Kapitalizmin açmazının kendisini her alanda çok daha çarpıcı bir şekilde ortaya koyduğu, bu yüzden tüm dünyada sınıf mücadelesinin daha da keskinleştiği bir yılı geride bıraktık. Krizin ve pandeminin tüm yükünü sırtlanmak zorunda bırakılan emekçiler açısından çalışma ve yaşam koşulları 2022’de düzelmek bir yana daha da ağırlaştı. İşçilerin reel ücretleri korkunç bir hızla eridi, özellikle genç işsizliği görülmedik oranlara demir attı. Kiralar, enerji faturaları, ulaşım giderleri roket hızıyla yükselmeye devam ediyor. 2022 Şubat’ında patlak veren Ukrayna savaşı bu durumu daha da ağırlaştırdı. Rusya’nın Ukrayna’ya saldırarak başlattığı bu savaş, on binlerce insanın canını alma ve milyonları göç yollarına düşürme pahasına halen devam ediyor. Bir tarafında Rus emperyalizminin, diğer tarafında ise ABD ve İngiltere’nin başını çektiği Batı emperyalizminin yer aldığı bu savaş, yarattığı yıkım ve tedarik zincirlerindeki kopuşla gıda ve enerji krizini de derinleştirdi. Krizin ve emperyalist savaşın yarattığı yıkım, sadece yoksul ülkeleri değil Avrupa’yı da doğrudan etkiliyor. Refah timsali olarak gösterilen Avrupa ülkeleri bile fırlayan enerji fiyatları ve doğalgaz sıkıntısı nedeniyle kışı nasıl geçireceğini kestiremiyor. Avrupa kapılarını döven milyonlarca mülteciye, savaşın yarattığı yıkımdan kaçan Ukraynalı emekçiler de eklenmiş durumda.
Kapitalizm her alanda süreğenleşen bir kriz hali içinde ve tarihsel sistem krizi olarak nitelendirdiğimiz bu durum, her cephede “en”lerin, “ilk kez”lerin, “şimdiye kadar hiç”lerin birbiri ardına sökün edişiyle de kendini gösteriyor. Ekonomi cephesine bakacak olursak, kapitalizm tarihinin en büyük kriziyle sarsılırken, burjuvazinin çöküşü engellemek adına attığı her adım onu daha güçlü bir şekilde bataklığın dibine çekiyor. Çöküşü para basıp şirketlere dağıtarak engellemeye çalışma politikası, devasa kamu borçlarına ve 40 yıldır görülmeyen bir enflasyon patlamasına yol açmış durumda. 2020’nin başlarında bu politikanın krizden çıkışı sağlayacağını ve enflasyon yaratmayacağını iddia eden şarlatanlar, ortaya çıkan “enflasyon canavarı” karşısında şimdilerde suspuslar. Krizden çıkış umutları yerini çoktandır demoralizasyona bıraktığı gibi, sistemin tepelerinden alarm sesleri yükseliyor. “Küresel ekonomide, görece öngörülebilir bir dünyadan daha kırılgan bir dünyaya kökten bir kayma yaşıyoruz; daha büyük bir belirsizlik, daha yüksek ekonomik oynaklık, jeopolitik çatışmalar ve daha sık ve yıkıcı doğal afetler.” Elif Çağlı’nın tarihsel sistem krizi tespitiyle tümüyle uyumlu olan bu durum değerlendirmesi, IMF Başkanı Georgieva’ya ait. Aynı Georgieva, dünya ekonomisinin büyük kısmı için bu yılın geride bıraktığımızdan daha zorlu bir yıl olacağını da duyurdu 2023’ün ilk gününde. Burjuva zirvelerden gelen resesyon açıklamaları, 2020 krizinden hâlâ çıkılamadığının ve kolayına çıkılamayacağının itirafı aslında.
