On iki yıl önce Katar’da yapılması kararlaştırılan ve bu süreçte çeşitli tartışmaları da beraberinde getiren Dünya Kupası karşılaşmaları 20 Kasımda başladı. Katar’ın göçmen işçiler için bir sömürü cehennemi olması, ülkedeki insan hakları ihlalleri; futbolun yaygın olmadığı ve altyapısının da bulunmadığı bir ülkede gerçekleştirilen yüz milyarlarca dolarlık harcamanın emekçiler açısından büyük bir israf ve yük oluşturması; Katar’ın seçilmesinin arkasında yatan rüşvet ve yolsuzluklar ve turnuvanın kış aylarında yapılmasının yaratacağı olumsuzluklar bu tartışmaların temelini oluşturuyor. Elbette stadyumlarda içki yasağı ve LGBT bireyler üzerindeki baskılar da bunlara ekleniyor. Tüm bu olgulara rağmen neden Katar’ın seçildiği ve neden ortaya çıkan tüm gerçeklere rağmen bu seçimde ısrar edildiği sıkça sorgulanıyor. Aslında bu seçim iki ana iktisadi sebepten kaynaklanıyor. İlki, ne kadar fazla harcama yapılacaksa, burjuvaziye o kadar çok kaynak aktarılacak demektir. İkincisi de, Katar bu organizasyonu üstlenmek için uzun yıllar boyunca astronomik rüşvetler yedirmiştir tüm FIFA camiasına!
Futbol ekonomisi
Güzel, zevkli ve basit bir oyun olan futbol, profesyonelleşip kapitalistlerin eline düşünce kirlenmiştir. Burjuva medyanın gelişimiyle birlikte futbol merkezli yaratılan büyük bir ekonomi söz konusudur ve yalnızca ortada dönen paranın büyüklüğü değil, medyatikliğin, popülerliğin, prestijin kendisi de büyük bir çürütücü faktör olarak iş görmektedir.
Dünya Kupasını yaklaşık 5 milyar insanın izleyecek olması tek başına çok şeyi anlatır. Bu muazzam bir reklam ve pazarlama fırsatı demek kapitalistler için. Zaten kupa organizatörlerinin bundan sağlayacakları gelirlerin çoğunluğu, reklâm, pazarlama ve yayın haklarının satışından geliyor. Üretilen hizmetin (maçlar) satılmasından elde edilen bilet gelirleri, ulusal bahis oyunlarının yanı sıra sponsorluk gelirleri de ciddi bir kazanç kapısıdır. Kulüp ürünlerinin (tekstilden spor malzemelerine) satışı gibi birçok imalat sektörü de futboldan beslenmektedir. Kulüplerin hem gelirlerinin hem de giderlerinin astronomik boyutlar kazanması hileli para akışı işlemlerinin gizlenmesini kolaylaştırmış, bu da futbolu kara para aklanan bir alan haline getirmiştir. 10 yıl önce hazırlanan bir kara para aklama raporuna göre, “Avrupa’da futbolun yıllık cirosu 20 milyar avroya yaklaşmıştır. Yan kollarıyla birlikte sektörün dünya genelindeki hacmi ise 500 milyar dolara ulaşmıştır. Bu iştah açıcı pasta nedeniyle şike, yolsuzluk, vergi kaçakçılığı ve kara para aklama açısından futbol sektörü oldukça cazip hale gelmiştir.” [1] Bugün Rus oligarklardan mafya liderlerine, petrol şeyhlerinden holding sahiplerine kadar bir dizi ismin futbol kulüplerine rağbeti bu denli arttığına göre söz konusu durum çok daha ileri taşınmış olsa gerektir. Ortadoğu’nun petrol milyarderleri itibar kazanmak için futbola yatırım yapıyorlar. Katar Emiri, Fransız PSG futbol kulübünün sahibidir. İngiliz Manchester City kulübünü Birleşik Arap Emirliklerinden bir şeyh ve Newcastle kulübünü ise Suudi prensi satın almıştır.
Yalnızca kulüpler ve ulusal federasyonlar değil, bölgesel ve küresel federasyonlar da muazzam kazançlar elde ediyorlar. FIFA Dünya Kupasının gelirlerinin çoğunu cebe indiriyor ve her seferinde kasasına koyduğu meblağ milyarlarca dolar oluyor. Hal böyle olunca, en alttaki futbolcusundan en tepedeki yöneticilere kadar bir dizi insan ve kuruluş her türlü yolsuzluğa, şikeye ve rüşvete batmış durumdadır.
