zamandan beri, ABD’ye karşı dünyanın her yerinde eylemler gerçekleştiren İslamcı (Vahabi) terör gruplarını, en başta da El-Kaide’yi el altından desteklemektedir ve ABD yönetimi bu ülkedeki iktidarın bu grupların eline geçmesinden çekinmektedir–, ABD emperyalizmi için Hazar bölgesinin “stratejik açıdan aniden bu kadar büyük önemle ortaya çıktığı başka bir zaman” düşünülemeyeceğini de ifade etmiştir. Hazar Denizi petrollerinin işletime açılmasının petrol tekelleri açısından önemini vurgulamıştır.
Öte yandan bölgedeki petrol ve doğal gaz yataklarına sahip olunması, AB ülkelerinin ve Çin’in artan petrol ve enerji ihtiyaçlarının bizzat ABD kökenli petrol tekellerince sağlanabilmesi açısından da önemlidir. Bu noktadan bakıldığında, Hazar petrol ve doğalgazının ele geçirilmesi, ABD emperyalizmine ekonomik olduğu kadar siyasi açıdan da önemli bir avantaj sağlayacaktır. ABD ve Britanya kökenli petrol şirketleri (Exxon Mobil, Chevron Texaco ve BP) bu amaçla bölgeye şimdiden 30 milyar dolardan fazla yatırım yapmışlardır. Bu anlamda ABD emperyalizmi ve ona bağlı çokuluslu tekeller, bölgedeki en büyük sermaye yatırımcısı pozisyonundadırlar. Kaldı ki bu rakama IMF aracılığıyla yapılan veya bazı finans kuruluşlarının doğrudan yaptıkları mali yardımlar dahil değildir. Tüm bunlara ek olarak adı geçen petrol tekelleri aynı zamanda Rusya’daki bazı “oligark”ların[3]sahip olduğu petrol tekellerinin de en büyük ortağı durumundadırlar. Örneğin bunların ve Rusya’nın en büyüğü olan YUKOS tekelinin –tekelin sahip olduğu sermaye 40 milyar dolar gibi devasa bir düzeye ulaşmıştır ve bu tekel bugün dünyanın en büyük dördüncü petrol tekelidir– hisselerinin yaklaşık yarısını oluşturan 25 milyar dolarlık bir kısmı, bizzat Exxon Mobil tarafından alınmak istenmiştir. Ve bunun üzerine bu tekelin başında bulunan Hodarkovski, geçtiğimiz haftalarda Rusya devlet başkanı Putin’in talimatıyla gözaltına alınmıştır.
ABD emperyalizminin bölgeye yaptığı çıkartma harekâtı bunlarla da sınırlı değildir. Hazar Denizi çevresindeki petrol ve doğalgaz yataklarının işletilmesi ve bunların Avrupa ve Asya pazarlarına nakledilmesi amacıyla bölgeye yönelik ciddi projeler bulunmaktadır. Bunlardan en popüler olanı ise Türkiye’nin de içinde yer aldığı BTC (Bakû-Tiflis-Ceyhan) boru hattıdır.
ABD emperyalizminin ve onun yardakçılarının üstünde önemle durduğu ve bölgedeki nüfuzları açısından hayati bir mesele olarak gördükleri bu proje, Azerbaycan’daki Bakû’den başlayıp, Gürcistan’da Tiflis’ten geçerek Türkiye’deki Ceyhan limanı üzerinden Akdeniz’e açılmayı planlamaktadır. Böylelikle Hazar petrolleri, ekonomik açıdan maliyeti en yüksek proje olmasına rağmen, ABD emperyalizminin nüfuz alanında olan ülkelerin topraklarından geçecek ve elde edilecek kârın paylaşımı da, aslan payı ABD’li ve İngiliz petrol tekellerinde kalmak üzere bölge ülkeleri arasında paylaşılacaktır.[4] Oysa Rusya, ABD ve İngiliz kökenli petrol tekellerinin (BP, Exxon Mobil ve Texaco Chevron) desteklediği bu projenin karşısına, Kazakistan’dan başlayıp Karadeniz’deki bir Rus limanına (Navrossiski) açılan ve hem maliyeti daha düşük hem de yıllık petrol aktarım kapasitesi çok daha yüksek olan bir projeyle çıkmıştır. Diğer taraftan Çin ise, Hazar denizinden başlayıp (Kazakistan’daki Tengiz kentinden) kendi topraklarından geçen bir boru hattı projesini öne sürmüştür. Tüm bu projeler içerisinde bugün gerçekleşme ihtimali en yüksek olanı, bölgedeki nüfuzu en fazla olan ABD emperyalizminin savunduğu BTC boru hattı projesidir.
Sadece bu boru hattının kendisi bile 3,6 milyar dolarlık bir yatırımı içermektedir ve halihazırda Azerbaycan’da boru hattının yapımına başlanmıştır. BTC boru hattıyla dünya pazarına açılması öngörülen petrol rezervlerinin yanı sıra, doğalgaz kaynaklarının da Afganistan ve Pakistan üzerinden Hint Okyanusuna açılması ve böylece dünya piyasasına sunulması planlanmaktadır. ABD tüm enerji kaynaklarını, nakil hatlarını ve bunların işletilmesi için yapılmış ve yapılacak sermaye yatırımlarını garantiye almak için bölgeye ciddi boyutlarda askeri yığınak yapmıştır. Örneğin Afganistan’ın emperyalist güçlerce işgali ve Taliban rejiminin devrilerek yerine daha “güvenilir” bir yönetimin geçirilmeye çalışılmasının asıl sebebi, bu açıdan bakıldığında ülkeye “demokrasi” getirmek değil, çok uluslu tekellerin yatırımlarını güvenceye almaktır. Geçmişte bizzat ABD emperyalizmince finanse edilen ve CIA ajanlarınca eğitilen Taliban kuvvetlerinin bugün “gerici ve çağdışı” olarak görülmesinin ve Afganistan’ın El-Kaide militanlarına ve Usame bin Ladin’e yataklık yaptığı suçlamalarının arkasında yatan gerçek ise, “İslamcı-kökten dinci” örgütlerin OPEC kartelinin başını çeken Suudi rejimince destekleniyor oluşudur.
