“Bir tek mücadele kaybedilir; o da terk edilen mücadeledir.”
Plaza de Mayo Anneleri
Bu düzende hangi ulustan olursa olsun, hangi sınırlara hapsedilmiş olursa olsun işçi ve emekçilerin kaderi birdir ve birbirine bağlıdır. Dünyanın egemenlerinin zulmü altında, tarih boyunca aynı acıları çekmiştir dünyanın tüm yoksulları. Hangi dili konuşsalar, acının ortak dilini paylaşırlar. Onca acının, onca yürek yangınının ortasında dil artık öğrenilen kelimeler değildir çünkü: içli bir ağıttır kimi coğrafyada, kimisinde bir zılgıt… Bir nefeste göğüsten çıkan oy sesidir, ah inlemesidir, tiz çığlıklar, boğuk hıçkırıklardır. Duygular ve dil sadece acılarda ortaklaşmaz, ezilenlerin zulme karşı öfkesi de hesaplaşma iradesi de ortaktır.
Arjantin akbabaların pençesinde
Latin Amerika’nın sosyal ve siyasi tarihinden bahsederken askeri faşist darbelerden bağımsız bir anlatı kuşkusuz yapılamaz.[1] Latin Amerika’da 1954’te Paraguay’la birlikte yeniden oluşmaya başlayan darbe halkaları faşist bir karakter taşıyordu ve 1964 Brezilya, 1971 Bolivya, 1973 Uruguay’la birbirine bağlanmışlardı. 1973’te Şili’de faşist General Pinochet Başbakanlık Sarayını bombalayarak ve seçilmiş Başkan Allende’yi de katlederek yönetime el koydu. Onu 1975 Peru darbesi izledi. Arjantin’in faşist Generali Videla ise 1976’daki kanlı askeri darbeyle yönetimi ele geçirdi. 1980’e gelindiğinde kıtada faşist postalların ezmediği toprak parçası neredeyse kalmamıştı. Latin Amerika’da Condor (Akbaba) Planı/Operasyonu devredeydi.
Condor Planı, Latin Amerika ülkelerinin ordu temsilcileri, sözde güvenlik uzmanları, istihbarat ajanları tarafından 1970’ler boyunca “Marksist bölücülüğü bitirme” motivasyonuyla gerçekleştirilen bir dizi toplantının içinden doğmuştu.[2] Bu operasyonun uygulanacağı pek çok ülkenin “milli kuşu” sayılan akbaba “onuruna” bu isim seçilmişti. Condor Planı doğrultusunda istihbarat çalışmalarından insan kaçırma ve kaybetmeye, kontrgerilla örgütlenmelerinden işkence ve suikasta kadar çeşitli araçlarla kıtanın siyasi ve sosyal yapısının dizayn edilmesi amaçlanıyor, pek çok yerde faşist terör saldırıları gerçekleştiriliyordu. Gizlilik süresi dolan belgeler, ilk ağızdan tanıklıklar ve tarihçilerin çalışmaları sayesinde belgelenmiş kanıtlara göre bu planın ABD’nin her türlü onay ve desteğini aldığı yıllar sonra resmen ortaya çıktı. Arka bahçesi olarak gördüğü kıtadaki konumunu korumak ve güçlendirmek isteyen ABD, “komünizme karşı mücadele” bayrağı altında sayısız örtük operasyon gerçekleştirmiş, askeri faşist darbeler planlamıştı.
Arjantin’deki faşist rejim işte bu büyük resmin önemli bir ayrıntısı olacak şekilde işbaşına gelmişti. Ülkede yıllarca hüküm süren ve reformcu yanı ağır basan burjuva Peronist rejimle sosyalist hareketin ve işçi hareketinin ayrışmaya başlaması sınıf mücadelesini sertleştirmiş, devrimci kabarmalar yaşanmış, buna karşı kontrgerilla çetelerinin terörü devreye sokulmuştu. Nihayetinde Arjantin burjuvazisi, ABD emperyalizminin desteğiyle faşizm silahına başvuruyordu, Triple-A olarak ünlenecek Arjantin Anti-Komünist Alyansı sahnedeydi! 24 Mart 1976’da ordunun yönetime el koymasıyla Isabel Peron cumhurbaşkanlığından uzaklaştırıldı ve Peron’un bundan bir sene önce Başkomutanlığa atadığı Jorge Rafael Videla, Devlet Başkanlığını üstlendi.