Balık en baştan kokmuş durumdadır. Kupanın Katar’da yapılması için Katarlı yetkililer “bu işe 880 milyon dolar para ödemiş. Sadece FIFA’ya yapılan bu ödemelerin dışında FIFA yönetim kurulu üyelerine de 1,5 milyon dolar ödendiğini eski yönetim kurulu üyeleri itiraf ettiler” diyor bir spor yazarı. [2] On iki yıl önce FIFA Başkanı olarak, “futbolun yeni topraklara gidip gelişeceğini” söyleyerek kupanın Katar’da yapılacağını açıklayan Sepp Blatter, iki hafta önce verdiği bir röportajda bunun bir hata olduğunu söyledi! Bu kokuşmuş burjuva, rüşvet söylentilerinin ayyuka çıkmasının ardından açılan FBI soruşturması nedeniyle FIFA başkanlığından istifa etmek zorunda kalmış, ardından da futbol yöneticiliği yapamaması karara bağlanmıştı. Benzer birçok örneği FIFA, Yolsuzluk, Futbol ve Kapitalizm adlı yazımızda ele almıştık. [3]
Ama futbol yalnızca bu gelirler demek değildir. Organizatörler açısından gider sayılan on milyarlarca dolarlık harcama ve yatırımlar, aslında başka kapitalistler için muazzam bir kazanç kapısıdır. Hele de bu organizasyonlar, işçi haklarının olmadığı ya da zayıf olduğu ülkelerde yapılıyorsa!
Göçmen işçilerin sömürü cehennemi
Gerek Katar gerekse de diğer petrol ve doğalgaz zengini Körfez ülkelerinde işgücünün çok önemli bir kısmını göçmen işçiler oluşturuyor. Öyle ki Katar’da yaşayan toplam 2,9 milyon kişi içinde Katar vatandaşı olanların sayısı yalnızca 380 bin. Yani toplam nüfusun %13’ü yerli, geri kalan %87 ise yabancı yerleşimci ve göçmen işçilerden oluşuyor. Güney ve Güneydoğu Asya ülkelerinin yanı sıra Ortadoğu’nun petrol zengini olmayan ülkelerinden de bölgeye hem vasıflı hem vasıfsız bir işgücü göçü söz konusudur. Türkiye de bu ülkelere işgücü gönderen ülkelerden biridir. Katar’daki bu göçmen işçilerin yarısı inşaatlarda çalışıyor. O nedenle turnuvadan sonra bu nüfusun azalacağı öngörülüyor. Yalnızca bu veriler bile kapitalizmin gerçekte ne denli çürümüş bir sistem olduğunu ortaya koymaya yeterlidir. 2,5 milyon göçmen işçi, neredeyse hiçbir iş yapmayan 380 bin kişi için çalışıyor, üretiyor ve onlara hizmet ediyor. Bu sefahat muazzam bir petrol ve doğalgaz zenginliğinin üzerinde oturmaktan kaynaklanıyor.
Katar’da ciddi bir futbol altyapısının olmaması nedeniyle 7 yeni stadyum, ekiplerin konaklama ve idman tesisleri, ulaşım altyapısı, havalimanı ve metro, taraftarlar için konaklama tesisleri gibi sayısız iş kısa süre içerisinde bitirilmek zorunda kalındı. Bunun kapitalizm koşullarındaki anlamı, iş cinayetlerinin bir çığa dönüşmesidir. Bu nedenle Katar’ı göçmen işçi mezarlığı olarak adlandırmış ve müsabakaların bu mezarlıkta yapılacağını söylemiştik. Gerçekten de on iki yıl boyunca Katar’a çalışmak için gelen işçilerden yaklaşık 6800’ü iş cinayetlerinin kurbanı oldu, yani her hafta yaklaşık 12 işçi katledildi ve bunlar yalnızca ulaşılabilen rakamlar. Bu sayıya Filipinler, Kenya gibi ülkelerden gelip kayıtsız çalışan işçilerden hayatını kaybedenler dâhil değil. Katar’ın petrol zengini asalakları ve aslında oralarda Katarlılarla birlikte yatırım yapan Batılısından Çinlisine tüm dünyanın burjuvaları, dünyanın her köşesinden gelen işçileri iliklerine kadar sömürdüler ve halen de sömürüyorlar: “Hindistan’dan Bangladeş’e, Pakistan’dan Mısır’a, Filipinler’den Sri Lanka’ya, Nepal’den Kenya’ya her coğrafyadan milyonlar, doğup büyüdükleri toprakları daha iyi bir yaşam için terk ediyor, Katar gibi ülkelere çalışmaya gidiyorlar. Maalesef umut yolculukları inşaatlarda can vererek, hastalıktan kırılarak, açlıktan bitap düşerek son buluyor.” [4]
Yani sorun yalnızca iş cinayetleri de değil. İşçiler felâket derecede kötü koşullarda çalışıyor, barınıyor ve yaşıyorlar. Göçmen işçilerin Katar yasalarına göre sendikalara üye olmaları ve grev yapmaları yasak! Uluslararası Af Örgütü, baskılar üzerine 2018’de kimi reformlar yapılmasına rağmen, inşaatlarda çalışan yüz binlerce işçinin insan hakları ihlalleriyle karşı karşıya kaldığını saptamıştır. Bunun örneklerini en baştan beri vurguluyoruz: “göçmen işçiler 50 derece sıcağın altında, günde 17 saate varan sürelerle çalıştırılıyor, susuz bırakılıyor, pasaportlarına el konuluyor, kaçmamaları için aylarca ücretleri ödenmiyor. Pasaportlarına el konulan işçiler, parasal ceza, polise teslim etme, başka işe girmeyi engelleme gibi tehditlerle zorla çalıştırılıyorlar. Uygulanan kefillik sistemiyle sömürü katmerleşiyor. Kefillik uygulamasına göre, işçi çalıştığı işverenin izni olmadan iş değiştiremiyor, ülkeyi terk etmeden önce kendisine kefil olan işverenden çıkış belgesi alıyor. Haliyle bir işçi bu şartlarda patronun her dediğini yapmak zorunda kalıyor. Aksi halde ülkeyi terk edemiyor ve başka işte de çalışamadığından açlıkla baş başa kalıyor.” [5]