ABD emperyalizmi bu nedenle önce Afganistan’ı işgal etmiş, ardından Orta Asya’da yer alan Özbekistan’da ve Kırgızistan’da askeri üsler kurarak bölgeyi kontrol altına almaya çalışmıştır. Irak’ın işgaliyle Ortadoğu’da kendisi açısından gerekli düzenlemeyi yaptıktan sonra da şimdi Azerbaycan ve Gürcistan’da, eski SSCB üslerine yerleşerek konumunu pekiştirmeye çalışmaktadır. Tüm bu askeri üslerde 20 ilâ 30 bin arasında değişen sayıda ABD askeri ve bunların yanı sıra kayda değer ölçüde hava kuvvetleri bulunmaktadır. ABD emperyalizmi bölgede bizzat kendi askerlerini yerleştirdiği askeri üsler bulundurmanın yanı sıra, müttefiklerine ait askeri güçleri de bazen “barış gücü” bazen de “eğitim amaçlı” olarak bölgede konuşlandırmayı ihmal etmemiştir. Yine bir örnek vermek gerekirse Türkiye’nin Afganistan’da bulunan “barış gücü” askerlerinin yanı sıra, Azerbaycan’da, Özbekistan’da ve Gürcistan’da eğitim amacıyla yer alan askeri kuvvetleri yer almaktadır. Hatta geçtiğimiz yıllarda Gürcistan’da bulunan eski bir Sovyet hava üssü, maliyeti Türkiye tarafından karşılanarak onarılmış ve buraya Türk Hava Kuvvetlerine ait bir hava gücü yerleştirilmiştir.
Bu tablodan da rahatlıkla anlaşılacağı üzere, bugün bölgedeki en etkin güç ABD emperyalizmidir. Ancak ABD emperyalizminin bu hamleleri karşısında, Almanya’nın başını çektiği diğer emperyalist güçlerin ve Rusya ile Çin gibi bölgede söz sahibi olmak isteyen kapitalistlerin boş durduğu da söylenemez.
Bölgede ABD’den sonra gelen en büyük sermaye yatırımcısı emperyalist güç AB’dir. Özellikle Almanya, Rusya ile olan ilişkilerini de kullanarak bölgeye ilgisiz kalmadığını göstermiştir. AB’nin para olarak sermaye ihracı ABD ile karşılaştırıldığında son derece sönük kalsa da, bölge ülkeleriyle geliştirilen birtakım ortak projeler ve konsorsiyumlar aracılığıyla kendi varlığının temellerini atmıştır. Bu ortak projelerden üçü (TRACECA, INOGATE ve TACIS)[5] özellikle önemlidir ve tamamen ABD emperyalizminin ele geçirmeye uğraştığı petrol-doğalgaz yatakları ile bunların nakil hatları üzerinde AB’yi oluşturan emperyalistlerin de son derece ciddi emellerinin olduğunun kanıtıdır. Bu girişimler sonucu, her üç Kafkasya ülkesinde de geleceğe dönük olarak AB’ye girme perspektifi oluşmaya başlamıştır. Bu projeler üzerinden AB emperyalistleri, Hazar Denizinden Avrupa’ya uzanan ve “21. yüzyıl İpek Yolu” projesi adını verdikleri bir koridor açmayı, bu koridor üzerinden hem petrol ve doğalgaz naklini sağlamayı hem de koridor üzerindeki ülkeleri kendi nüfuzlarına kazanmayı hedeflemektedirler.
Kafkasya bölgesinin kontrolü AB’li emperyalistlere potansiyel bir enerji kaynağının, ticaret yolunun ve ciddi bir pazarın ele geçirilmesinin yanı sıra, ABD emperyalizmi ile giriştiği hegemonya yarışında da önemli bir avantaj sağlayacaktır. Daha doğrusu olay tersinden konulursa, bu bölgedeki kontrolün tamamen ABD emperyalizmine kaptırılması, yarışta zaten geride olan AB’li emperyalistler ile ABD arasındaki farkın iyice açılmasını ve ardından da ağır bir ekonomik çöküşü beraberinde getirebilecektir.
Öte yandan bölgede ABD emperyalizminin hegemonik rakibi olarak ortaya çıkan asıl güç, genç ve ekonomik durumu henüz yeterince kuvvetlenmemiş olan Rusya kapitalizmidir. Yine de Rusya, bölge ülkeleri üzerindeki siyasi ve ekonomik etkisi bakımından olduğu kadar, askeri gücü bakımından da ABD emperyalizmine rakip olarak görülebilecek bir düzeydedir. Her ne kadar bu rekabet doğası gereği ABD lehine eşitsiz olsa da, geçmişte SSCB dönemindeki ekonomik ve siyasi yapılanmanın oluşturduğu nesnel zemin Rusya’ya önemli avantajlar sunmaktadır.
Rusya ile ABD arasındaki rekabetin en belirgin iki göstergesi, bölge ülkelerindeki askeri üslerin varlığı ile BTC boru hattı projesi üzerinden yaşanan çekişmelerdir. Kafkasya ve Orta Asya birlikte ele alındığında, Karadeniz-Avrupa-Çin arasında kalan bir coğrafyayı oluşturur. Ermenistan’da, Gürcistan’ın özerk bölgeleri olan Acaristan, Abhazya ve Güney Osetya’da, Kazakistan’da, Türkmenistan’da, Kırgızistan’da ve Tacikistan’da Rusya’nın askeri üsleri bulunmaktadır ve bu ülkeler Rusya ile ekonomik-siyasi işbirliği içindedir. AB’yi de arkasına alan Rusya kapitalizmi, bu ülkeleri kendi ekonomik ve siyasi nüfuz alanı içerisinde tutmaktadır. Benzer şekilde ABD’nin de Azerbaycan’da, Gürcistan’da, Özbekistan’da ve Kırgızistan’da askeri üsleri mevcuttur ve üstelik ABD emperyalizminin bölgeye yaptığı sermaye yatırımları ile hiçkimsenin boy ölçüşmesi mümkün değildir. ABD emperyalizminin derdi, yaptığı yatırımların neticesini alabilmek için bu coğrafyayı kendisi açısından güvenli ve kârlı bir şekilde dünya pazarına bağlamaktır
Geçtiğimiz yıllarda (1999) İstanbul’da yapılan AGİT (Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı) zirvesinde alınan kararlar sonucu, Rusya birçok bölge ülkesindeki eski askeri üslerini kapatmakta ve bunların yerini ABD ve Türkiye’nin (!) askeri güçleri almaktadır. Zaten halihazırda askeri üslerin varlığı konusu ABD ile Rusya arasında hegemonya mücadelesinin bir argümanı ve aracı haline gelmiştir. Emperyalist rekabeti örtmek için sıkça kullanılan bir diğer argüman ise, daha önce de bahsettiğimiz gibi “terörle mücadele”dir. Bağımsızlığını ilan ettiği 1991 yılından beri Çeçenistan ile başı dertte olan Rusya, bu ülkenin siyasi bağımsızlığını tanımış olmakla birlikte, ülkede iktidarı ele geçirmeye çalışan radikal İslamcı gruplara karşı halen devam etmekte olan bir savaş yürütmektedir. Bu savaşta bugüne kadar Çeçen halkının neredeyse üçte biri yok olmuştur. Rusya kapitalizmi açısından bakıldığında, Çeçenistan bir “iktidar barometresi”dir. Diyebiliriz ki, Türkiye burjuvazisi açısından Kürt sorunu ne anlam ifade ediyorsa, Rusya için de Çeçenistan’ın anlamı bir ölçüde benzerdir. Rusya’nın egemen sınıflarının “sert” temsilcisi Putin, Çeçenistan sorununu ve Çeçen gerillaları bahane ederek defalarca Gürcistan sınırları içerisinde askeri operasyonlar düzenletmiş ve Çeçen halkının ağırlıklı olarak yaşadığı bölgeleri bombalatmıştır. Gürcistan sınırları içinde kalan ve Pankisi Vadisi denilen bölge, Çeçen halkının ve/veya göçmenlerin daha yoğun olduğu bir bölgedir. Bu bölge pek çok kez bombalanmıştır. Saldırılara gerekçe olarak da, Gürcistan’daki siyasi “otorite” boşluğu gösterilmiştir. Öteden beri Çeçen gerillaları eğittiği ve finanse ettiği bilinen ABD emperyalizmi, son olarak Rusya’nın bu gerekçesini boşa çıkarmak amacıyla Gürcistan’a, Gürcü ordusunun subaylarını “terör”e karşı mücadelede eğitmek bahanesiyle askeri uzmanlar göndermiş ve Pankisi vadisinde bir askeri üs kurmuştur. ABD’nin bu hamlesine karşılık olarak Rusya da AGİT zirvesinde söz vermesine rağmen bölgedeki eski Sovyet üslerini terk etme işini ağırdan almakta, hatta etnik ve milliyetçi ayrılıkları körükleyerek bölgedeki askeri üslerin varlığını gerekçelendirmeye ve nüfuzunu korumaya çalışmaktadır.
