14 Aralık 2003’te yapılan “KKTC” seçimleri, AB yanlısı muhalefet ve statüko yanlısı iktidarın meclisteki sandalyeleri yarı yarıya paylaşması ile sonuçlandı.[1] Mevcut durumda “KKTC” meclisinden yeni bir hükümetin çıkmasının, zaman alacak sancılı bir sürecin ardından mümkün olabileceğini söylemek gerekiyor.
Seçimlerin öncesinde “merak etmeyin seçimleri muhalefet kazanamayacak ... gerekli tüm tedbirleri aldık” ifadeleri ile yaklaşımını ve seçim sonrasındaki olası tutumunu ortaya koyan Denktaş açısından, mevcut tablo ilk adımda, muhalefetin hükümet kuracak bir çoğunluğu sağlayamadığı biçiminde okunmuştur. Böyle bir okumanın ardından, hükümeti kurma görevinin CTP-BG’yi temsilen Talat’a verilmesi biraz ayak sürüyerek gerçekleştirilmiştir. Denktaş ve Eroğlu iktidarı, vatandaşlık örtüsü altında, “anavatandan” devşirme seçmenlerin hummalı kayıt kampanyasını, “Beş yüzyıl önce biz de Anadolu’dan geldik. Bizim köklerimiz de Anadolu’dan ... Şu anda vatandaş yapılan Türkler de Anadolu kökenli. Bunun yanlış bir yanı yok” söylemi ile meşrulaştırmaya çalıştı. Onların seçimlerin öncesindeki bu çabalarından, sırf muhalefet mecliste 25 sandalye kazandı diye, bir çırpıda vazgeçeceklerini beklemek saflık olur. Parlamento aritmetiğine dayalı çözümsüzlükle geçirilen her anın, “KKTC” iktidarı açısından mevcut statükonun devamı yolunda kazanılmış zaman anlamına geleceği açık. Bu nedenle Denktaş, Talat’a görev vermeden önce, mevcut iktidar çizgisinin kurulacak olası hükümet nezdinde temsilini güvenceye alacak formülleri ve nasihatleri eksik etmemiştir. Hükümeti kurma görevinin Talat’a verilmesi, Kıbrıs Türklerinin “bütünlüğü” ve “Türkiye’yle uyum” eksenindeki yoğun nasihatlardan sonra gerçekleşmiştir. Gerek TC, gerekse Denktaş, “birlik-bütünlük” mesajlarının somutlandığı hükümet modeli olarak, meclisteki dört partiyi de kapsayan geniş tabanlı bir hükümeti önermektedirler.
Sonuç olarak Kıbrıs sorununun “çözümü” yolunda önemli bir dönemeç olarak bakılan “KKTC” seçimleri sayısal kördüğümden ibaret bir meclis aritmetiği çıkartmıştır. Ancak meclis aritmetiğini, “KKTC”nin olası yeni hükümetinin kurulmasının önündeki tek engel olarak görmek doğru değil. Hatta adanın Türk kesiminde öyle bir noktaya gelinmiştir ki, başka türden bir meclis aritmetiği oluştuğu koşullarda da yeni bir hükümetin kurulması ve hükümet edebilmesi fazlasıyla sancılı işleyen bir süreç olacaktır.