Kafala yani kefillik sistemi denilen bu sistem aslında yalnızca Katar’da değil, diğer petrol zengini Arap ülkelerinde de esas çalışma sistemi durumunda. Hatta Türkiye’de bile gerek Afganistan ve Suriye’den, gerek Afrika ülkelerinden gerekse de Orta Asya’dan gelen göçmen işçilerin sıklıkla karşı karşıya kaldıkları bir uygulama. Dahası da var: Avrupa ülkelerinde bile göçmen işçiler bu sistemi yakından tanıyorlar. Avrupa’nın cici beyleri ve bayanlarına hizmet eden ev hizmetçilerinin bir kısmı tam da bu şekilde ev içi köle gibi çalıştırılan göçmenlerden oluşuyor. Sayısı belirsiz kadın da seks kölesi olarak bu muamelenin kurbanı durumundadır. Hal böyleyken, Batılı burjuva siyasetçilerin, bu insanlık dışı uygulamalar için kendi evlerinde olup biteni görmeden yalnızca Katar’ı suçlamaları büyük bir riyakârlıktır. Üstelik Ortadoğu’daki bu uygulamaların hem doğrudan hem de dolaylı sorumluluğu onların da sırtındayken!
Gelen eleştiriler karşısında, ikiyüzlülükte diğer sınıfdaşlarından aşağı kalmayan FIFA Başkanı Infantino, FIFA’yı ve Katar’ı savunmak için gerçeklerin bir kısmını itiraf etmek zorunda kalıyor: “Ben Avrupalıyım. Dünyanın dört bir yanında 3 bin yıldır yaptıklarımız için, ahlâk dersi vermeden önce 3 bin yıl özür dilemeliyiz. Eğer Avrupa, bu insanların kaderini gerçekten önemsiyorsa, bu işçilerin bir kısmının çalışmak üzere Avrupa'ya gelebilmesi için yasal yollar oluşturabilir. Onlara biraz gelecek ve umut verebilirler.” Başka söze ne hacet! Hemen arkasından da bu kez kendi günahlarının üzerini örtmek için yalan ve çarpıtmalara başvurarak, Katar’ın bu süreçte çok yol kat ettiğini, yasal düzenlemeler yaptığını, kaza geçiren işçilerin tazminat aldığını söylüyor. Hatta çok büyük bir ilerlemeymiş gibi, “bir asgari ücret bile saptandı” diyor. Katar vatandaşları başına düşen gelirin 470.000 dolar olduğu bir ülkede, asgari ücret olarak saptanan 275 dolar, ne büyük ilerleme!
Alman İçişleri Bakanının turnuvanın Katar’da düzenlenmesine dair olumsuz açıklamaları karşısında, Katar Dışişleri Bakanı da, Alman halkının “politikacılar tarafından yanlış bilgilendirildiği” demagojisine sarılıyor. Meselâ, kupanın alışılmışın aksine yaz aylarında değil de kış aylarında yapılmasını ele alalım. Organizasyonun Katar’da yapılması kararlaştırıldığında henüz böyle bir plan yokmuş bile, bu karar ancak 5 yıl sonra verilmiş! Demek ki, futbolcuların, takımdaki diğer görevlilerin, organizasyonda görev alanların, seyircilerin ve çalışanların sağlığı ve iş güvenlikleri ne FIFA yöneticilerinin ne de Katar emirlerinin umurlarındaydı. Ama aynı Katarlı Bakan, Alman hükümetinin “enerji ortaklıkları veya yatırımları söz konusu olduğunda kendileriyle hiçbir sorunu olmadığını” söylerken tümüyle haklıdır. O riyakâr Alman emperyalistleri ki, 2006 Dünya Kupası organizasyonunun Almanya’da yapılması için Suudi oylarını almak amacıyla onlara rüşvet vermekten de çekinmemişlerdi. Suudilerin paraya ihtiyacı olmadığına göre onlara verilebilecek rüşvet, silah satışlarına getirdikleri sınırlamaları kaldırarak 1200 tanksavar füzesinin satışına onay vermeleri olacaktı!
Bu hususta son olarak bir gerçeğin daha altını çizelim. Basında göçmen işçilerin sorunları konusunda yükselen itirazlardan çok bahsedildi. Ancak Dünya Kupasının Katar’da yapılmasına karşı çıkarken göçmen işçilerin durumlarını öne çıkartanlar, esasen sol gelenekten siyasetçiler, sendikacılar ve insan hakları savunucularıdırlar. Sağ eleştirmenler ise farklı hususları öne çıkartıyorlar ve bunu yaparken de söylemleri fazlasıyla kibirli bir ton taşımakla kalmıyor, zaman zaman İslamofobik ve ırkçı vurgulara da kayıyor.