Videla liderliğindeki faşist cunta, resmi adı “Ulusal Yeniden Yapılanma Süreci” olan bir “Kirli Savaş” başlattı. Cunta, ülkenin “Batılı ve Hıristiyan” değerlerini tehdit eden her türlü siyasal, iktisadi ve ahlaki çöküşü durdurmak için harekete geçti! Dışarıdan bakıldığında cunta yönetimiyle birlikte ülkede istikrar ve huzur sağlanmıştı. Görünen Arjantin’de insanlar futbol oynamaya ve izlemeye teşvik ediliyordu.[3] Ancak Arjantin’in görünmeyen yüzü bambaşkaydı. Ülke genelinde bugün bilinen 300’den fazla toplama kampı ve işkence merkezi kurulmuş, üstelik Donanma Teknik Okulu (ESMA) ve Olimpo (belediye otobüsü garajı) gibi kimisi kentlerin orta yerinde bulunan kitlesel işkence merkezlerinde binlerce sosyalist korkunç işkencelerden geçiriliyordu. Öte yandan kimi fabrikalar da bu merkezlerden biri haline getirildi, mücadeleci işçiler ve sendikacılar bizzat üretim alanlarındaki işkence tezgâhlarında sorgulandı. Arjantin’de Nazizm adeta yeniden doğmuştu, faşizmin bu kampları Nazizmin sembolleri ve uygulamalarıyla doluydu: Hitler portreleri ve gamalı haçlar, çınlayan Nazi konuşma kayıtları, “Heil Hitler” diye bağırmaya zorlanan siyasi mahkûmlar… Ancak bu bir tesadüf değildi; firari Alman Naziler, Latin Amerika’daki tüm askeri diktatörlüklere kabul edilmişlerdi. Bir taraftan Pentagon ve CIA, diğer taraftan Naziler yeni faşistlere eğitim veriyordu!
“Toplumu yeniden inşa etmek” isteyen faşist iktidarın hedefinde devrimci ailelerden hamile kadınlar ve doğmamış bebekleri de vardı. Gözaltına alınan hamile kadınların hücrelerde doğurduğu bebekler, sahte doğum belgeleri düzenlenerek çocukları olmayan subay ailelerine ve rejim yanlısı ailelere verildi. Faşist rejimin bu uygulamasıyla yüzlerce bebek kimliklerini kaybetti, anne ve babalarının katillerinin kucaklarında büyüdü. Tıpkı Dersim katliamının kayıp çocukları gibi!
Peki, ya Arjantinli bu kayıp çocukların anne ve babalarına ne oldu? Arjantin’de faşist rejimin iktidardaki 7 yılı boyunca kargo uçakları, Atlas Okyanusu üzerinde “ölüm uçuşları” yaptı. Sistematik işkenceden geçirildikten sonra ölenler ve uyuşturucu iğne yapılarak bayıltılan siyasi tutsaklar, kargo uçaklarından okyanusun karanlık sularına veya dağlara atıldı. Arjantin’de “Kirli Savaş” olarak adlandırılan askeri faşist diktatörlük döneminde (1976-1983) 30 binden fazla insan gözaltında kaybedildi. Ulusal Kayıp Kişiler Komisyonunun “Bir Daha Asla” raporuna göre, katledilenlerin üçte biri fabrika işçisi, bir o kadarı da öğrenci ve öğretmendi. Arjantin işçi sınıfının 30 bin evladı akbabaların pençesinde yitip gitmişti.
Beyaz başörtüsü ve daha fazlası!