Annan Planı
Denktaş ve Eroğlu tayfasının planın ortaya çıktığı andan bugüne değin sergiledikleri “Annan Planını müzakereye esas almama” yaklaşımı, planın esas olarak Kıbrıs Türk kesimi nezdinde belirleyici bir basınç yaratmasında etkili oldu. Daha ortaya atıldığı günden başlayarak “KKTC”nin siyasal gündemini belirleyen Annan Planı ve bu plana yaklaşım, seçim sürecinde mevcut iktidar ve muhalefetin zeminlerini ayrıştırdığı gibi, Kıbrıs’taki Türk toplumunu da kendi içerisinde ayrıştıran bir eksen oldu. İngiliz egemenliğinden kurtulmasından bu yana, hattın berisinde, ulusal birlik-bütünlük politikalarının peşinde, Anavatan Türkiye merkezli politikaların belirleyiciliğinde görece kenetlenmiş bir toplum izlenimi veren Kıbrıslı Türkler, bu planla birlikte keskin bir saflaşma ve karşıtlık sürecine girdi. İkiye bölünmüş durumdaki adanın Türk kesimi, bu plan ekseninde yeni bir bölünme yaşadı. Bu bölünmenin, Kıbrıs Türk kesimi açısından bir dönemeç anlamına geleceğini söylemek gerekiyor. 30 yılı aşkın süredir Kıbrıs’a damgasını vuran ve Türk kesimi üzerinde iktidarını sürdüren Denktaş çizgisinin gelinen bu noktada şimdiye kadar sahip olduğu etkinlik ve iktidarı sürdürebilmesi olanaksızlaşmıştır. Üstüne üstlük, bu çizgi ile AKP hükümetinin Kıbrıs politikası arasındaki açı gitgide büyürken...
Mayıs 2004’e endeksli çözüm takvimi hesaba katılırsa Annan Planı, “KKTC”de oluşturulacak hükümetin tek gerçek gündemi olacaktır. Hangi meclis aritmetiğinden nasıl bir bakanlar kurulu çıkarsa çıksın, oluşturulacak hükümetin yüz yüze kalacağı temel sorun şu olacaktır: “KKTC”nin mevcut statükolarının ve bu statükolarla bütünleşmiş olan Denktaş çizgisinin, bunun yanında AB ve BM beklentileri ile TC’nin Kıbrıs politikalarının basınçları altında kafasını-gözünü yarmadan yol alabilmesi! Hal böyle olunca, hükümeti kimin kuracağından bağımsız olarak, “KKTC” meclisinden çıkacak hükümetin bağımsız bir siyasal çizgi izlemesi uzak bir ihtimaldir. Bütün bu dengeler üzerinde şekillenen çizginin taşeronu olmaktan öteye geçmesi fazlasıyla zordur.
Denktaş Çizgisi
Mevcut statükonun devamından yana tutumları ısrarlı biçimde bugüne değin sürmüş olsa da, gelinen noktada Denktaş blokunun uzlaşmaz tutumunu sürdürebilmesinin koşulları ve zemini de ortadan kalkmıştır. Bunun sebeplerinden birisi, seçimler sonucunda oluşan meclis aritmetiği ama esas olarak burada ifadesini bulan Kıbrıs Türk kesiminin bölünmüşlüğüdür. Bir diğer sebep ise, Türkiye burjuvazisinin tarihsel-politik hedeflerine ve AB üyeliği çabasına bağlı olarak Kıbrıs politikasındaki değişme ve “KKTC”nin statükocu güçleriyle arasındaki açının büyümesidir. Dolayısıyla, Kuzey Kıbrıs’ta kurulacak hükümetin, bugüne kadar gelen statükodan ve onun etkilerinden bir çırpıda arınması ne denli olanaksızsa, eski iktidar çizgisini sürdürebilmesi de o denli olanaksızdır. Bu nedenle, müzakere ve bütünleşme yandaşlarının, AB üyeliği taraftarlarının etki ve basıncının, sadece Talat öncülüğündeki muhalefetin oluşturacağı olası hükümet üzerinde değil, eski iktidar partilerinin içinde de kendisini hissettirmesi kaçınılmazdır.