“İsraf” denilen şey sermayeye kaynak aktarımıdır
Katar’daki turnuvaya bilhassa soldan gelen haklı eleştirilerden bir diğeri de, turnuva için yapılan inanılmaz boyuttaki harcamaların büyük bir savurganlık ve israf olduğu şeklindedir. Hakikaten de Katar, Dünya Kupası organizasyonunu kazandığı 12 yıl öncesinden bu yana, turnuvaya hazırlık için 230 milyar dolarlık bir harcama yapmıştır. Bu rakamın bundan önceki tüm turnuvaların toplamından fazla olduğu, Rusya’da gerçekleştirilen son turnuvada ise “ancak” 11 milyar dolara ulaşıldığı düşünüldüğünde nasıl uçuk bir meblağdan bahsettiğimiz daha kolay anlaşılabilir! Katar’daki turnuvaya 1,7 milyon izleyicinin geleceği ve turnuva sayesinde 17 milyar dolarlık bir gelir elde edileceği söyleniyor. Yapılan harcamayla öngörülen gelir arasında devasa bir farklılık var ve bu yöndeki eleştirilerin karşısına, harcamaların büyük bölümünün yeni metro ağı, yollar, konaklama tesisleri, lüks otel ve restoranlar, golf alanları, plajlar gibi altyapı yatırımları için yapıldığı argümanı çıkartılıyor. Katar, turnuvadan sonra her yıl 6 milyon turisti ağırlamayı hedeflediğini açıkladı, bu altyapı yatırımlarının da bu işe yarayacağını iddia ediyor. %87’si göçmenlerden oluşan 2,9 milyon nüfuslu bir ülke için, bu hedef hiç de gerçekçi gözükmüyor. Bu tesislerin spor amaçlı olanlarının hepsi, atıl kalıp çürümeye terk edilecektir. Tıpkı daha önce olimpiyatlar ya da Dünya Kupası gerekçesiyle Barcelona’da, Atina’da, Pekin’de, Rio’da yapılan tesisler gibi… “[Brezilya’da] Dünya Kupası gerekçesiyle yapılan müsrif harcamalar yoksul kitleleri çileden çıkarmıştır. Örneğin futbola ilginin düşük olduğu ve lig maçlarında ortalama 600-700 taraftarın stada geldiği Amazon bölgesinin Manaus kentinde 44 bin koltuk kapasiteli bir stadyum inşa etmek için devlet bütçesinden yaklaşık 300 milyon dolar para harcandı. Bu stat Dünya Kupası boyunca sadece 4 maç için kullanılacak. Kupa bittikten sonra lig maçlarında 44 bin seyirci kapasiteli stadyuma ihtiyaç duyulmayacak. Stat kullanılsa bile tribünler boş kalacak. Üstelik stadın bakımı için her yıl yaklaşık 3 milyon dolar masraf yapılması gerekecek. Hükümet bu masraftan kurtulmak için stadyumun hapishaneye dönüştürülmesini bile düşünüyor!” [6]
Burada söylenenlerin hepsi gerçek oldu, söz konusu dev stadyum 2016’daki olimpiyatlarda da birkaç maç için kullanıldıktan sonra büyük ölçüde atıl durmaktadır. Bu gerçek Katar için de haydi haydi geçerli. Öncesinde 3 stadyumu bulunan bu küçücük nüfuslu ülkenin küçük futbol liginde her maç ortalama 4-5 bin seyirciyle oynanıyordu. Dünya kupası için 8 milyar dolara mal olan 7 dev stadyum yapıldı; bunlardan biri 90 bin seyirci kapasiteli, diğerlerininki ise 40-60 bin arasında değişiyor. Yani aslında tüm Katar vatandaşlarını bu stadyumlara oturtsak, koltukların yarısı boş kalır!
Burjuvazi için kazanç kapısı olan bu tür büyük organizasyonların, onları düzenleyen ülkelerin bütçelerinde devasa açıklara yol açtığını da görüyoruz. Son 60 yıldır yapılan 36 büyük spor organizasyonundan yalnızca bir tanesinde ev sahibi ülke kazanç sağlamıştır (Rusya’daki 2018 Dünya Kupası).[7] Harcamaların çok büyük bölümü ev sahibi ülkenin bütçesinden yapılmasına rağmen, bilet satışları, yayın hakları ve sponsorluklardan gelen paranın önemli bölümü FIFA’ya gidiyor. FIFA bu turnuvadan da 4,6 milyar dolarlık bir gelir bekliyor. [8] Yani kazanan FIFA ve büyük burjuvazi olurken, devlet bütçelerindeki açıklar ve kamu borçları şiştikçe şişiyor ve elbette ki fatura yine emekçilerin sırtına bindiriliyor. Bir başka deyişle emekçiler açısından yalnızca devasa bir israf değil, aynı zamanda büyük bir soygun söz konusudur.