Tüm bu açılardan bakıldığında bölge gerçekten de emperyalist kamplar arasında dönen “oyun”ların alanı haline gelmiştir. Bahsi geçen petrol-doğalgaz yatakları ile nakil hatlarının üzerinde bulunan iki ülke olarak Azerbaycan ve Gürcistan’da yaşanan gelişmeler bu nesnellik üzerinden değerlendirilmelidir.
Azerbaycan ve Gürcistan’da neler oluyor?
15 Ekimde Azerbaycan’da ve 2 Kasımda Gürcistan’da gerçekleşen parlamento ve devlet başkanlığı seçimleri ve sonuçları, Kafkasya üzerinde dönen emperyalist “oyun”ların hangi yönde ve araçlarla devam edeceğinin kestirilebilmesi bakımından önemlidir. Ayrıca her iki ülkedeki seçim sürecinin gösterdiği bir başka olgu da, yıllardır emperyalistlerin kâr hırsı ve rekabeti yüzünden kurtulamadıkları yoksulluktan, açlıktan, etnik veya milliyetçi temellerde yaşanan anlamsız savaşlardan ve çatışmalardan bıkmış olan bölge halklarının ve işçi sınıfının biriktirdiği bıkkınlık ve öfke duygularıdır.
Her iki ülke de, SSCB’nin çöküşünün ardından 1991 yılında bağımsızlıklarını ilan etmiş ve yaklaşık kesintisiz devam eden bu 12 yıllık süreçte eski Sovyetler Birliği’nin üst düzey bürokratları olan Eduard Şevardnadze (SSCB’nin son dışişleri bakanı) ve Haydar Aliyev (SBKP Merkez Komitesi Üyesi) tarafından yönetilmişlerdir. Yine her iki liderin bir diğer ortak özelliği de, eski SSCB devletlerindeki kapitalist restorasyon sürecinin önde gelen savunucuları ve uygulayıcıları oluşlarıdır.
Şevardnadze SSCB’nin son dışişleri bakanı sıfatıyla, Gorbaçov döneminde, Berlin duvarının yıkılması ve akabinde Doğu Almanya’nın Batıyla birleşmesinde çok ciddi bir rol oynamış ve bu sebeple de emperyalist sistemin gözünde son derece güvenilir bir devlet adamı olarak yer etmiştir. Ardından 1991’de ülkesine döndüğünde adeta bir kahraman gibi karşılanmış, fakat geçen 12 yıllık sürede, bir zamanlar SSCB’nin gelir düzeyi en yüksek devletlerinden birisi olan Gürcistan’ın kişi başına düşen GSMH’sini 30 dolara kadar indirmeyi başararak halkının neredeyse %60’ını yoksulluk sınırının altında yaşamaya mahkum etmiştir. Ekonomik kaynakları son derece sınırlı ve yetersiz bir ülke olan Gürcistan, SSCB döneminde –birleşik ekonominin getirdiği avantajlar sayesinde– çok daha iyi bir konumdayken, bugün emperyalist devletlerin ve tekellerin 12 yıllık amansız yağması, soygunu ve talanı sonucu, işsizliğin ve yoksulluğun tüm topluma egemen olduğu, sonradan görme “oligark”ların sahip olduğu tekellerin, mafyanın, yolsuzluğun, fuhuşun ve uyuşturucu ticaretinin kol gezdiği bir topluma dönüşmüştür. Bu dönüşümün en büyük mimarı da emperyalistlerin “haklı” övgüsünü ve desteğini alan Şevardnadze’dir.
Azerbaycan halkının kaderi de farklı olmamıştır. Ekonomik açıdan Gürcistan’la kıyaslanamayacak ölçüde zengin petrol ve doğalgaz kaynaklarına sahip bir ülke olmasına rağmen Azerbaycan da, eskinin “komünist” bürokratı Haydar Aliyev’in idaresinde Gürcistan’la aynı kaderi paylaşmıştır. Ülke bugün alenen Aliyev “hanedanlığı”na dönüşmüştür. Eskinin gözde “komünist” bürokratlarından birçoğunu bünyesinde barındıran Aliyev ailesi, kapitalizmin restorasyonu sürecinde ülkenin bir numaralı burjuva ailesine evrilmiş, Azerbaycan halkı ve işçi sınıfı ise topluma egemen olan mafyatik ve yozlaşmış ilişkilerin kurbanı haline gelerek gitgide yoksullaşmıştır.
Her iki ülke halkının –ve bölgedeki tüm diğer halkların– kader ortaklığını belirleyen bir başka olgu da etnik ve milliyetçi temelde yaşanan ve sonu gelmeyen bölgesel çatışmalardır. Gürcistan’ın Acaristan, Abhazya ve Güney Osetya ile yaşadığı sorunların aynısını, Azerbaycan ve Ermenistan halkları da Dağlık Karabağ bölgesi üzerinden yaşamışlardır. On binlerce insanın ölümü ve çok daha fazlasının göç etmek zorunda kalmasıyla sonuçlanan çatışmalar, emperyalistlerin bölgedeki hakimiyetlerini kurmalarının aracı haline gelmiştir.
Sonuç olarak bölge, sıcak çatışmaların ve iktidar mücadelelerinin hiç eksik olmadığı kaynayan bir kazan görünümüne bürünmüştür. Petrol ve doğal gaz yatakları gibi zenginlik kaynakları, emperyalist-kapitalist çekişmeler ve iktidarlar yüzünden bölge halkına ve işçi sınıfına sadece acı, kan, göz yaşı ve sefalet getirmiştir. Emperyalist-kapitalist tekellerin ve egemen sınıfların çıkarlarına feda edilen bölge halklarının geleceği, son seçimlerin gösterdiği üzere, yine aynı suç faillerinin ellerine terk edilmektedir. İşte her iki ülkede eş zamanlı olarak yaşanan seçim atmosferini belirleyen toplumsal koşullar bunlardır.