Kıbrıs Muhalefeti
Türkiye’nin Kıbrıs sorununa yaklaşımına eleştirel bakmakla birlikte, şimdiye kadar TC’nin işgalci politikaları karşısında somut ve gerçek bir alternatifi ortaya koymayan, işçi sınıfı ve emekçilerin bağımsız çıkarlarını temsil etmekten fazlasıyla uzak kalan muhalefet, seçim sürecinde AB üyeliği eksenindeki bütünleşme hedefine kilitlenmiştir. Denktaş çizgisinde ifadesini bulan statükoya karşı çıkmaktan ibaret bir varoluştan kurtulamayan muhalefetin siyasal ufku da, siyasal misyonu da, Kıbrıs’ın Mayıs 2004 tarihli AB üyeliği ile sınırlı görünmekte. Muhalefetin olası bir hükümet kurma görevinin ve de ardından hükümet edebilme mecburiyetinin altından rahatlıkla kalkabileceğini söylemek kolay değil. Zira, Kuzey Kıbrıs’ta ikiye bölünmüş Türk toplumunun, Kıbrıs politikasını AB üyeliği eksenine oturtan Türkiye burjuvazisinin ve Türkiye’nin desteğine muhtaç olan statükocu Denktaş çizgisinin yarattığı basınç göz ardı edilemez. Dolayısıyla AB desteğini ve üyelik-bütünleşme rüzgarını arkasına alan muhalefetin seçim zaferi, zorlu bir pratiğin başlangıcıdır.
Seçimlerin Güneydeki Etkisi
Rum Kesimi, Yunanistan ve bu dolayım üzerinden AB, “KKTC” seçimlerini meşru genel seçimler olarak değerlendirmeseler de, olası bir iktidar değişikliğinin, Kıbrıs’ın bütünleşmesi yolunda göz ardı edilemeyecek olanaklar sunacağının farkındaydı. Bu farkındalıkla seçimlere yaklaştılar ve yalıtılmışlıktan bunalmış Kıbrıslı Türk seçmene sundukları AB üyeliği havucuyla, Kuzeydeki muhalefete göz ardı edilemeyecek bir destek sundular.
Gerçekleşen seçimlerin ardından Talat muhalefetinin yeni hükümeti oluşturması seçeneğinin belirmesiyle birlikte, Annan Planının müzakere edilmesi de somut ve yakın bir olasılık halini aldı. Bu durum, bugüne değin Denktaş çizgisinin müzakereye yanaşmayan tutumunu bahane ederek masaya oturmayı zorunluluk addetmeyen Kıbrıs Rum yönetiminin önüne, “çözüm” yolunda somut adım atma görevini de koydu. “KKTC” hükümetini Talat blokunun oluşturmadığı ya da karma bir hükümet kurulduğu koşullarda da bu gerçek değişmeyecektir.
Önümüzdeki dönemde, Annan Planı ve Kıbrıs’ın bütünleşme sorunu Türk kesiminde ve Türkiye’de olduğu gibi (ama daha az ama daha fazla bir yoğunlukla) Rum kesimi ve Yunanistan’da da gündemin baş sıralarındaki yerini alacaktır.
Türkiye Cephesi
Türkiye burjuvazisi, SSCB’nin çözülmesi ile birlikte dünya pazarının yeniden paylaşıldığı bir dönemde, emperyalist paylaşımdan pay kapma çabalarına bağlı olarak, doğusuna ve güneyine dönük yayılmacı girişimlerin öznesi olmaya soyundu. Aynı dönemde, TC’nin bu bölgelerdeki “müdahale” girişimlerine tanıklık ettik. Çeçenistan direnişçileri ile kurulan özel ilişkiler, Azerbaycan darbesine bulaşma, Irak topraklarındaki Güney Kürdistan’a asker sokma ve yerleşme, ABD’nin Irak’ı işgalindeki hevesli tutumları, Irak’ın yeniden yapılanma sürecine müdahale etme girişimleri, Kıbrıs seçimlerindeki tutumu ve Kıbrıs’ta müzakereyi zorlaması vs... Dolayısıyla Türkiye, bütün bu süreç boyunca, dünyanın yeniden paylaşılan bu bölgesinde emperyalist metropollerin taşeronluğunu üstlenecek etkin bir güç olmak için, bölgedeki varlığını ve etkinliğini arttırmak için kıvranıp duruyor. Bölgeye müdahale edebilmek için elindeki tüm olanakları kullanmaya çabalıyor.