Cunta iktidarı birinci yılını henüz yeni doldurmuştu ki ortak kaderleri tarafından bir araya getirilen 14 kadın, içlerinden Azucena Villaflor’un önerisiyle evlatlarının akıbetini sormak için seslerini daha gür çıkarmaya karar verdi. O günlerde sokaklarda iki kişiden fazla insanın yan yana gelmesi ve konuşması suçtu. Kitlelere korku ve sessizlik tohumlarının ekildiği bir zamanda, 13 Nisan 1977’de ilk kez Plaza de Mayo’ya çıktılar. Başlarında çocuklarına bebekken bağladıkları bezlere atıfla taktıkları beyaz başörtüleri vardı. İkişer ikişer meydandaki anıtın etrafında tur attılar, ikinci kez buluştuklarında sayıları 20’ye çıkmıştı. Aralık 1977’de ise 300 kadar anne, büyükanne, eş ve kız kardeş Plaza de Mayo’da buluşmuştu. Hepsi başına beyaz başörtüleri bağlamıştı. Beyaz başörtüsü daha sonra bu hareketin sembolü ve anaların en yakın arkadaşı oldu.
Faşist cunta onlara “kaçık kadınlar” ya da her hafta toplandıkları güne atfen “Perşembe Delileri” ismini yakıştırdı. Ancak “Asla Unutma, Asla Bağışlama!” sloganını yüreklerinde süresiz bir bayrak olarak taşıyan Arjantinli anneleri sindiremedi. Cunta yönetimi onlara türlü baskılar uyguladı, gösterilerine saldırdı, bu harekete destek veren avukatlara, insan hakları savunucularına pek çok dava açtı. Pek çoğunu tutukladı, işkenceden geçirdi ama hakikat ve adalet arayışını bastıramadı. Hareketin ilk önderi Azucena Villaflor dâhil onlarca anne ve destekçisi kaybolanları ararken kendileri de kaçırılıp zorla kaybedildi, evlatlarıyla aynı kadere mahkûm edildi.[5] Ancak Plaza de Mayo Annelerinin on binleri kucaklayan mücadelesine baş eğdiremediler, bu mücadelenin Arjantin’de değişim arzusunun motor gücü olmasını engelleyemediler.
1981-82 yılları Cuntaya karşı protestolarla geçti. 1982 Haziranında, yöneticilerinin bir kısmı yaşamını yitirmiş veya zorla kaybedilmiş, bir kısmı ise sürgünde yaşayan Genel Emek Sendikasının (CGT) çağrısıyla on binler, Buenos Aires’te bulunan dünyanın en geniş caddesine, 9 de Julio’ya aktı. “Biz halk değilsek, halk nerede?” pankartının taşındığı eylem ulusal ve uluslararası alanda geniş yankı uyandırdı. Yüzlerce kişi yaralanıp bin kadar muhalif gözaltına alınsa da bu yürüyüş diktatörlüğün sonunun yakın olduğunu gösteriyordu. Neticede Arjantin’de beyaz başörtüsü takan on dört annenin başlatıp büyük bir sebatla beslediği toplumsal öfke sonucu darbeciler yenildi, faşist diktatörlük 1983 yılında çöktü.
Darbecilerin giderayak, kendilerini dokunulmaz kılmak üzere yayınladıkları bir kanun, on binlerin katıldığı mitingler sayesinde daha yıl bitmeden iptal edildi. Sonraki süreçte pek çok darbeci yargılandı ve hapse atıldı. Faşist darbenin şefi General Videla, 2013 yılında öldüğünde ömür boyu hapis cezasını çekiyordu. Toplumun gözünde on binlerce insanın öldürülmesi ya da işkence görmesinden sorumlu bir diktatör olarak ölmüştü. Doğduğu Mercedes şehrindeki aile mezarlığına gömülmek istendi, ancak binlerce insan bu haberi alır almaz eylemlere başladı, Videla’nın ölüsünü lanetledi. Neticede zamanın muktediri Videla; farklı bir isimle, bilinmeyen bir kente, gösterişsiz bir mezara gömüldü.