Dolayısıyla seçim sürecinde yaşananların ve sonrasında ortaya çıkan tablonun, işçi ve emekçi sınıflar açısından yegâne anlamı, kendilerine yeni acılar yaşatacak burjuva iktidarın, emperyalist kampların hangisinin temsilcisi olacağının belirlenmesi olmuştur. Bu gözle bakıldığında bölgede yaşayan işçi ve emekçi sınıflar açısından değişen hiçbir şey yoktur. Tersine, 12 yıl önce SSCB bürokrasisinin diktatörlüğü altında ezilmekten kendilerini kurtaracağı umuduyla kapitalizm savunucularını sevinç gösterileriyle karşılayan halk kitleleri, bugün çektikleri yoğun sefaletin ve açlığın altında eskiyi mumla arar hale gelmişlerdir. Gerçek bir devrimci alternatifin yokluğunda kitleler, kendilerine eski “güzel” günlere dönmeyi vaat eden –ama bir yandan da burjuvaziye asla eski günlere dönülmeyeceğinin garantisini veren– sözde Komünist Partilerle, burjuva düzeninin diğer siyasal temsilcileri arasında gidip gelmektedir. Yine de eskinin despotik-bürokratik diktatörlükleri altında yaşamış bu halkların hemen hepsinin bilincine kazınmış olan gerçeklik, kapitalizm altındaki burjuva diktatörlüğün eskiyi aratmayacak ölçüde kendilerini ezdiğidir.
Oysa bölge halklarının sırtından kazanılan korkunç kârların nasıl paylaşılacağını belirleyen büyük “oyun”un aktörleri olan emperyalist-kapitalist iktidarların, çıkar odaklarının ve tekellerin gözünde seçimler ve sonuçları hayati derecede önem taşımaktadır. Burjuva ideologları ve medyası seçimleri, bir zamanların “sosyalist” ülkelerinde kurulmuş olan burjuva demokrasilerinin işleyişi açısından bir sınav olarak lanse etmişlerdir. Bu yüzden de, daha seçimlerin arifesinde yüzlerce gözlemci ve burjuva politikacısı bölgeye akın etmiş ve tüm gelişmeleri an be an emperyalist metropollere aktarmıştır. Seçimlerin ertesinde, bu gözlemcilerin yorumlarından aslen iki farklı sonuç çıkmaktadır. Birincisi, ki bu yorumlar daha çok AB ülkelerinden gelen gözlemcilere aittir, her iki ülkedeki seçimlerin son derece “anti-demokratik” koşullarda gerçekleştiği ve seçimlere hile karıştığı, çoğu seçim bölgesinde binlerce seçmenin oy kullanamadığı, seçim sonuçlarının manipüle edildiği ve oyların mevcut iktidarların istediği biçimde sayıldığı yönündedir. Her iki ülkedeki muhalefet partilerinin seçim sonuçlarına itiraz etmeleri ve taraftarlarını sokağa dökerek seçim sonuçlarını kabul etmediklerini ilan etmeleri de kuşkusuz bu gözlemleri doğrulamaktadır.
Ne var ki, burjuva gözlemcilerinin yeri göğü inleterek feryat etmelerine sebep olan bu durum, işin aslı en “demokratik” burjuva rejimlerinde de farklı değildir. Bir örnek olarak ABD’deki son başkanlık seçimlerinde dönen dolaplar hatırlanacak olursa, “demokrasinin göz bebeği” olmakla övünen burjuva ülkelerinde bile seçimlerin ne kadar “demokratik” olduğu anlaşılacaktır. Doğrusu, burjuva diktatörlüğünden başka bir şey olmayan burjuva demokrasilerinde, seçimlere hile karıştırılması bir istisna veya sadece “çarpık” kapitalistleşmiş ülkelere özgü bir olgu değil, neredeyse genel bir kuraldır. Gürcistan ve Azerbaycan’da yapılan seçimlerde bu genel kuralın biraz fazlaca ve açıktan işlemiş olması, iktidar mücadelesini koşullayan çıkar çatışmalarının ne denli kızıştığının göstergesinden başka bir şey değildir.
İkinci tür yorumlar ise başta ABD olmak üzere, İngiltere ve Türkiye gibi ABD emperyalizminin dümen suyunda olan ülkelerin temsilcilerinden gelmiştir. Bunlara göre de, örneğin Azerbaycan’daki seçimler son derece “demokratik” ve “demokrasi” açısından son derece tatmin edicidir, fakat Gürcistan’daki seçimler ise kesinlikle protesto edilmesi gereken ölçüde “demokrasi kurallarına” aykırı ve gayri meşru biçimde yapılmıştır. Doğal olarak, emperyalizmin bu ikiyüzlü demokrasi anlayışından insanın midesinin bulanmaması imkânsızdır. Burjuvazinin “demokrasi” adı altında oynadığı bu ikiyüzlü ve sahtekâr oyun bir tarafa, Azerbaycan’da seçimin ertesinde yaşanan gelişmeler, muhalefet taraftarlarının yaptığı protesto gösterilerinin polis ve askerler tarafından vahşice bastırılması bile, burjuvazinin demokrasi anlayışını gözler önüne sermek için yeterlidir. Azerbaycan’da ve onun öncesinde Ermenistan’da yaşanan seçimler de sonuna kadar hileli olmasına rağmen, ABD emperyalizmi her zamanki ikiyüzlülüğüyle sadece ve sadece çıkarlarına ters düştüğü için Gürcistan’daki seçimleri “geçersiz” ilan etti.
İşin aslına bakılırsa her iki ülkede de seçimlerin sonucunu belirleyen ana faktör, halkın kullandığı oylardan ziyade, emperyalist devletlerin, tekellerin ve egemen sınıf içindeki güç odaklarının çıkarları olmuştur. İşçi sınıfı açısından bakıldığında, yaşananların anlamı burjuvazinin biçimsel demokrasisinin ne kadar gericileştiği ve yozlaştığıdır. Milyonlarca insanın kaderi bu göstermelik demokrasi oyununun sahnelendiği tiyatro salonunun perde arkasında, meclis salonlarında, lobilerinde, gizli oturumlarda ve kapalı kapıların ardında belirlenmektedir.
Gerçekler, yüzeyde yaşanan olayların daha altında, derinlerde yatmaktadır. Azerbaycan’daki seçimlerden başarıyla çıkan Aliyev iktidarı, 12 yıldan beri ülkeyi kapitalist sisteme istikrarlı bir biçimde taşımasının ödülünü almış, daha doğrusu, gizli pazarlıklar sonucu ABD emperyalizminin desteğini son anda arkasına alarak ayakta kalmayı başarmıştır. Gürcistan’da kaybeden Şevardnadze ise benzer şekilde, ABD emperyalizminin desteğini kaybettiğinden yıkılmıştır.
