Ukrayna savaşı tüm sarsıcılığıyla devam ediyor. Can kayıpları binlerle sayılmaya başlarken, gitgide daha çok kent ve yerleşim yeri harap oluyor, milyonlar yaşadıkları yerleri terk etmek zorunda kalıyor, bunların önemlice bir bölümü de ülkelerini terk ediyor (bu satırlar yazıldığı sırada tahmini BM verilerine göre 4 milyonu yurtdışına olmak üzere toplam 10 milyon civarında insan yaşadığı yeri terk etmiş durumda). Bir barış anlaşmasının yakın olduğuna ve savaşın sonlanacağına dair çeşitli haberler çıkıyor olsa da, yıkım artarak devam ediyor. Öncesinde biriktirdiği çelişkilerle birlikte düşünüldüğünde Ukrayna’da yeni bir perde açılmış, dünya Ukrayna savaşıyla birlikte yeni bir noktaya gelmiştir. İklim değişmiştir. Farklı şekillerde adlandırılsa da, herkesin farkında olduğu gerçek, sıradan gelişmelerin çok ötesine geçen, dramatik değişimlerin yaşanmakta olduğu, dünya açısından yeni bir dönüm noktasından geçildiğidir.
Ukrayna savaşı günümüz dünyasının bir savaş dünyası olduğunu çok daha belirgin biçimde gösteriyor. Her ne kadar Batılı hükümetlere ve halklara Ukrayna’ya çok daha yüksek düzeyde yardım etmeleri için basınç oluşturma maksadıyla sarf edilmiş olsa da, Zelenskiy’in resmi sözcüsü Podolyak’ın sözleri aslında bu önemli gerçeğe işaret ediyordu. Üçüncü Dünya Savaşının çoktan başladığını söyleyen Podolyak “Brüksel’de Amsterdam’da kafelerde oturup Netflix izliyor, savaşın size dokunmayacağını sanıyorsunuz” diyordu.
Evet henüz dünyada herkesin başına bombalar yağmaya başlamış değil, ama artık hemen herkes, uzakta cereyan ediyor olsa bile, savaşın etkilerini yakında hissetmeye başlamış durumda. Krizin etkilerini şiddetlendiren savaş hemen tüm dünyada insanların en temel yaşamsal ihtiyaçlarına şimdiden darbe vurdu. Enerji ve gıda fiyatlarının hızla yükselmesi nedeniyle geçim sorunu tüm dünyada emekçiler için ağırlaştı. En temel gıda maddelerinin başında gelen buğdayın fiyatı küresel olarak yüzde 20-50 arasında yükselirken, Küresel Kalkınma Merkezi Ukrayna’daki savaşın dünya ölçeğinde 40 milyon kişiyi daha aşırı yoksulluğa sürükleyeceğini hesaplıyor. Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı (WFP) İcra Direktörü de savaşın, “İkinci Dünya Savaşından bu yana yaşanan felâketlerin çok ötesinde, küresel çapta sonuçlar doğuracağını” söylüyor. Böylece kimi ülkeler için ısınma sorunu riskinin yanı sıra ufukta dünya geneli için temel bazı gıdalar bakımından kıtlık ihtimali de ortaya çıkmış bulunuyor. Başlatılan geniş kapsamlı ambargoların ise henüz tam olarak ne gibi sonuçlara yol açacağı belli değildir. Kimi ülkelerde insanların endişe içinde marketlere hücum etmeye başlamaları bir savaş psikolojisinin eseridir. Öte yandan son 30 yıldır dünyada yaşanan savaşların birikimli bir etkisi söz konusudur. Savaş bölgelerinden kaçan insanlar kaçınılmaz olarak henüz fiili savaş sahası olmayan bölgelere ve ülkelere göçüyorlar. Sayıları on milyonlara ulaşan insan kitleleri dünyanın birçok bölgesine yayılmış durumda ve hareket kesintisiz olarak devam ediyor. Bizzat savaşın dehşeti içinden gelen insanların savaşla bir ilgisi olmayan başka ülkelerin insanlarına kapı komşusu olmaya, işyeri arkadaşı olmaya başladığı bir dünya içindeyiz.