Peki ya anneler? Anneler, kayıplarının ve onların katillerinin peşini asla bırakmadılar. Yapılan zulmü ne unuttular, ne de bağışladılar. Plaza de Mayo Anneleri, onlarca yıl her Perşembe o meydana çıktılar. Geleneksel Perşembe yürüyüşlerinden ayrı, her yılın bir günü 24 saat süren Direniş Yürüyüşleri düzenlediler. Nerede çocukları zorla kaybedilen, eşleri öldürülen bir kadın olsa onun yanında olmaya devam ettiler. Sadece kendilerinden değil dünya işçi sınıfından çalınıp bir daha haber alınamayan tüm evlatları için hakikat ve adalet istemekten vazgeçmediler. Şöyle ifade ediyor Arjantinli bir kayıp annesi bu azmin kaynağını: “Bir kadın, çocuk doğurduğunda yaşam verir ve aynı zamanda kordon kesildiğinde özgürlük verir. Bizler yaşam ve özgürlük için mücadele ediyoruz. Bizi etkili kılan vazgeçmeyişimizdir.” Onlar vazgeçmeyişleriyle sembolleşti. Neticede o ünlü meydan onlarsız, onlar ise o meydansız anılamaz oldu. Verdikleri mücadeleyle evlatlarının toplumsal bellekten silinmesinin önüne geçtiler, evlatlarını kendi mücadele dolu yaşamlarıyla yaşattılar! Öte yandan ESMA gibi Arjantin faşizminin en büyük ve simgesel merkezinin insan hakları müzesine dönüştürülmesini sağladılar. Nice ananın ömrü yetmese de yükselttikleri bayrağı nesilden nesile devralanlar oldu. Arjantinli annelerin vazgeçmeyişleri, Cumartesi Anneleri dâhil dünyadaki tüm kayıp yakınlarına ilham oldu.[6]
Arjantinli annelerin tüm dünyanın gözü önünde büyüyen mücadelesi, bireysel bir yürek yangınından doğmuştu elbette ancak acının ortaklığı ve mücadele içinde geçirdikleri dönüşümle birlikte bugüne kadar yazılan bu hikâye bambaşka bir boyut aldı. Annelerin acısı da hakikat ve adalet talebi de kısa sürede toplumsallaştı. Bu dönüşümü bir anne şöyle ifade ediyordu: “Çocuklarımız kaybolduğunda ilk olarak tek tek sokağa çıktık. Tepkimiz daha çok bireyseldi ve duygusal davranıyorduk. Giderek aramızda dayanışma gelişti. Birbirimizi sahiplendik. Önce kaybolan çocuklarımızın ismini başörtülerimize işledik. Sonra da gördük ki, birey olarak hareket etmekle bir şeyi kurtaramadık. Birlikte hareket etmenin, tepkileri ortaklaştırmanın, birleşik bir mücadele cephesini açmanın gereğini kavradık. Artık başörtülerimize «30.000 Kayıp Annesi» sözünü işliyoruz.”
Bonafini’nin ardından
Şilili ozan Neruda’nın deyişiyle “ölümün ve tasanın çemberinden geçmiş analar”dan biriydi Bonafini. 8 Şubat 1977’de, matematik öğretmeni oğlu Jorge Omar, La Plata’da kaçırılarak ortadan kayboldu. Komşuları, onun bir polis operasyonu sonucu evinden çıkarıldığını, bilincini yitirdiğini ve bir arabaya bindirildiğini görmüştü, ancak nafile! Faşist cuntanın getirdiği acı Bonafini için bu kadarla sınırlı da kalmadı. Aynı yılın 6 Aralık günü, aynı şey zooloji öğrencisi oğlu Raúl Alfredo’nun başına geldi, o da bir sendika toplantısının ardından kaybedildi. Beş ay sonra da gelini María Elena kaçırıldı ve ortadan kayboldu. Çocukları zorla kaybedilene kadar siyasetten hiçbir şey anlamayan bir ev hanımıydı Bonafini, sonrasını şöyle ifade ediyor: “Kayboldukları gün kim olduğumu unuttum, artık kendimi hiç düşünmedim!”