Bu dönemde Türkiye, kültürel yakınlık ve asıl önemlisi kan bağını, elinde tuttuğu en güçlü iki koz olarak görüyordu. Fakat Türkiye cephesindeki bu ısrarlı çabaların hedeflenen sonuçları vermediğini söylemek gerek. Bu durumun ortaya çıkmasında, bütünüyle olmasa da kimi durumlarda, Türkiye’nin bölgeye dönük geçmiş politikalarının ayağını bağlamasının etkili olduğunu söylemek gerekiyor. Yakın ve somut iki örnek olarak, TC’nin Irak ve Kıbrıs somutunda yaşadığı sorunların önemli bir ayağını bu gerçek oluşturmaktadır.
Irak’ta Saddam diktatörlüğü koşullarında Türkmenlerin bu diktatörlükle bütünleşmelerine çanak tutan, rejimin Kürtler başta olmak üzere bir bütün olarak Irak’a yönelik şiddet politikalarına bu dolayım üzerinden destek veren ve Irak içerisinde Saddam rejimine karşı savaş verenler karşısında Saddam’dan yana saf tutan TC, Kıbrıs’ta da İngiliz yönetimi döneminde benzer bir politika yürütmüştür. İngiliz yönetimi karşısında Rumlar mücadele verirken, gerilla savaşı örgütleyip silahlı direniş sergilerken TC, Kıbrıslı Türklerin sömürgeci yönetimle kaynaşmasına, bu yönetime destek vermelerine çanak tutmuştur. Sonuçta, her iki coğrafyada da dengeler değişip eski statüko yıkıldığında, bu statükoya karşı mücadele verenlerin belirleyiciliğinde yeni oluşumlara gidilirken TC, soydaşlarının can güvenliğini koruma, haklarını güvenceye alma gerekçeleri ile veryansın etmeye başlamıştır. Bugün Irak’ta ABD karşısında adım atma ve yeni oluşumu belirleme şansını yakalayamayan TC, dün Kıbrıs’ta sömürgeci İngiliz yönetiminin son bulmasıyla “garantör” sıfatı ile bu “şansı” yakalamıştı.
SSCB’nin varlığı döneminde Türkiye’nin rolü, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ta ABD karşıtı eğilimlerin bastırılması yolunda adaya doğrudan müdahale etmeye varmıştır. Adanın Kuzeyini işgalle başlayan ve bir adım sonrasında ABD ve İngiliz çıkarlarına hizmet etmenin ötesine geçen TC müdahalesinin ortaya çıkardığı durum, bugüne uzanan çözümsüzlüğü ve tıkanıklığı derinleştirmekten öte bir fayda sağlamamıştır.
* * *
Yakın zamana kadar “KKTC”yi, kendi dışında her şeye rağmen yaşatma çabası içerisinde olan (ya da kimi zaman Denktaş’ın dayatmalarının yoğun etkisiyle mecburiyetinde kalan) TC’nin yakın dönem Kıbrıs politikası, bütünlük sergilemekten uzak kaldı. Bu süreçte AKP hükümetinin yaklaşımı, 2004 Mayısında Kıbrıs’ın AB üyeliğini kesinleştiren Annan Planının etkisinde şekillendi.