Öte yandan burjuvazi attığı her adımla toplumsal eşitsizlik ve yoksullaşmayı derinleştirirken, bir avuç süper zenginin servetine servet ekleniyor. Bilindiği gibi, egemenlerin sözde insanlığı felâketten kurtarmak için teyakkuza geçmiş göründükleri Covid-19 pandemisi döneminde milyonlarca insan hayatını kaybederken, yüz milyonlarca emekçi işsiz kalıp açlığa sürüklendi. Ama aynı dönemde her 30 saatte bir yeni bir dolar milyarderi eklendi milyarderler listesine. “Milyarderler Kovid-19 pandemisinin ilk 24 ayında, önceki 23 yılda kazandıkları servetten fazlasını kazandı. Dünya milyarderlerinin [2668 kişi] toplam serveti artık küresel GSYİH’nin yüzde 13,9’unu oluşturuyor. Bu, 2000’deki yüzde 4,4’lük miktarın üç katına tekabül ediyor.”[1] Sistemin hayırsever kurumlarından Oxfam’ın vurguladığı gibi bu gerçekten de “acıdan kâr etme”nin çarpıcı bir örneğidir.
Bu sistemin akıl almaz çelişkileri her alandan fışkırıyor. Örneğin tıpta, bilimde ve teknolojide sıçramalı gelişmelere tanık oluyoruz. Ama yapay zekânın doktorların pabucunu dama atmak üzere olduğu bu dünyada her gün 15 bin kişi, sağlık hizmetlerine ulaşamadığı için hayatını kaybediyor. Kapitalizm insanlığı büyük sağlık krizlerinin yanı sıra derin bir psikolojik buhranla da karşı karşıya getirmiş bulunuyor. Öyle ki, günümüzde her 8 kişiden 1’inin ruhsal sağlık bozuklukları yaşadığını, her yıl yaklaşık 800 bin kişinin intihar nedeniyle öldüğünü, antidepresan ilaç kullanımında küçücük çocukları da içerecek şekilde patlamalar yaşandığını bizzat Dünya Sağlık Örgütü tespit ediyor.
Her şeyin kâra endekslendiği bu sistem doğayı da sömürerek canlı yaşamı yok oluşa sürüklüyor. Bizzat kapitalizmin yarattığı küresel iklim değişikliği bin bir felâkette yansımasını buluyor. İklim endekslerinde artık her yıl birbiri peşi sıra rekorlar kırılıyor. En sıcak, en kurak, ama aynı zamanda en yıkıcı sellerin ve kasırgaların, en dondurucu soğukların da yaşandığı yıllardan geçiyoruz. Kapitalizmin doğa üzerindeki yıkıcı etkileri o denli bariz ve belirleyici hale gelmiş durumda ki, içinde bunduğumuz jeolojik çağa yeni bir isim verilmesi gerektiği düşüncesi bilimciler arasında giderek genel kabul görür hale geliyor. Milenyumla birlikte yaygınlaşan tartışmalarda, “insanın” doğa üzerinde benzeri görülmemiş ve pek çok alanda geri döndürülemez bir yıkıcı değişim yarattığı düşüncesinden hareketle, bu çağa Antroposen, yani İnsan Çağı ya da İnsan Egemen Çağ adının verilmesi fikri ağır basıyor. Oysa küresel iklim değişikliğinin yarattığı felâketler, yangınlar, toprağın, havanın, suyun yaşamsal tehdit boyutlarında kirlenmesi, dünyanın akciğerleri olan ormanların katledilmesi, balıkların midesinden insan plasentasına kadar her yerden mikroplastiklerin fışkırması ve daha nice sonuçla kendini gösteren bu yıkıcı değişimin müsebbibi “insan” değil, insan türünün %99’unun da sömürülmesiyle ayakta duran kapitalist sistemdir. Üstelik bu olgu buzul kayıtlarıyla bile doğrulanmaktadır. Dolayısıyla yeni bir adlandırma yapılacaksa, bunun bir olumsuzluk öznesi olarak kapitalizmi içermesi bilimsel açıdan da şarttır.