Yaşadığı acıyla mücadelesini, mücadelesiyle hayatını nasıl harmanladığını “bir annenin çocuğu ondan alındığında, o anne sonsuza kadar hamile olarak kalır” sözleriyle ifade eden Hebe de Bonafini, yoldaşı Azucena’nın öldürülmesinin ardından Arjantin’de kayıp anneleri hareketinin liderlerinden biri oldu. On üç başka kadınla birlikte (meydana ilk çıkan 14 kadına ithafen) Plaza de Mayo Anneleri Derneğini kurdu ve hareketin örgütlediği her eylemde başı çekti. Faşist Videla liderliğindeki Cuntaya karşı verilen mücadelenin örgütlenmesinde de Cuntanın yargılanmasında da onun büyük emeği vardır. Evladını kaybeden ailelerin sesini sadece Arjantin halkına değil tüm dünyaya duyuran Hebe Ana, katillere olan öfkesini her fırsatta bir kasırga gibi ortaya koydu. Faşist diktatörlük döneminde bir işkence merkezi olan Donanma Astsubay Okulu önünde 1995 yılında yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Biz anneler, sokaklara çıkalı neredeyse 18 yıl oldu. Hiç aklımıza gelmemişti ki bugün gelecek ve biz bu uğursuz yerde onlara şöyle haykıracağız: Katiller, o. çocuğunun önde gidenleri! Sizden nefret ediyoruz! Kalbimizin en derinlerine kadar nefret ediyoruz sizden. Çocuklarımızı sevdiğimiz güçle sizden nefret ediyoruz!”
Bir başka konuşmada ise şöyle diyordu: “ABD’nin ne olduğunu, orduyu işkence yapmak için nasıl eğittiğini anladık. Yugoslavya’da huzurevlerini, sığınakları bombaladıklarını gördük. Irak’ta insan parçaladıklarını gördük. Irak’ta öldürülen yaklaşık bir milyon çocuğu gördük, hissettik, acı çektik. Bunlar da bizim çocuğumuz tabii ki canımız yanıyor.” Verdiği mücadele içinde yeniden doğan Hebe, artık sadece kendi çocuklarının annesi değildi. Yeni bir kimlik edinmiş, “tüm kayıp çocukların annesi” kimliğini kuşanmıştı. “Çocuklarımızın hayallerini gerçekleştirmek” amacını benimsemiş, gerek Arjantin’de gerekse de tüm dünyada devrimci çevreler, gençlik ve işçi hareketleriyle yakın ilişki içinde olmuştu. Arjantin’in bir kriz ve devrimci durumla sarsıldığı 2001 yılında, fabrikalarını işgal eden Zanon seramik işçilerine direncin ve azmin sembolü olarak beyaz başörtüsünü hediye ettiği anlara dair görüntülere ulaşmak mümkündür.
Hebe de Bonafini’nin ömrü, çocuklarının kayıp kemiklerini bulmaya yetmedi. Ancak “solmadı karanfilim tükenmedi umudum” diyen Cumartesi Anneleri gibi o da 45 yıl boyunca tüm çocukları için elinde taşıdığı mumun sönmesine izin vermedi. Unutuşa inat belleğin ve hakikatin direnişini gerçekleştirdi ve bu mücadelede sembolleşerek yaşama gözlerini yumdu. Ölümünün ardından Plaza de Mayo’da buluşan on binlerce insan, ona son vedasını ellerindeki beyaz başörtülerini göğe kaldırarak, meydanın ortasındaki anıtın etrafında tur atarak, şarkılar söyleyerek, hakikat ve adalet taleplerini yükselterek ortaya koydu. Külleri, her Perşembe toplandıkları Plaza de Mayo’ya, yeniden doğduğu o meydana serpildi. Akıllarda ise sağlığı izin verip de o meydana son kez çıktığında, Plaza de Mayo’nun 2326’ncı Perşembe buluşmasında sarf ettiği sözler vardı: “Biz anneler, korksaydık, hiç burada bulunmazdık. Hapishanelerin en kötüsü korkudur.”