ABD emperyalizminin ve müttefiklerinin bölgedeki çıkarlarının kararlı bir savunucusu olan Haydar Aliyev, 11 yıl önce (Türkiye burjuvazisinin muhalefetine ve pek açığa çıkmayan ayak oyunlarına, darbe girişimlerine rağmen) bir askeri darbe sonucu ele geçirdiği iktidarı büyük bir ustalıkla korumuş, bu sürede tüm siyasi rakiplerini ezerek ve halkı tam bir despot gibi yöneterek ömrünü tamamlamıştır. Seçimlerden kısa bir süre önce de bozulan sağlığını bahane ederek, yönetimi fiilen oğlu İlham Aliyev’e devretmiştir. Babası gibi “kurt” bir politikacı olmamasına rağmen, mevcut siyasi dengelerin bir sonucu olarak çıkar sahiplerinin üzerinde karar kıldığı İlham Aliyev’in cumhurbaşkanı olarak seçilebilmesinin ardında yatan önemli bir faktör vardır. Bu, ABD’nin desteklediği BTC boru hattı projesinin geleceğini ve böylece de bu projeye milyarlarca dolar yatırım yapmış olan çokuluslu petrol tekellerinin yatırımlarını garantiye almak konusunda İlham Aliyev’den daha iyi bir aday bulunamamış olmasıdır. Gerçi Aliyev “hanedanlığı”, halkın gözünde büyük ölçüde itibar kaybetmiştir –bu yüzden Bush yönetimi farklı alternatifleri ciddi biçimde değerlendirmektedir. Ancak bölgedeki siyasi güç dengelerinin korunmasının ABD ve Rusya gibi çıkar sahibi taraflar açısından da öncelikli hale gelmesi sonucunda, baba Aliyev’in temsil ettiği politikaları devam ettirmek konusunda kesin garanti veren İlham Aliyev’in seçilmesi, emperyalistlerce onaylanmıştır. Zaten daha resmi seçim sonuçlarının açıklanmasına bile gerek duyulmadan, TC başbakanı Erdoğan ve cumhurbaşkanı Sezer, İlham Aliyev’i arayarak tebriklerini iletmişler, arkasından Bush yönetimi ve Putin de Aliyev’i desteklediklerini açıklamışlardır.
Emperyalistlerin bir başka “eski” dostu Şevardnadze’nin kaderi ise farklı olmuştur. Öncelikle belirtmek gerekir ki, Gürcistan Azerbaycan’a nazaran siyasi güç dengelerinin daha farklı konumlandığı bir ülke olduğundan[6], ABD ve Rusya’nın tepkileri de farklı biçimde ve düzeyde açığa çıkmıştır. 12 yıllık icraatı süresince halk desteğini neredeyse tamamen yitiren Şevardnadze’nin ne ABD ne de Rusya açısından desteklenebilir bir yanı kalmadığı aşikârdır. Kendisi de bunun farkında olan Şevardnadze, yıllarca ABD emperyalizminin çıkarlarını açık biçimde savunduğu halde, gelinen noktada, Bush yönetiminin kendisinden ümidi kestiğini anlamış ve elini kuvvetlendirmek için ABD’ye karşı Rusya kartını oynamış ve bu da onun sonunu hazırlamıştır.
ABD’den aldığı desteği yitirdiğini anlayan Şevardnadze, iktidarının son aylarında, devlet tekeli Gazprom ile bir anlaşma yaparak Rus firmalarına önemli sondaj hakları ve imtiyazlar vermeyi taahhüt etmişti. Bu anlaşma hayata geçtiği takdirde, sadece Rus devlet tekeline milyonlarca dolar kazandıracak olmasının yanı sıra, Gürcistan’ın bütün petrol ve doğal gaz dağıtım ağını da Gazprom’un denetimine verecekti. Böylece Gürcistan çok daha ucuza doğal gaz satın alabilecek ve büyük bir doğal gaz stokuna kavuşacaktı. Enerji stokları açısından daha önceki yıllarda ciddi sorunlar yaşayan Gürcistan açısından bu önemli bir kazanımdı. Üstelik doğalgaz fiyatlarının düşecek olması ve bir önceki kışı doğal gaz yokluğu nedeniyle soğukta geçiren halk açısından bakıldığında, bu girişim Şevardnadze’nin seçim öncesinde sıfıra yaklaşmış olan popülaritesini de arttıracaktı.
Yine de işin aslı, bu adım Şevardnadze açısından Rusya’nın saflarına geçmek anlamına gelmiyordu. Fakat BTC boru hattına milyarlarca dolar yatırım yapmış olan ve Rusya ile giriştiği hegemonya mücadelesinde bu boru hattına son derece önem veren ABD emperyalizmi için, olay bardağı taşıran son damla oldu. Bu yüzden de Bush yönetimi Şevardnadze’nin yerine bizzat kendi yetiştirmesi olan, yüksek eğitimini ABD’de almış bir burjuva politikacısını, Mihail Saakaşvili’yi öne çıkarttı ve destekledi.
Seçimlerden önce Temmuz ayında Bush yönetimi eski dışişleri bakanı James Baker’ı Tiflis’e göndererek, Şevardnadze’ye “Kasım ayında yapılacak seçimlere hile karışmasını önlemek” amacıyla hazırlanmış bir plan önerdi. Bu plan aslında Şevardnadze’nin zorluk çıkartmadan çekilmesi önerisini içeriyordu, fakat kabul edilmedi ve 2 Kasımda seçime gidildi. Seçim sonuçları açıklandığında Şevardnadze’nin desteklediği iktidar partisinin % 80’e varan bir oy oranıyla seçimleri kazandığı ilan edildi.