Annan Planı, esasen sadece Kıbrıs’ta değil, aynı zamanda Türkiye’de de saflaştırıcı bir eksen halini aldı. TC hükümetinin pozisyonu (bütün gelgitlerine rağmen) “KKTC” muhalefeti ile yakınlaşırken, Türkiye’deki statükocu güçler “KKTC” iktidarı ve Denktaş çizgisinin sözcülüğüne soyundular. Ancak Annan Planı şimdilik Türkiye siyasetinde “KKTC”de yaşandığı biçimiyle yakıcı bir ayrışmayı körüklememiştir. Bu durum hiç de, Türkiye burjuvazisinin ve temsilcilerinin bir bütün olarak AB üyeliği konusunda kesin bir mutabakata varmış olmalarından kaynaklanmıyor. Aksine asıl sebep, AB üyeliğinin “KKTC”den farklı olarak hâlâ yakın ve elle tutulur bir hedef haline gelmemiş olmasıdır. Bu nedenle, AB karşıtı cephe varolan ayrışmayı keskinleştirip derinleştirmek yerine, mevcut tablonun netleşmesini bekleyen ve AB karşısında olası alternatifleri ele alan bir “izleme-bekleme” tutumunu benimsemiştir. Bu durum, farklılıkların-karşıtlıkların önemli ölçüde törpülendiği bir ortaklaşma izlenimi vermesine karşın, gerçek tablo önümüzdeki süreçte netleşecektir.
Sonuç olarak bu süreçte hükümetin tutumları öne çıkmıştır. AKP hükümeti Annan Planını “müzakere edilebilir” bir zemin olarak görmektedir. TC, Denktaş-Eroğlu ekibiyle süregelen tarihsel ilişkisine bağlı olarak planın müzakeresini ve buna bağlı olarak adanın bütünleşmesini, öncelikle bu ekibin sağlaması çabası içerisinde oldu. Ancak Türkiye’deki AB karşıtı cephenin yoğun desteğini alan Denktaş çizgisi ile mevcut TC hükümetinin yaklaşımı arasındaki açı büyüdü. Ama öte yandan AB desteğiyle yükselişe geçen “KKTC” muhalefeti ise AKP’nin beklentilerine yanıt veren bir çizgideydi. Bir yanda Denktaş’ın şahsında somutlanan ve yakın zamana kadar TC politikalarının adadaki taşıyıcısı olan mevcut statüko, öte yanda Türkiye’nin AB üyeliği yolunda, 2004 Mayısına kadar KKTC”nin ve mevcut statükonun yıkılması ile sağlanacak adanın bütünleşmesi hedefi... Tüm bu nedenlerle, AKP’nin hükümeti kurduğu tarihten bu yana, Denktaş ve politikalarına yaklaşımı zikzaklı seyirden kurtulamamıştır. AKP, seçimlerin çok öncesindeki, arifesindeki ve sonrasındaki dönemlerde sergilediği farklı tutumlarda somutlanan iki yaklaşım arasında gidip geldi.
Bütün bu gelgitler arasında kesin olan tek şey, Kıbrıs’ın ve Kıbrıs sorununun, TC açısından, genelde bir bütün olarak dünya pazarının, özelde ise bölge pazarının yeniden paylaşılması sürecinde Türkiye burjuvazisinin alacağı pay ve tutacağı yere bağlı olarak ele alınacağıdır. Bu anlamıyla Türkiye burjuvazisinin ve temsilcilerinin içerisinde, Kıbrıs sorunu, adanın bütünlüğü ve AB üyeliği eksenlerinde yaşanacak keskin bir saflaşma ve karşıtlığın dinamikleri, esas olarak Türkiye’nin alt-emperyalistleşme hedefine dönük farklı tutum ve yaklaşımlardan kaynaklanmaktadır. Türkiye’nin AB üyeliği ekseninde tam bir mutabakata varmamış olan Türkiye burjuvazisinin farklı kesimleri, “KKTC” seçimleri ve Kıbrıs sorunu somutunda, bu farklılıklarının doğrusal bir sonucu olarak karşı karşıya gelmişlerdir, geleceklerdir. Mevcut durumda görece yumuşak ve örtülü geçen Türkiye cephesindeki saflaşmanın, Mayıs 2004 tarihine yaklaşılmasına ve Türkiye’nin 2004 Aralığında AB’den tarih alıp alamamasına bağlı olarak daha bir gün yüzüne çıkacağı ve keskinleşeceği kesindir.