Aslında kapitalizmin yol açtığı ekonomik, sosyal, siyasal ve ekolojik yıkım tablosu artık burjuvazi tarafından da yadsınamayacak bir gerçeklik olarak ortada duruyor ve bu yüzden son on yılda bizzat sistemin yönlendirici kurumlarından itiraf üstüne itiraf geliyor. Nitekim Birleşmiş Milletler Kalkınma Programının Ekim ayında yayınlanan 2021/22 İnsani Gelişme Raporu da bu tabloyla uyumlu bir başlık taşıyor: “Belirsiz Zamanlar, Huzursuz Yaşamlar: Dönüşen Dünyada Geleceğimizi Şekillendirmek.” Bu başlık ve altını dolduran tespitlerin büyük bir kısmı içinden geçtiğimiz dönemi isabetli bir şekilde yansıtırken, raporda “geleceği şekillendirmek” meselesi egemen sınıfın perspektifinden koyuluyor kuşkusuz. İşte, içinden geçtiğimiz dönemin belirsizliklerle ve her alanda ciddi tehditlerle dolu bir dönem olduğuna, bunun “yeni normal” haline geldiğine, yaşanan krizleri “tek seferlik, münferit olaylar” olarak görmenin yanlışlığına vurgu yapılan bu rapordan birkaç durum tespiti:
“Dünyanın kökten değiştiğini kabul etmediğimiz sürece, her çıkan yangını söndürmek veya her yeni demagogu kovmak, hiçbir şekilde kazanamayacağımız «baş gösteren köstebeği haklama» oyunu haline gelecek. Artık geri dönüş yok.”
“… istikrarsızlaştırıcı gezegensel baskılar ile gittikçe artan eşitsizlikler, bu baskıları hafifletmeye yönelik geniş kapsamlı toplumsal dönüşümler ve yaygın kutuplaşmanın bileşkesi, dünyamız ve içinde yaşayan herkes için yeni, karmaşık, birbirini etkileyen belirsizlik kaynakları doğuruyor.”
“Dünyanın her köşesinde insanlar her zamankinden daha çok güvensiz hissettiklerini söylüyorlar. UNDP tarafından bu yılın başlarında yayınlanan İnsan Güvenliği Özel Raporuna göre, COVID-19 küresel salgınından önce dahi dünyadaki her 7 kişiden 6’sı yaşamlarının birçok cephesinde güvensiz hissediyordu.”
Yine bu raporda, “aşırı kutuplaşma” diye söz edilen sınıf mücadelesinin keskinleşmesinin, demokrasinin gerilemesinin “artık istisna değil norm haline geldiği”nden, küresel İnsani Gelişme Endeksi değerinin COVID-19 küresel salgını sonrasında peş peşe iki yıl düştüğünden de söz ediliyor. Ama tüm bunların sorumlusu olarak yine soyut bir insan öznesi çıkarılıyor karşımıza. Bununla birlikte çelişkilerin böylesine keskinleştiği bir sistemin ayakta kalamayacağı gerçekliği de yadsınamıyor. Meşhur Alman dergisi Der Spiegel bile 2023’ün ilk sayısının kapağında “kapitalizm işlemiyor” diyerek “Marx haklı mıydı?” diye sorduğuna göre, burjuvazi de böyle bir sistemin uzun süre yaşamasının mümkün olmadığının farkında olsa gerektir. Zaten 2008 krizinden bu yana, ama özellikle de 2020 krizi sonrasında “Büyük Reset”te de ifadesini bulan bir büyük dönüşüm ve reform zorunluluğunun dile getirilmesi de bu yüzdendir. Ama bu süre zarfında şirketlere para dağıtmak dışında hiçbir “reform” yapılmamıştır! Aksine toplumsal eşitsizlik daha da artmış, çelişkiler daha da şiddetlenmiş, yoksulluk, işsizlik, güvencesizlik hiç olmadığı kadar hızlı bir şekilde yaygınlaşmıştır. Üstelik bu sistem milyarlarca emekçiye daha iyi bir gelecek umudu bile veremez hale gelmiştir. Fakat anormallikler bileşkesi olan bu durum burjuva zirvelerde “yeni normal” olarak kodlanmakta ve buna alışmamız istenmektedir. Ancak işçiler, emekçiler kapitalizmin yarattığı bu ucubelikleri normal görüp bu dayatmaya boyun eğmemektedir.