Olaylar bir karmaşa içinde ilerledi. Henüz resmi seçim sonuçları açıklanmadan, Saakaşvili liderliğindeki muhalefet sokakları doldurmaya başladı. 10 binden fazla insan Meclis binasının önüne kamp kurarak Şevardnadze istifa etmeden yerlerinden ayrılmayacaklarını ilan ettiler. Acaristan ve diğer özerk yönetimlerle birlikte Putin Şevardnadze’ye destek vermesine rağmen, Bush yönetiminin araya girmesiyle ordu ve polis saf değiştirdi. Bunun sonucunda, 22 Kasım sabahı Saakaşvili, başını çektiği muhalefetin birkaç bin taraftarıyla birlikte meclisin seçim sonrası ilk oturumunda salonu basarak Şevardnadze’yi salondan attı. Ardından yine muhalefetin önde gelen temsilcilerinden Nino Burjanadze geçici olarak devlet başkan vekilliğine atanarak, 4 Ocak 2004’te başkanlık seçimlerinin tekrar yapılacağı ilan edildi.[7] Şevardnadze ise artan baskılara dayanamayarak, Bush yönetiminin ve Rusya dışişleri bakanı İvanov’un da araya girmesiyle devlet başkanlığı görevinden istifa etti. Böylelikle Gürcistan’ın 12 yıllık devlet başkanı Şevardnadze, kelimenin tam anlamıyla ABD yönetimi tarafından desteklenen bir darbeyle yıkıldı.[8]
Demokratik bir halk ayaklanması süsü verilmeye çalışılan bu darbe, her ne kadar burjuva basında “kadife devrim” ifadesiyle lanse edilse de gerçekte bir devrimin çok uzağındaydı ve olası bir halk ayaklanmasından ölesiye korkan ABD destekli muhalefet lideri Saakaşvili’nin iktidarı ele geçirmesiyle sonuçlandı. Seçim tarihinin birkaç gün öncesinden itibaren parlamento önündeki meydanı doldurmaya başlayan ve sayıları gittikçe artarak on binleri bulan öfkeli kalabalıklar ise bu darbede sadece figüran olarak kullanıldılar. Kuşkusuz kalabalık halk kitlelerinin istediği şey, Şevardnadze gibi emperyalizme uşaklığı tescillenmiş bir burjuva düzenbazın yerine bir başka düzenbazın geçmesi değildi. Onların öfkesi yıllardır kendilerini yokluğa ve sefalete sürüklemekten başka bir icraat yapmayan burjuva politikacılarına yönelikti. Fakat henüz haklı öfkelerini burjuva düzenin kendisine yöneltmek gerektiği bilincinden uzak olduklarından, Gürcistan tarihinde ikinci kez, burjuvazinin çıkarlarının basit bir aracı olmaktan kurtulamadılar. Yine de Saakaşvili liderliğindeki muzaffer darbecilerin, kitlelerin öfkesinin daha da ilerlemesinden duydukları korku, darbe girişiminin her safhasında geri adım atmalarından, tavizler vermelerinden ve kararsız davranmalarından rahatlıkla anlaşılabilir.
Aslında taraflar arasında en kararlı ve tutarlı olanı, büyük ihtimalle ABD büyükelçisi Richard Miles’tı. Çünkü ABD emperyalizmi açısından Gürcistan’da yönetimi hangi gurubun ele geçireceği sorunu, burjuva liberallerin pek meraklı oldukları türden demokrasicilik oyunlarıyla riske atılamayacak kadar önemliydi. Rusya dışişleri bakanı İvanov, Komsomolskaya Pravda gazetesine verdiği bir demeçte, olanların kendiliğinden gerçekleşmediğini kanıtlayacak yeterli olgunun bulunduğunu belirtti. İvanov, “ABD büyükelçisi Richard Miles bu olaylara karıştı, 2 Kasım genel seçimine gözlemci olarak katılan Amerikalılar da darbeye zemin hazırladı. Eski ABD Dışişleri Bakanı James Baker'ın seçimin adil yapılması için Tiflis'e gönderilmesinin amacının, Şevardnadze'yi görevinden ayrılmaya ikna etmek olduğu açıklık kazandı” diyerek, seçim sonrası gerçekleştirilen darbenin ABD destekli olduğunu açıktan deklare eden ilk taraf oldu. Olaylar yakından incelendiğinde Bush yönetiminin darbeyi gerçekleştiren Saakaşvili liderliğindeki muhalefet gurubuna ciddi ölçüde maddi ve manevi (!) destekte bulunduğunun görülmesi kaçınılmazdır.
Emperyalist kavga yayılıyor
Her ne kadar Azerbaycan’da İlham Aliyev’in muhalefeti bastırmasıyla ve Gürcistan’da da Şevardnadze’nin istifasıyla bölgede durum büyük oranda sakinleşmiş gibi gözükse de, hiç kuşku yok ki yaşananlar sadece büyük “oyun”un açılışında yer alan bir uvertür yerine geçecektir. Azerbaycan’da İlham Aliyev yönetiminin onaylanmasıyla, Gürcistan’da Şevardnadze’nin devrilmesi birbiriyle çelişkili iki olgu olarak görünse de, bu, Rusya ile ABD’nin geçici olarak vardıkları bir uzlaşmanın sonucudur. Şimdilik Rusya ABD’nin BTC boru hattı projesine karışmayacağını ve ABD de Rusya’nın Gürcistan’da elde ettiği bazı imtiyazlara dokunmayacağını taahhüt ettiğinden, ortalık biraz durulmuş görünmektedir. Fakat Gürcistan’daki seçimlerin ardından yaşanan bazı gelişmeler, bu konsensüsün fazla uzun sürmeyeceğinin işaretlerini vermektedir.
Başta Acaristan olmak üzere Gürcistan’a bağlı özerk cumhuriyetler, bölgenin hakimiyetini ABD emperyalizmine kaptırmak istemeyen Rusya tarafından kışkırtılmaktadır. Buna karşılık, ABD emperyalizminin ve çokuluslu petrol tekellerinin sözcüsü Bush yönetimi de, Rusya’yı Gürcistan ve Moldova’da bulunan askeri üslerini boşaltmadığı gerekçesiyle sıkıştırmaktadır.
Öteden beri Rusya ile fazla sıkı fıkı olan özerk cumhuriyetler, Saakaşvili yönetiminin tüm çabalarına rağmen Gürcistan’ın parçalanmasına giden yolu açmış durumdadırlar. Acaristan Tiflis’le ilişkilerini koparırken, Güney Osetya’nın da Rusya ile birleşmek istediğini açıklaması ve bir diğer özerk yönetim olan Abhazya’nın “biz zaten bağımsızız” biçimindeki açıklaması, bölgenin kısa bir zaman dilimi içerisinde 10 yıl önceki gibi kanlı bir iç savaşa sürüklenebileceğini göstermektedir. Rusya görünüşte Gürcistan’ın bütünlüğünü savunduğunu söylese de, el altından –hatta bazen açıktan– özerk cumhuriyetlerin ayrılıkçı tavırlarını desteklemekte, böylelikle ABD yanlısı bir yönetimin işbaşına geldiği Gürcistan’ın aksine bu bölgeleri kendi nüfuz alanı içinde tutmaya çalışmaktadır.
Diğer taraftan bölgede bir iç savaş veya sıcak çatışmalar yaşanması ihtimali, BTC boru hattı projesinin finansmanını da tehlikeye sokmuştur. 250 milyon dolarlık kısmı 12 Aralıkta Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) tarafından onaylanmış olsa da, %70’i borçla finanse edilecek ve %30’u da petrol tekelleri tarafından karşılanacak olan projenin kredi anlaşmasının imzalanmasıyla birlikte, sadece Azerbaycan’daki kısmının inşaatı için gerekli olan 60 milyon dolarlık kredi kullanıma açılmış oldu. Fakat bu miktar toplam meblağın yanında (3,6 milyar dolar) son derece küçük bir parçadır ve Gürcistan’da yaşanacak bir iç savaş yüzünden veya bölgedeki sıcak çatışmaların tekrar alevlenmesi sebebiyle kredinin kalan kısmının ertelenmesi ihtimali, başta ABD’li petrol tekelleri olmak üzere Azerbaycan ve Türkiye burjuvazisi açısından da kaygı vericidir. Bu yüzden de Bush yönetimi, önce AGİT’in 2 Aralıktaki toplantısında “Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü zayıflatmak isteyen unsurlara destek olunmamalı” diyerek, ardından da Moldova ve Gürcistan’daki eski askeri üslerini bir an önce terk etmesi konusunu açarak Rusya’ya gözdağı vermeye uğraşmaktadır.