Kuzey Kıbrıs’ta muhalefetin bir an önce hükümeti kurması beklentisi içinde olan AKP hükümetinin Kıbrıs’a yaklaşımı, dün olduğu gibi bugün de, Kıbrıs halkının çıkarları ya da işçi-emekçilerin ihtiyaçları ekseninde değil, egemen burjuvazinin ihtiyaç ve hedeflerine bağlı şekillenecektir.
* * *
Adaya dönük politikalar yüzyıllardır ada dışında belirlenmiş; ada halkı, bütün bu süreç boyunca kendi kaderini tayin hakkından yoksun bırakılmıştır. Kıbrıs halkının bu süreçte de “çözüm” adına atılan adımların öznesi olamayacağını belirtmek gerekiyor.
Kıbrıs’ın Rum ve Türk kesimlerinde bir bütün olarak işçi sınıfı ve emekçiler, sınıfsal-politik çıkarlarının ifadesi olabilecek bir çözümü somutlama kudretine sahip bir örgütlülükten yoksundurlar. Komünistler, ada halkına işçi sınıfının tarihsel-politik ihtiyaçları ekseninde bir çözüm seçeneğini sunabilecek örgütlülüğe ve güce sahip değildir. Zaten büyük ölçüde bu sebepten dolayı, adada yaşanan soruna dair ortaya konulan bütün seçenekler burjuvazinin etiketini taşımakta ve ada halkı bu seçeneklerden herhangi birisinin peşine takılmaktadır. Bugün revaçta olan seçenek AB üyeliğidir. Gelinen noktada AB üyeliği ve adanın bu eksende bütünlüğünün sağlanması, Kıbrıs’ın hem Güney’inde, hem de Kuzey’inde, bütün sorunları çözecek sihirli bir değnek gibi görülmekte.
Kıbrıs sorununun burjuvazinin şu ya da bu kesiminin ihtiyaçlarına yanıt veren formüllerle kalıcı bir çözüme ulaşabilmesi olanaksızdır. Ancak bu olanaksızlığın işçi sınıfı nezdinde de bilince çıkabilmesi, işçi sınıfının burjuva politikaların çözümsüzlüğünün farkına varabilmesi, komünistlerin adada olduğu kadar, enternasyonal ölçekteki çabalarına dolaysız biçimde bağlıdır. İşçi sınıfı ve emekçilerin sınıfsal-politik çıkarlarının ifadesi olabilecek çözümleri, adada olduğu gibi enternasyonal ölçekte de somutlama kudretine sahip bir örgütlülüğün yaratılması, komünistlerin önündeki başlıca görev olarak durmaktadır. Bu görevin yerine getirilmesi yolunda atılacak kalıcı adımlar, ada halkını, Kıbrıs sorununun gerçek ve kalıcı çözümüne bir adım daha yaklaştıracaktır.
[1] Seçimler sonucunda Denktaş’ın da desteklediği Eroğlu’nun UBP’si % 32,9 oy oranıyla 18 milletvekili, Serdar Denktaş’ın DP’si %12,9 oy oranıyla 7 milletvekili, Mehmet Ali Talat’ın CTP’si %35,1 oy oranıyla 19 milletvekili, Mustafa Akıncı’nın BDH’si %13,1 oy oranıyla 6 milletvekili çıkardı. Böylece eski iktidar partileri ve muhalif partiler, toplamda eşit sayıda (25’er) milletvekilliğine sahip oldular.
link: Nihat Balkanlı, Kuzey Kıbrıs Seçimlerinin Ardından, 2 Ocak 2004, https://marksist.net/node/1314
Emperyalist Paylaşım Kavgası Yayılıyor
Bir “Protesto” Işığında KESK’in Durumu