Sonuçta bu paralar emekçilerin eğitim, sağlık, barınma, ulaşım gibi temel sorunlarının çözümüne dönük altyapı yatırımları için harcanabilecekken, atıl bırakılıp çürümeye terk edilecek tesislerin inşası için harcanmaktadır. Ama işte tam da bu noktada, “neden futbol altyapısının güçlü olduğu bir ülke seçilmedi de bunca harcama gerekli kılındı” eleştirisini yöneltenlerin kapitalizmin asli gerçeğini ıskaladığını görüyoruz. Emekçilerin gözünden ya da onların çıkarları açısından israf anlamına gelen harcamalar, kapitalistler için muazzam kâr kaynakları, fonların kendi kasalarına akması anlamına gelir. Kapitalistler ekmeği de, tereyağını da, eti de insanlar tüketip karınlarını doyursunlar diye değil, onların satışından kâr etmek için üretiyorlar. Aynı şekilde silahları da kâr için üretiyorlar. Bu faaliyetlerin hepsi de onlar için aynı ölçüde meşru, aynı düzeyde saygın işkollarıdır. Bir daha kullanılmayacak dev stadyumları, olimpiyat tesislerini vb. de aynı saiklerle üretirler ve karşılığını kasalarına indirdikten sonra, onların nasıl kullanıldığı vb. umurlarında bile olmaz. Üstelik dünya ekonomisi bu denli derin bir krizdeyken, Dünya Kupası için harcanacak yüz milyarlar, burjuvazi açısından israf değil, can suyu niteliğindeki kaynak aktarımlarıdırlar. Onların tek derdi de bu pastadan alabildiğine büyük bir pay almaktır. Kapitalizm budur ve bir akıldışılık varsa, bu, sistemin bütünündedir.
Futbol ve siyaset
Katar’ın Dünya Kupasına ev sahipliği yapma hevesinin ana motivasyon kaynağı burjuvaziye sağlanacak iktisadi gelirler değildir. O, yaptığı harcamalarla itibar satın almaktadır: “Bölgesinde ve uluslararası siyasi arenada bir aktör olmaya çalışan Katar için Dünya Kupası muazzam bir siyasi rant kapısı… Katar dünya arenasında imajını düzeltmek, bir cazibe noktası olmak ve bölgede etkisini arttırmak için böylesi pahalı bir topa girdi. Uluslararası spor organizasyonlarının ev sahibi ülkelerin siyasal iktidarı için meşruiyet kaynağı olduğunu da hesaba kattığımızda, Katar’ın Dünya Kupasıyla iç ve dış prestij hesapları yaptığını söyleyebiliriz.”[9]
Aslında futbol ve onun gibi popüler sporlar, egemen sınıfın cebini dolduran bir iktisadi faaliyet olmanın da ötesinde, kitleleri oyalayıp uyutmanın, onları bölüp manipüle etmenin, milliyetçiliği köpürtmenin, prestij kazanmanın araçlarıdırlar. Bu nedenle de burjuva siyasetçilerin fazlasıyla ilgi alanındadırlar. Yeri gelmişken belirtelim ki, Türkiye’de bu durum fazlasıyla ortadadır. Futbol federasyonundan kulüp yönetimlerine kadar her idari düzeydeki seçimler iktidar partisiyle muhaliflerinin kavga alanı haline gelir. Aslında Türkiye’deki İstanbul merkezli en eski üç spor kulübü de, o günün siyasilerince yani Osmanlı devlet bürokrasisinin himayesinde ya da doğrudan onun unsurlarınca kurulmuşlardı. Bunda şaşılacak pek bir yan da bulunmuyor, zira edebiyatçılarından aydınlarına ve bilimcilerine kadar neredeyse tüm Osmanlı entelijensiyası da devletin memuru durumundaydı bu topraklarda. Cumhuriyetin tek parti döneminde de bu gelenek devam etmiştir. Burjuva Siyasetin Aracı Olarak Futbol başlıklı yazımızda detaylarıyla ele aldığımız gibi, bu topraklarda futbol en başından itibaren siyasetle iç içe olmuş, darbe ve olağanüstü rejim dönemlerinde bu durum çığrından çıkmış, kapitalist gelişmeyle birlikte alabildiğine kokuşmuş bir düzen yaratılmıştır.
Özellikle büyük uluslararası turnuvalar öncesinde egemenler barıştan, dostluktan, dayanışmadan, olimpiyat ruhundan vb. dem vururlar. Gerçek tam tersidir, ikiyüzlü egemen sınıf lafta bu “değerleri” parlatırken gerçekte bu turnuvaları şovenizmi körüklemek için alabildiğine kullanır. “Milli takımlar arasında düzenlenen turnuvalar, ulusları saflaştırmak ve ulusal düşmanlıkları körüklemek üzere egemen sınıflarca kullanılan önemli birer fırsattır.” [10] Kitleler elde edilen başarılarla, kendi uluslarının üstün olduğu demagojisiyle pohpohlanırlar. Çöpçüsünden profesörüne, dağdaki çobanından cumhurbaşkanına herkes sevinç içerisindedir; sokaklardaki coşmuş kitlelerle, stadyumlardaki devlet büyüklerinin sevinç nidalarının ortaklığı, milli birlik ve beraberliği göstermiyorsa, neyi göstermektedir!