Her halükârda ABD ile Rusya arasındaki hegemonya mücadelesi seçimlerden bu yana artarak şiddetlenmiştir. Rusya’nın egemen sınıfları Gürcistan’a bağlı özerk cumhuriyetler ve bölge devletleri üzerindeki tarihi ve siyasi nüfuzunu kullanarak, ABD emperyalizmi ise ekonomik, askeri ve siyasi gücüyle elde ettiği nüfuz alanlarına dayanarak Kafkasya’da hakimiyeti ele geçirmek için kavgaya tutuşmuş durumdadırlar. Ayrıca unutulmamalıdır ki, emperyalistler arasındaki paylaşım kavgası ve hegemonya yarışı anlamına gelen “büyük oyun”un aktörleri sadece ABD ve Rusya değildir. Orta Asya söz konusu olduğunda Çin de işin içine girerken, dünya ölçeğinde bakıldığında kavganın asıl tarafları ABD ve AB emperyalizmidir.
Rusya ve Çin’in egemen sınıfları açısından sorun Kafkasya ve Orta Asya’dan ibaret olsa da, ABD’li ve AB’li emperyalistlerin derdi hegemonya yarışını dünya ölçeğinde kazanmaktır. Emperyalist piramidin tepesinde yer alan ABD emperyalizmi için sorun yerini korumak iken, AB’li emperyalistlerin derdi de ABD’nin bu konumunu sarsmaktır. ABD emperyalizminin emellerine ulaşmasının ve dünya “imparatorluğu”nu kurmasının yolu Avrasya denilen geniş coğrafyada nüfuz alanlarını oluşturmasından geçiyor. Ancak Avrasya emperyalistler arası rekabetin yaşandığı tek coğrafya değildir. Latin Amerika’dan Afrika’ya, Güneydoğu Asya’dan Balkanlar’a kadar dünyanın dört bir yanı, paylaşım kavgasının gittikçe şiddetlendiği bir savaş alanına dönmüştür.
ABD emperyalizminin 11 Eylül sonrasında ilan ettiği “uluslararası terörizm”e karşı küresel savaş, kimi burjuva ideologlarınca “medeniyetler arası bir çatışma” veya “İslam alemi ile Hıristiyan dünya arasında, barbarlıkla uygarlık arasındaki bir savaş” olarak nitelendirilse de, emperyalist paylaşım kavgası ve hegemonya yarışı bu türden kelime oyunlarıyla gizlenemeyecek ölçüde şiddetlenmiş ve açıktan yürümeye başlamıştır.
ABD emperyalizminin arka bahçesi saydığı Latin Amerika ülkelerinden Kolombiya ve Venezuela’da giriştiği üstü örtülü operasyonlar da bu hegemonya mücadelesinin birer parçasıdır. Benzer şekilde, Afrika kıtasının, milyonlarca insanın açlığın pençesinde kıvrandığı, emperyalistlerin ve çokuluslu tekellerin kendi çıkarları uğruna etnik çatışmaları ve iktidar mücadelelerini alabildiğine körüklediği, kabile savaşlarında on binlerce insanın vahşice katledildiği dev bir tımarhane görünümüne sokulması da, aynı “büyük oyun”un senaryosunun bir parçasıdır.
Geçmişte uygar dünyanın beşiği Avrupa’nın göbeğinde, Yugoslavya’da yaşanan iç savaşta da binlerce insan hayatını kaybetmiş, sakat kalmış, evini ve işini kaybederek umutsuzca savaşın asıl faili olan emperyalist devletlerden yardım dilenir hale getirilmiştir. Güneydoğu Asya ülkelerinden Endonezya’da yaşanan etnik kökenli iç savaş yıllarca milyonlara varan insanın kanına mal olmuş ve sonunda sorun çözülemeden olduğu yerde bırakılmıştır, ta ki emperyalist devletler kendi çıkarları için yarayı tekrar kaşıyıncaya kadar. Dünyanın en kalabalık nüfusuna sahip ülkelerden ikisi olan Pakistan ve Hindistan arasındaki sınır kavgası ise, şimdilik büyük bir savaşın eşiğinden dönülmüşse de, yine binlerce insanın burjuvazinin çıkarları uğruna birbirlerini gaddarca katletmesine yol açmıştır.
Emperyalistler arasındaki kapışmanın odak noktası haline gelen Ortadoğu, yıllardır süren Filistin ve Kürt sorununa şimdi de Irak’ın işgalinin eklenmesiyle iyice karışmış, daha fazla kâr elde etme hırsıyla gözü dönmüş olan sermaye sahibi sınıfların kabaran iştahlarını doyurabilmek amacıyla adeta kan gölüne çevrilmiştir. “Demokrasi” getireceği iddiasıyla insanların kafasına bombalar yağdıran, “taktik” amaçlı nükleer silahlar kullanan ve kendi eliyle yetiştirdiği canavarları şimdi kendisi bile zaptetmekte zorlanan emperyalizmin insanlığın başına açtığı belalar, gitgide daha fazla sayıda insanın bu kan ve ateş girdabına kapılmasına yol açmaktadır.
SSCB’nin çöküşünden bu yana, dünya gittikçe artan şiddette yaşanan ve gittikçe daha geniş bir alana yayılan yeniden paylaşım kavgasının içine çekilmektedir. Bu kavganın verildiği bölgeler başlangıçta birbirlerinden yalıtık ve uzak coğrafyalarda yer alıyorlardı. Emperyalistler her seferinde farklı gerekçelerle bu bölgelerde çatışmaları, savaşları ve katliamları kışkırttılar. Her seferinde bu gerekçeler “demokrasi”den, “özgürlük”ten veya “barış”tan geçiyordu, fakat yine her defasında bu gerekçeler oluşturulan nüfuz alanlarının ve paylaşılan kârların payandası olarak kullanıldılar. Bu haliyle yaşananlar, insanlar tarafından bir emperyalist paylaşım savaşının görünümlerinden çok –çünkü emperyalist savaşlar dünya savaşlarıyla özdeşleşmişti–, aşırı dincilikten, aşırı milliyetçilikten veya daha başka birtakım tali ve anlamsız sebepler yüzünden birbiriyle didişen etnik veya ulusal grupların arasındaki yerel ve kendilerine uzak sorunlar olarak görülüyor ve kavranıyordu.