İşçi sınıfı 2022’de de ayaktaydı
Biliyoruz ki, zulüm ve zorbalık direnişi doğurduğu gibi, hayati sorunlar da çözüm arayışlarına hız kazandırır, bunun için yükselen mücadeleye güç verir. Tam da bu yüzdendir ki tüm dünyada sınıf hareketi militan bir yükseliş sergiliyor. İşçi sınıfının onyıllardır tanık olmadığı bir pahalılık ve yoksullaşmayla karşı karşıya kaldığı Avrupa ve Amerika’da son kırk yılın en kitlesel ve en militan grev dalgaları yaşanıyor. Hızlı bir şekilde değişen koşullar işçi sınıfının bilincinde de hızlı sıçramalara yol açıyor; sendikalaşma çabaları hız kazanıyor, toplumsal değişim düşüncesi yaygınlaşıyor. Gençler sosyalist fikirlere ve örgütlü mücadeleye yöneliyor. Kadınlar, bu erkek egemen düzene karşı isyan bayrağı açıyor ve dünyanın istisnasız her yerinde mücadelenin en ön saflarında yer alıyor. Ara sınıfsal konumları yüzünden düzenin prangalarından kurtulmaları son derece güç olan küçük çiftçiler bile, yaşam ve üretim alanları kapitalizmin her türlü tahribatına uğradığı gibi büyük şirketlerin de esiri haline gelmelerinden dolayı militan mücadelelere girişiyorlar. Kısacası kapitalizm tüm emekçileri ve ezilenleri hayatta kalmak için mücadele etmek zorunda bırakıyor. Ekonomik yıkım ve artan baskılar isyanları çığ gibi büyütüyor. Velhasıl, yükselen işçi hareketini pandemi bahanesiyle getirilen yasaklarla, baskılarla ezmeye çalışan burjuvazinin hevesinin kursağında kaldığı çok açıktır.
Hatırlayacak olursak 2022’nin açılışı Kazakistan’da patlak veren halk isyanıyla yapılmış, Ocak ayındaki bu isyanı Mart ayında sokağa dökülen Sri Lankalı emekçiler takip etmişti. Dört ay boyunca devam eden bu isyan, peş peşe gelen istifalarla ve son olarak devlet başkanı Gotabaya Rajapaksa’nın Singapur’a kaçmasıyla bir politik devrime dönüşmüştü. Böylelikle ilk etapta Rajapaksaları başlarından defeden emekçiler, onyıllardır ülkenin siyasetine egemen olan bir aile hanedanlığına da son vermişlerdi.
Asya’da tiranlar devrilirken, Latin Amerika’da da önemli gelişmeler yaşandı. Şili’de sosyalist ittifakın adayı Gabriel Boric, 2022’ye günler kala yapılan seçimleri kazanarak 2022 Mart’ında başkanlık koltuğuna oturdu. Bir yıl önce meydanları “fakirlere ekmek yoksa zenginlere huzur yok” sloganlarıyla inleten Kolombiyalı işçiler de 2022 Haziran’ında düzenlenen seçimlerde eski bir gerilla olan Gustavo Petro’yu devlet başkanlığına taşıdılar. Petro’nun faşist rakibini geride bırakmasıyla ülke tarihinde ilk kez solcu bir aday başkanlık koltuğuna oturmuş oldu. Aynı günlerde Ekvadorlu emekçiler de meydanları “Fuera Lasso” yani “Lasso Defol” sloganlarıyla inleterek ayağa kalktılar ve “asla geri adım atmayacağım” diyen Lasso hükümetini hayata geçirmek istediği hidrokarbon ve madencilik yasalarını geri çekmek zorunda bıraktılar. Latin Amerika’daki değişim rüzgârı Brezilya’yı da salladı. Ekim ayında yapılan başkanlık seçimlerinden İşçi Partisi (PT) lideri Lula da Silva galibiyetle çıktı. Böylece beş yıl önce sola ciddi bir darbe indirerek ve bu nedenle demoralizasyona da yol açarak iktidara gelen faşist Bolsonaro, siyaseten yok edilmek için hapse bile atılan Lula karşısında yenilgiye uğradı ve nihayetinde ABD’ye kaçmak zorunda kaldı.
Saçının ucu göründüğü için ahlâk polisi tarafından katledilen gencecik Mahsa’nın tutuşturduğu ateşin, başta kadınlar ve gençler olmak üzere milyonlarca emekçinin isyan çığlığına dönüştüğü İran ise, içinden geçtiğimiz dönemde sınıf mücadelesinin ne kadar sıçramalı bir gelişme kaydettiğinin en önemli örneğini oluşturuyor. Eylül ayında başlayan protesto eylemlerinin çalı yangını gibi yayılarak devrimci duruma evrildiği bu ülkede, 43 yıldır hüküm süren Molla rejiminin yıkılmasının yaratacağı deprem, tüm bölgeyi etkisi altına alacak bir tsunami doğurma potansiyeli taşıyor. Bu yüzden sadece emekçilerin değil bölgesel ve küresel burjuva güçlerin de gözü kulağı İran’da.