Baskıcı rejimler, çıplak diktatörlükler ve Dünya Kupası
Dünya Kupasının Katar’da yapılmasına, Katar’ın baskıcı bir rejim olduğu gerçeğini dillendirerek karşı çıkanlar da var. Ve bu argümanlarında kesinlikle haklılar. Katar’da ne seçilmiş vekillere dayalı bir parlamenter işleyiş vardır, ne de siyasal ve sendikal özgürlükler. Katar vatandaşı olanlara devlet tarafından her ay 30 bin dolar vatandaşlık maaşı ödeniyor; yine vatandaşların barınma, elektrik, su ve doğalgaz ihtiyaçları devlet tarafından ücretsiz karşılanıyor. Petrol gelirlerinden fazlasıyla nemalandırılan Katar vatandaşları, kendilerine sunulan bu rüşvet kabilinden yaşam tarzından ötürü tepelerindeki çağdışı emirlik sistemini kabullenmiş durumdalar. Ve bu durum sadece Katar için değil, Kuveyt, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri ve Suudi Arabistan için de hemen hemen aynı şekilde geçerlidir. Hepsinde de dine dayalı olduğu iddiasındaki totaliter, cinsiyetçi ve ayrımcı yönetimler emirlik ve krallık adı altında hüküm sürüyorlar ve halkı dağıttıkları ulufelerle bu duruma razı kılıyorlar. Ama Batılı sözde demokratlar bu genel durumu pek de dillendirmeyip, daha ziyade kadınların ezilmiş statülerini ve eşcinselliğin kanunen yasaklanmış oluşunu öne çıkarıyorlar. [11] Böyle yapıyorlar, çünkü hem oralardan gelecek petrol ve doğalgaza muhtaçlar hem de kendi ülkeleri bu gerici rejimlerin yaratıcısı, destekçisi ve işbirlikçisidir.
Bir şeyi daha sormak gerekiyor: Bu tür organizasyonlar bugüne kadar hep demokratik ülkelerde mi yapılmıştır? Katar demokratik değildir, doğru da, bir önceki Dünya Kupasının yapıldığı Putin Rusya’sı ya da iki olimpiyatı arka arkaya yapan Çin demokratik miydi ki onlar için aynı itirazlar aynı yoğunlukta dillendirilmemiştir?
İşin aslı şu ki, bu organizasyonların hangi ülkede yapılacağının belirlenmesindeki sayısız kriter arasında, aday ülkelerin “insan hakları ve demokrasi karnesi” hiçbir zaman yer almamıştır. Tersine, baskıcı ve dış itibarları pek iyi olmayan otoriter rejimler eğer iktisadi güçleri varsa bu tür organizasyonları üstlenmek için her zaman bir hayli çaba göstermişlerdir. Zira bu organizasyonlar aracılığıyla hem prestij kazanıyorlar, hem de varlıklarını sürdürmek için çok ihtiyaç duydukları milliyetçiliği köpürtmek için fırsata kavuşmuş oluyorlar. Nazi Almanya’sında düzenlenen 1936 yaz olimpiyatlarını Hitler’in ne denli önemsediğini, Alman ırkının üstünlüğünü kanıtlama fırsatı olarak gördüğünü hatırlayalım. Hayallerini ABD’li bir siyah atlet, Jesse Owens, yerle bir etmişti, üstelik 4 altın madalyayla ve hepsinde de rekor kırarak. Bu müthiş başarıya rağmen, siyah ve yoksul biri olmasının doğurduğu zorluklarla hayatı boyunca boğuşmuştu Jesse. Olimpiyat dönüşünde ülkesinde onuruna düzenlenen törene katılmak için gittiği otel binasına siyah olduğu için ön kapıdan girememişti! Dönemin “demokrat” ABD başkanı Roosevelt, onu başarısından dolayı ne Beyaz Saray’a davet etmiş ne de tebrik etmişti, oysa beyaz sporcular bu şekilde “onurlandırılmış”tı. İşsizlikle boğuşan Jesse ailesinin geçimini sağlamak için atlarla yarışmak zorunda kalmış ve kendisini eleştirenlere “ne çare ki altın madalyalarının yenilebilir olmadığını” söylemişti. Faşizmin ırkçılığını vurgulayıp güya Avrupa’ya demokrasi ve özgürlük götürmek için II. Dünya Savaşına katılan ABD’de durum buydu işte.