Bugün gelinen noktada ise emperyalizm bizzat kendi eliyle bu “sorunlu” bölgeler arasındaki bağı kurmakta, bunların yerelliğini ve yalıtıklığını ortadan kaldırmakta, “uygar” dünyanın halklarına yaklaştırmakta ve hatta onların gündelik hayatlarının içine sokmakta ve insanlığı kendi paylaşım savaşının içine çekerek, birer taraf haline getirmektedir. Gün geçtikçe bu “sorunlu” bölgelerde yaşanan kanlı çatışmaların ve savaşların asıl sebebinin emperyalistler arasındaki paylaşım kavgası olduğu daha fazla açığa çıkmaktadır. Emperyalistler buralardaki etnik, dini veya ulusal kökenli sorunları kaşıyarak, onları kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak amacıyla soruna müdahil olarak, aslında bu sorunları dünya kapitalizminin en genel açmazlarının ve çelişkilerinin yansımaları haline getirmektedirler. Artık Irak’ta yaşanan işgal sadece Irak halkıyla ABD askerleri arasındaki bir mesele değildir, Gürcistan’daki seçimlerin sonuçları tüm dünya kamuoyunu ilgilendiren bir olay haline gelmiştir. Kısacası emperyalizm kelimenin tam anlamıyla dünyayı küreselleştirmiştir. En basit, yerel veya yalıtık gibi görünen sorunlar bile küreselleşmiştir.
Bu anlamıyla küreselleşme tüm hızıyla devam etmektedir. Öte yandan çelişkilerin artması ve şiddetlenmesi dolayısıyla gittikçe daha da saldırganlaşan emperyalist güçler, dünya toplumunu bizzat kendileri küresel ölçekte terörize etmektedirler. Böylece, bir anlamda emperyalist savaşları da, farklı biçimler ve araçlarla da olsa, dünya ölçeğine yaymaktadırlar. Tüm dünya toplumları, bu emperyalist terörün etkisi altında bir “sürekli savaş” durumuna sokulmaktadır. İnsanlık bir bütün halinde barbarlık ve sosyalizm arasındaki ikileme doğru hızla yaklaşmaktadır.
Emperyalist paylaşım kavgasının yaşandığı alanların genişlemesiyle –işin aslı emperyalist metropollerin haricinde dünyanın geri kalan kısmında bu kavgadan nasibini almamış bir bölge veya halk yoktur– ve insanlığın bir bütün olarak terörize edilmesiyle birlikte işsizliğin ve yoksulluğun artması, insanların geleceklerine ilişkin güvenlerinin ve umutlarının gün geçtikçe azalması, bir bumerang gibi geri dönerek emperyalizmin çelişkilerinin daha da yoğunlaşmasına yol açmaktadır.
Emperyalist-kapitalist sistemin dünya üzerindeki egemenliği, bir avuç burjuvaziden ibaret olan egemenlerin dışında hiç kimseye bir fayda sağlamıyor. Emekçi kitleler ve ezilen halklar henüz yeterli bilinç düzeyinde olmasalar da tepkilerini bir biçimde dile getiriyorlar. Latin Amerika’da yaşanan devrimci ayaklanmalar, Avrupa’da işçi sınıfının küreselleşme ve savaş karşıtı gösterileri, Ortadoğu’nun ezilen halklarının mücadeleleri vb. gibi tüm toplumsal mücadelelerin temelinde hiç kuşkusuz kapitalizmin en temel çelişkisinin ürünü olan sınıf mücadeleleri yatmaktadır. Ancak henüz kitleler öfkelerini ve tepkilerini örgütlü bir biçimde kapitalist düzeni yıkmaya yöneltecek bilinç düzeyinden ve bunu sağlayacak siyasal önderliklerden yoksundurlar. Ancak yine de henüz “büyük oyun” sona ermemiştir, henüz oyunun baş aktörü sahneye çıkmamıştır. Emperyalizm her geçen gün daha fazla gericileşen ve yozlaşan eliyle, bu aktörü oyunda rol almaya itmektedir. Bu aktör uluslararası işçi sınıfından başkası değildir ve onun da zamanı geldiğinde sahneye çıkacağından hiç şüphemiz yoktur.
[1] Avrasya kavramı burada üzerinde emperyalist paylaşım kavgasının yoğunlaştığı coğrafi bir bölgeyi; Kafkasya, Orta Asya ve Ortadoğu’yu kapsayan bir bölgeyi tarif etmek için kullanılmaktadır.
[2] Veriler, Lutz Kleveman’ın Yeni Büyük Oyun: Orta Asya’da Kan ve Petrol adlı kitabından alınmıştır.
[3] Oligark kavramı ile kastedilen, özellikle Rusya’da ve geçmişteki diğer despotik-bürokratik diktatörlüklerde, kapitalizmin restorasyonu sürecinde ortaya çıkan ve çoğunlukla eski KP yöneticileri ve üst düzey devlet bürokratlarından oluşan, devlet işletmelerinin özelleştirilmesi sürecinde yaptıkları büyük vurgunlarla “zenginleşen” ve birer burjuva haline gelen kesimlerdir.
[4] Boru hattını ve petrolleri işletmek üzere kurulan BTC Co.’nun hisselerinin dağılımı şu şekildedir; BP (%30,1), SOCAR (%25), Unocal (%8,9), Statoil (%8,71), TPAO (%6,53), Eni (%5), Itochu (%3,4), ConocoPhillips (%2,5), Inpex (%2,5), TotalFinaElf (%5) ve Amerada Hess (%2,36).
[5] TRACECA (Avrupa-Kafkasya-Asya Taşıma Koridoru), INOGATE (Avrupa’ya Devletlerarası Petrol ve Gaz Taşımacılığı), TACIS (Kafkasya Devletlerarası Teknik Yardımlaşma) anlaşmaları.
[6] Gürcistan kendi sınırları içerisinde üç özerk bölge barındırmaktadır ve bunların üçü de Gürcistan’ın aksine Rusya ile çok yakın siyasi-ekonomik işbirliği içindedir. Hatta bu özerk bölgeler son seçim sürecinden sonra açıkça BDT’ye dahil olmak istediklerini ilan etmişlerdir.
[7] Nitekim yapılan başkanlık seçimini, %90’ın üzerinde oy alarak Saakaşvili kazandı.
[8] Olaylar burjuva medya tarafından “kadife devrim” olarak yansıtıldıysa da, “devrim”in anlamının iktidarın bir başka sınıf tarafından ele geçirilmesi veya yıkılması olduğu hatırlanırsa, Şevardnadze yönetiminin yerini bir başka burjuva partisine zor yoluyla devretmesi olsa olsa darbe kavramıyla açıklanabilir.
link: Tuncay Alp, Emperyalist Paylaşım Kavgası Yayılıyor, 6 Ocak 2004, https://marksist.net/node/800
Birleşik Metal İş Merkez Genel Kurulu Üzerine
Kuzey Kıbrıs Seçimlerinin Ardından