Burjuvazinin keskinleşen çelişkilere karşı-devrimci tepkisi: faşizm
2022’de sınıf mücadelesi daha pek çok ülkede görkemli bir yükseliş kaydetti ve 2023’e de bu şekilde adım atıldı. Fakat kapitalizmin çıkışsızlığı ve sınıf mücadelesinin keskinleşmesi, bir taraftan işçi sınıfı hareketinin yükselişi ve halk isyanlarının yaygınlaşmasıyla kendini ortaya sererken, bir taraftan da faşist hareketlerin yükseliş zeminini güçlendiriyor. Kapitalizmin tarihsel sınırlarına dayanmasının yarattığı ekonomik ve siyasi depremler yüz milyonlarca emekçiyi felâketten felâkete sürükleyip devrimci arayışlara hız verirken, çatlaklardan faşist liderler ve hareketler de boy veriyor. Trumplar, Putinler, Erdoğanlar, Orbanlar, Bolsonarolar, Modiler, Duterteler ve bunların yeni versiyonları “kurtarıcı” pozları takınarak emekçileri zehirliyor.
Demokrasi sembolü olarak gösterilen Avrupa’da İkinci Dünya Savaşından bu yana ilk kez bu kadar yüksek oylar almaya başlayan faşist partiler parlamentolarda boy göstermenin ötesinde iktidara geliyor. Bilindiği gibi Macaristan’da Orban beklentilerin üzerinde oy alarak 2022’de ikinci kez devlet başkanı seçildi. İtalya ve İsveç’te faşist partiler seçim zaferleri elde etti. Faşist hareketlerin kesintisiz bir şekilde güç kazandığı Almanya’da, başında eski kraliyet ailesinden bir prensin yer aldığı darbeci bir faşist örgütlenmenin olduğu ortaya çıkarıldı.
Burjuva düzende siyasi istikrarın tarihe gömüldüğü günümüzde, pek çok Avrupa ülkesinde bile onyıllardır yaşanmayan ilkler yaşanıyor. Bir türlü hükümet kurulamaması, kurulan hükümetlerin dikiş tutturamayarak yerlerini sancılı biçimde yenilerine bırakması artık olağan durumlar haline geldi. İki ay içinde üç başbakanı eskiten İngiltere’de üçüncüsünün de suyunun ısınması, İtalya’ya hükümet dayanmaması, ABD’de Temsilciler Meclisi Başkanının ancak 15. tur oylamadan sonra seçilebilmesi bunun 2022’de görülen örneklerinden sadece birkaçını oluşturuyor.
2021 Ocağında, görevi devretmesi gereken Trump’ın çağrısıyla ABD Kongresinin basılması suretiyle yaşanan darbe girişiminin, bu yıl aynı tarihlerde Brezilya’da yaşanması ise durumun vahametini alenen gösteriyor. Lula’nın başkanlık görevini devralmasından birkaç gün önce ABD’ye kaçan faşist Bolsonaro, daha seçimler öncesinde, kaybettiği takdirde koltuğu terk etmeyeceği mesajlarını vermiş ve faşist çetelerini teyakkuzda olmaya çağırmıştı. Nihayet dediğini yaptı ve 9 Ocak 2023 gecesinde Bolsonaro taraftarı binlerce faşist, Kongre, Senato, Temsilciler Meclisi, Yüksek Mahkeme binaları ve Başkanlık Sarayını işgal ederek orduya darbe çağrısında bulundu. Faşist güruhun darbe girişimi sabah saatlerinde püskürtülse de bunun burjuva düzenin yaşadığı sarsıntının en çarpıcı örneklerinden birini oluşturduğu açıktır.