Dönemin demokratik burjuvazisi, olimpiyatların Nazi Almanya’sında yapılmasına da, Dünya Kupasının İtalya’da yapılmasına da sesini çıkarmamıştı. Üstelik bunlar istisnai örnekler de değillerdi: “1934’te İtalya’da oynanan turnuva, Mussolini’nin faşist iktidarının gücünü tüm dünyaya kanıtlaması için bir araçtı. Kupayı şaibeli şekilde kazanarak Mussolini’nin huzuruna götürmüştü İtalyan milli takımı. Siyah formalı takım (ülkedeki faşist paramiliter örgütlenme olan Kara Gömlekliler’e ithafen) dört yıl sonraki turnuvada da Mussolini’nin «Ya kazanın ya da ölün» mesajının da etkisiyle kazanmıştı. 1970’de Brezilya’daki darbeci Medici rejimi de futbola ve Dünya Kupasına sarılacaktı. Faili meçhul cinayetler, gözaltı ve tutuklama furyalarıyla anılan bu dönemde, Medici bir düzineden fazla stadyum yaptırmıştı. Finalde «sambacılar» kupayı kazanmıştı, ülkenin yeni sloganı belirlenmişti: «Kimse Brezilya’nın ilerleyişini durduramayacak!» 1978’de ise Arjantin’de sergilendi aynı pespayelik! Arjantin’deki ABD destekli darbenin ilk dönemlerinde işkence kampına dönüştürülen, sosyalistlerin katledildiği stadyumlarda… Bu turnuvanın da kazananı Arjantin, daha doğrusu cunta şefi Videla olmuştu.” [12]
Arjantin’deki faşist askeri rejim günde yaklaşık 200 kişiyi “kaybediyor”du, kayıpların sayısı 30 bine yaklaşmıştı. Faşist cuntanın lideri Videla, hem içeride milliyetçiliği köpürterek rejime destek sağlamak, hem de uluslararası alanda prestij kazanmak için 1978’de yapılacak Dünya Kupasına çok önem veriyordu. Kupaya katılan Alman futbolculardan biri, Berti Vogts, “Arjantin’de hiç siyasi tutuklu görmedim, her şey düzen içerisinde” derken, dışarıda Plaza de Mayo’da yakınları için mücadele eden beyaz başörtülü kadınların, Plaza de Mayo Annelerinin haykırışları yükseliyordu. O kayıplardan bazıları, kupa finalinin oynanacağı stadyumun bir sokak ilerisindeki işkencehanedeydiler, gol sesleri hücrelerine kadar geliyordu; ülkede bu tip 400 merkez kurulmuştu. Ama tüm futbolcular Vogts kadar duyarsız değillerdi. Bir önceki Dünya Kupası sahibi Alman milli takımının yıldızlarından Paul Breitner, “binlerce kişinin katledildiği stadyumlarda top oynamam” diyerek Arjantin’e gitmeyi reddetmişti. Dönemin en iyi oyuncusu olarak değerlendirilen Hollanda takımının kaptanı Cruyff da kupaya gitmemişti, onun da gerekçesinin aynı olduğu söyleniyordu. Gerçek nedenin bu olmadığı çok sonraları kendisi tarafından açıklansa da, bu söylentinin bu denli yaygınlaşabilmesi bile dönemin futbolcularının (en azından bir kısmının) duyarlılığını gösteriyordu.
Birçok spor branşında düzenlenen uluslararası müsabakalar son çeyrek yüzyıldır artan oranda otoriter rejimlerle yönetilen ülkelerde yapılmıştır. [13] Bunun önemli nedenlerinden biri, bu tür rejimlerin hazırlıklar için yapacakları muazzam harcamalarda halka hesap vermekten büyük ölçüde kaçınabilmeleridir. Spor tesislerinin, ulaşım ağlarının, konaklama imkânlarının giderek yükseltilen kalite kriterleri, müsabakalar için muazzam harcamaları gerektiriyor. Son 60 yılda sporcu başına müsabaka maliyetleri 35 katına çıkmıştır. [14] Artan maliyetler ve yükselen tepkiler nedeniyle demokratik hükümetler bu tür organizasyonlara eskisi kadar talip olmuyorlar. Örneğin 2016 olimpiyatlarına 7 ülke talip olmuştu, 2024 olimpiyatlarına ise yalnızca 2 ülke. Özellikle son çeyrek yüzyıldır, yapılan yeni tesislerin müsabakalardan sonra nadiren kullanılması ya da atıl kalarak çürümeye terk edilmesi olgusu oldukça yaygındır ve bu durum o ülkelerin demokratik kamuoyunda ciddi tepki topluyor. Muazzam kaynakların ekonomide anlamlı ve kalıcı bir atılıma yol açmaksızın bir şov için harcanması gerçeği bilinçlere çıktıkça tepkiler de artıyor. Ve bu tepkiler demokratik ülkelerde kitlesel gösterilerle açığa vuruluyor. Oysa otoriter rejimlerde, bu tepkiler daha baştan bastırılıyor ve müsabakalar başlamadan çok önce muhalefet baskı altına alınıyor. Örneğin 2008 Pekin Olimpiyatlarından hemen önce Çin’de “potansiyel muhalifler” daha baştan tutuklanmışlardı.