“Bunca yere düşmüşlerden, Yenilmez bir hayat doğar: Bir tek beden olur, Analar, bayraklar, çocuklar, Hayat gibi canlı tek bir beden; Bir yüz bekler karanlıkları, Ölü gözleriyle, Kılıcı dopdolu, Dünya ümitlerinden. … Ölümün ve tasanın Çemberinden geçmiş analar, Doğan ulu günün ortasına bakın: Bu topraktan güler ölüleriniz. Kalkık yumrukları titrer, Buğdayın üstünde, Bilesiniz…”
Siz kazandınız Hebe Ana! Tarihin sayfalarına sonuna kadar hak ettiğiniz bir hürmetle yazıldınız. Onlar kaybettiler, insanlık onları “mağlup zalimler” olarak anacaktır. Biz kazanacağız Hebe Ana! Önce işçi sınıfını, sonra zaten bizim olanı, tüm dünyayı kazanacağız. Plaza de Mayo’da, Galatasaray Meydanı’nda ve analarımızın gözyaşlarının suladığı her karış toprakta, insanlığın eski yaralarını iyileştiren ılık rüzgârlar esecek. Sana sözümüz olsun. Hep söylediğin gibi “geri adım atmak yok!”
Libre como el viento Hebe!
Rüzgâr gibi özgür Hebe!
[1] Latin Amerika’daki askeri darbeler, sosyal ve siyasal hayatın neredeyse ayrılmaz bir parçası olmuştur. 1900’den günümüze kadar kıtada 175’in üzerinde darbe teşebbüsü gerçekleşmiş ve bunlardan 100’e yakını başarılı olmuştur.
[2] 1968 yılında, Amerikalı General Rober W. Porter, Soğuk Savaş olarak adlandırılan dönemin ruhuna uygun olarak ülkesinin kıtaya dönük planlarını şöyle ifade ediyordu: “Latin Amerika ülkelerinin iç güvenlik güçlerinin ülkelerindeki ve ülkeler arasındaki faaliyetlerinin koordine edilebilmesi için güçler arası ve bölgesel işbirliğini destekleyecek entegre komuta merkezlerini, ortak çalışma protokollerini ve müşterek tatbikatları desteklemek istiyoruz.”
[3] Ayrıntılı okuma için bkz. Oktay Baran, Dünya Kupası: Kapitalist Çürümenin ve Riyakârlığın Dibi Yok!, 5 Aralık 2022, marksist.net/node/7808
[4] “Kirli Savaş” döneminde gözaltına alınan 600 hamile kadının çocuğu, işkence kamplarında dünyaya gelmiş ve ailelerinin katillerine evlatlık verilmişti. Büyükannelerin mücadelesiyle bugüne kadar 130’dan fazla kayıp torun bulundu!
[5] Kayıp oğlu Nestor ve sevgilisi Raquel Mangin’i ararken zorla kaybedilen Azucena Villaflor’un kemikleri tam 28 sene sonra bulundu. Külleri, bir Perşembe yürüyüşü sonlandıktan sonra Plaza de Mayo’ya serpildi. Gazeteler onun için ertesi sabah “Meydanın Annesi” yazdılar.
[6] Plaza de Mayo Anneleri verdikleri bu ilham verici mücadele sayesinde dünyaca ünlü sanatçılardan da destek aldılar. Joan Baez 1982’de Latin Amerika’da çektiği belgeselle onları anlattı. İngiliz sarkıcı Sting, Buenos Aires konserinde “They Dance Alone” (Onlar Yalnız Dans Ediyorlar) şarkısını anneler için söyledi. Ünlü müzik grubu U2 ise 1987’de Latin Amerika dışında hiçbir coğrafyada çalmayacaklarını söyledikleri “Mothers Of The Disappeared” (Kaybedilenlerin Anneleri) şarkısını yapıp, Arjantin, Şili, El Salvador gibi Latin Amerika ülkelerindeki faşist diktatörlüklerde kaybedilenlerin direnen annelerine ithaf etti.
[7] Pablo Neruda, Oğulları Ölen Analara Türkü
link: Yılmaz Seyhan, Evlatlarından Doğan Plaza De Mayo Anneleri , 8 Ocak 2023, https://marksist.net/node/7826
Çürümenin Vardığı Narko-Mafyatik Bataklık
Dünyaya Bir Devrim Gerek!