“Eğer yenilmişsek, yapmamız gereken tek şey baştan başlamaktır”
Yoksulluğa, işsizliğe, kapitalist saldırı politikalarına, zulme, zorbalığa karşı ayağa kalkan işçilerin, emekçilerin öfkesi aslında bilinçsiz biçimde de olsa bu sömürü düzenini hedef alırken, reformist parti ya da liderlerin pek çok ülkede sınıf hareketinin yükselen dalgaları üzerinde iktidara geldiklerini ve bu hareketi düzen sınırlarına hapsetme misyonuyla hareket ettiğini biliyoruz. Bolivya’da MAS, Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos, Meksika’da Obrador, Peru’da Castillo, Şili’de Boric, Brezilya’da Lula’da tipik örneklerini gördüğümüz nice reformist parti ve lider, kapitalizmi reforme ederek emekçilerin yaşam koşullarını düzeltme, toplumsal eşitsizliği “daha adil” hale getirme, “sosyal devlet”i canlandırma gibi vaatlerle iktidara yürümüşlerdir. Fakat iktidar koltuğuna oturduktan sonra, bu vaatleri yerine getirebilmek için eninde sonunda özel mülkiyete el uzatmak zorunda kalmaları gerçekliği onların sınıf doğalarını kısa zamanda ortaya sermiştir. Üstelik iktidara yürürken gösterdikleri uzlaşmacı refleksleri iktidardayken karşılaştıkları engeller, tehditler, hatta darbeler karşısında da göstermişlerdir. Emekçi kitleleri sadece seçim dönemlerinde aktive eden, onun dışında siyasetin dışına iten bu burjuva sol iktidarlar, kitlelerin bütün enerjisini emip pörsüterek nice devrimci durumu da heba etmişlerdir. İki yıl önce milyonların son derece ilerici taleplerle ve devrimci bir ruh haliyle sokaklara döküldüğü Şili’de, ilk kez demokratik yollardan hazırlanan, “sosyal devlet” normlarını genişleten özgürlükçü bir anayasanın referandumda reddedilebilmesi de Peru’da Castillo’nun bir Kongre darbesiyle alaşağı edilip hapse tıkılabilmesi de bu siyaset anlayışının ürünü olarak gerçekleşebilmiştir. Ve Brezilya’da başkanlık koltuğuna yeni oturan Lula da şimdi aynı tehditle karşı karşıyadır. Neticede işçi sınıfının devrimci mücadelesine vurulan her gem, eninde sonunda tüm toplumu kapitalist düzenin en ağır saldırıları karşısında savunmasız kılmakta ve burjuvazinin karşı-devrimci tepkisi olarak faşizmin fideliğini gübrelemektedir.
Bütün bunlar, kapitalizmin insanlık için korkunç bir yıkım aygıtına dönüştüğünü, ama aynı zamanda reformlarla iyileştirilme gibi bir esneme payının da kalmadığını gösteriyor. Dolayısıyla sorunları dağ gibi biriken ve bu sorunların altında nefes alamaz hale gelen emekçi kitlelere devrimden başka bir çıkış yolu kalmıyor. Marksistler olarak biliyoruz ki, devrimler insanların kafalarında devrim fikri giderek daha yaygın kabul görmeye başladığı için başlamazlar. Engels’in dediği gibi, her türlü devrimci yükselişin arkasında, günü geçmiş kurumların karşılanmasını engelledikleri bir toplumsal ihtiyaç bulunur. Bu ihtiyacı zorla bastırma girişimleriyse onu daha da belirgin hale getirmekten ve ezilenleri engelleri parçalamaya yöneltmekten başka bir işe yaramaz. Bugün dünyanın dört bir yanında ayağa kalkan işçi sınıfı kapitalizmin duvarlarını dövüyor. Bir müddet geri çekilse de her seferinde daha bir deneyimli ve daha güçlü olarak yeniden girişiyor yarım bıraktığı işe ve şöyle haykırıyor: “Eğer yenilmişsek, yapmamız gereken tek şey baştan başlamaktır.”[2] Dünya devriminin zorlu yollarının, devrimci örgütlülüğü güçlenmiş proletaryanın bu yeniden başlama ısrarıyla aşılacağına hiç kuşkumuz yok!
[1] https://www.indyturk.com/node/512826/ekonomi̇/oxfam-araştırması-pandemi-her-30-saatte-bir-yeni-dolar-milyarderi-yarattı
[2] Engels, Almanya’da Devrim ve Karşı-Devrim
link: İlkay Meriç, Dünyaya Bir Devrim Gerek!, 11 Ocak 2023, https://marksist.net/node/7827
Evlatlarından Doğan Plaza De Mayo Anneleri
Rosa Luxemburg’un ve Karl Liebknecht’in Son Mücadelesi