Toparlayalım. Katar’da yapılan Dünya Kupasına dönük tüm eleştiriler, şu ya da bu ölçüde haklıdır. Ama dile getirilen itiraz noktalarının ve argümanların sanki yalnızca bu Dünya Kupasına ve Katar’a hasmış gibi sunulması yanıltıcıdır. Kapitalizm budur ve böyle bir sömürü sisteminde temiz bir spor düşü imkânsız bir hayalden başka bir şey değildir: “Kapitalizm yeryüzünde egemenliğini kurarken her şeyi büyük bir değişim ve dönüşümün içerisine soktu. Kültürü, sanatı, sporu yerellikten kurtararak evrenselleştirdi ve bunlardan ideolojik, ekonomik ve siyasi kazanç elde etti. Ama çürüme çağındaki kapitalizm elini attığı her şeyi çürütmeye, yozlaştırmaya başladı. Endüstriyel futbol bu bakımdan çürüyen kapitalizmin en «başarılı» ürünlerinden birisidir. Endüstriyel futbolun pislikleri ortadadır. Siyasetin kirletmediği, paranın yozlaştırmadığı, rekabetin taraftarları ve oyuncuları çığırından çıkarmadığı bir futbol, yani endüstriyel olmayan bir futbol kapitalizmde mümkün değildir.” [15]
[1] Kerem Dağlı, Burjuva Siyasetin Aracı Olarak Futbol, Ağustos 2011, marksist.com
[3] Suphi Koray, FIFA, Yolsuzluk, Futbol ve Kapitalizm, Haziran 2015. Ayrıca bak: Suphi Koray, Futbol, Bahis, Şike ve Kapitalizm, Mayıs 2010, marksist.com
[4] Yılmaz Seyhan, Dünya Kupası: Katar’ın Prestiji Kaç Tabuta Sığar?, Temmuz 2021, marksist.com
[5] Hakan Sönmez, 21. Yüzyılda Kölelik Devam Ediyor, Kasım 2013, marksist.com
[6] Serhat Koldaş, Dünya Kupası Protestoları ve Brezilya’da “Sol” Hükümetin Cibilliyeti, Temmuz 2014, marksist.com
[7] Yılmaz Seyhan, age
[8] Bu gelirlerin 2,6 milyar dolarını televizyon yayın hakları, 1,3 milyarını pazarlama hakları ve kalanı da konaklama, bilet satışları, lisans hakları ve diğer gelirler oluşturuyor. FIFA giderler düştükten sonra bu turnuvadan 1,5 milyar dolar kâr bekliyor.
[9] Yılmaz Seyhan, age
[10] Kemal Erdem, Kapitalizm Sporu da Kirletiyor, Temmuz 2008, marksist.com
[11] Gerçekten de Katar’da eşcinsellik de, evlilik dışı cinsellik de kanunlarla yasaklanmış durumda. Her ne kadar bu kanunlar yabancı turistler için hemen hiç uygulanmasa da, ülkede yaygın olan homofobiyi besler nitelikte. Kupanın başlamasından bir hafta önce Katar’ın Dünya Kupası elçisi, eşcinselliği “zihinsel bir hasar” olarak yaftaladı ve “Katar’a gelen herkes buradaki kuralları kabul etmeli” beyanında bulundu. Oyunların başladığı ilk günlerde ABD’li bir gazetecinin sırf üstünde gökkuşağı olan bir tişört giydi diye polis tarafından stadyuma sokulmaması ise bir başka skandal olarak basına yansıdı. FIFA bu uygulamalara karşı çıkmak yerine arka çıkıyor; takım kaptanlarının LGBT haklarını vurgulayan ve ayrımcılığı kınayan gökkuşağı renklerini taşıyan kolluk takmalarını yasakladı. Aralarında Almanya, İngiltere gibi önde gelen futbol ülkelerinin takım kaptanları, ırk, ten rengi, cinsel yönelim, kültür, inanç, milliyet, cinsiyet, yaş ve diğer tüm ayrımcılık şekillerine karşı farkındalık yaratmak için bu kollukları takmak istediklerini açıklamışlardı. FIFA’nın yanıtı, “sarı kartla cezalandırılırsınız” oldu! Bu arada Katarlı yetkililerin açıklamaları da bu konudaki ikiyüzlülüğü ele veriyor. Ülkede kanunen eşcinsellik yasak olmasına rağmen, Katarlı yetkililer, gelecek eşcinsel taraftarlara, “buyrun gelin, bir engel çıkartmayacağız, yeter ki herkesin önünde fazla yakınlaşmayın” diyorlar.
[12] Yılmaz Seyhan, age
[13] “Kopenhag Üniversitesi’nden Adam Scharpf ve iki meslektaşı tarafından derlenen verilere göre, otokrasilerin ev sahipliği yaptığı uluslararası spor etkinliklerinin payı 1945-88’de %36’dan 1989-2012’de %15’e düştü. O zamandan beri, %37’ye yükseldi.” (https://www.economist.com/....)
[14] “1966’da 16 takımın yer aldığı Dünya Kupası, futbolcu başına yaklaşık 200.000 dolara mal oldu (2018 fiyatlarıyla). 2018’de bu rakam 7 milyon dolara çıktı. Maliyetler, her turnuva için daha fazla yeni stadyum inşa edilerek artırıldı. Katar’da sekiz stadyumdan yedisi sıfırdan inşa edildi; 1966’da İngiltere hiç inşa etmedi.” (https://www.economist.com/graphic-detail/2022...
[15] Suphi Koray, Çürüyen Kapitalizmin Eşliğinde Ticarileşen Futbol, Ocak 2018, marksist.com
link: Oktay Baran, Dünya Kupası: Kapitalist Çürümenin ve Riyakârlığın Dibi Yok!, 5 Aralık 2022, https://marksist.net/node/7808
Yedi Yılın Ardından, Tahir Elçi’yi Unutmadık!
Umudu Büyüt