Aslında özel bir örnek olarak Türkiye açısından Ukrayna savaşı dolayısıyla yaşanan dikkate değer bir olgu da zikredilebilir. Bu savaş vesilesiyle tüm Türkiye Ukrayna’da binlerce Türkiyeli öğrencinin üniversite öğrenimi gördüğünü öğrendi. Bir an için bu öğrenciler üzerinden durumu düşünelim. Muhtemelen büyük bölümünün hayatlarındaki kaygılar dünyanın savaş haliyle ilgili olmaktan çok uzak kaygılardı. Modern bir Avrupa ülkesinde yürütülen eğitim hayatının getirdiği kariyer ilgileri, öğrenci yaşamının sosyalleşme meseleleri vb. bu gençlerin hayatlarını dolduruyordu büyük olasılıkla. Ama bu gençler birdenbire sadece filmlerde gördükleri bombalar, sığınaklar, yiyecek kıtlığı gibi sorunlarla yüzleştiler. Sınıf devrimcileri olarak günümüz dünyasına ilişkin sıklıkla sarf ettiğimiz bir söz burada acı biçimde bir kez daha doğrulanmış oldu: Siz dünya gerçekleriyle ilgilenmeseniz bile dünya gerçekleri er ya da geç sizinle ilgilenir!
Öte yandan yine yazılarımızda dikkat çekildiği üzere emperyalist kapitalist propaganda makinesi tüm dünyada insanları savaşın daha şiddetli ve yüksek bedelli biçimlerine doğru hazırlamaya çalışıyor. Kabul edilemez görülen şeyler giderek bu propagandayla kabul edilebilirin sınırları içine çekiliyor. Militarizm, başta silahlanma olmak üzere askeri harcamaların hızla yükseltilmesi, Ukrayna’ya yardım kisvesi altında savaşa doğrudan dâhil olma çağrıları, savaşçı gönderme ya da bu yönde çağrılar yapma, Ukrayna’da savaşanlar üzerinden neo-Naziliğin şirin gösterilmesi vb. hepsi şimdi eskiye göre çok daha fütursuzca savunulabiliyor ve daha “makul” gösterilebiliyor. Bunlar esasen savaş zamanlarında toplumların gündemine yaygın ölçüde giren olgulardır.
Dünya savaşı gerçekliği
Günlük yaşamın olağan pratiklerini küresel ölçekte etkilemeye başlayan böylesi bir süreci nasıl tanımlamalı? Bizler Marksist Tutum olarak yıllardır bu süreci Üçüncü Dünya Savaşı olarak nitelendiriyoruz. Bu savaşın önceki emperyalist dünya savaşlarında olduğu tarzda yürümüyor oluşunun yanıltıcı olmaması gerektiğine dair uyarıda bulunuyoruz. Bu süreç Ukrayna savaşıyla yeni bir aşamaya yükseldiğinden ve yukarıda kısaca özetlemeye çalıştığımız etkiler Ukrayna savaşıyla daha belirgin hale geldiğinden, şimdilerde artan ölçüde Üçüncü Dünya Savaşından, onun başlamış olduğundan vb. söz ediliyor. Kimileriyse yeni bir Soğuk Savaşın başladığından dem vuruyor. Oysa son derece sıcak bir emperyalist savaş olarak Üçüncü Dünya Savaşı Ukrayna savaşıyla değil, ondan çok önce başlamıştır.
Her ne kadar büyük tarihsel dönemeçlerin tarihlendirilmesinde çok kesin noktasal tarihler ya da olaylar aramak pek doğru bir yaklaşım olmasa da, genel eğrinin yaklaşık olarak hangi dönemde büküldüğünü anlamak için bazen yaklaşık tarihler vermek açıklayıcıdır. Bu açıdan Üçüncü Dünya Savaşının başlangıcı olarak kabaca milenyum dönemecini almak yanlış olmaz. Aslında SSCB’nin çöküşünden itibaren başlayan bir süreç söz konusudur. Yugoslavya’daki savaş, Kafkaslar’daki savaş, ilk Körfez savaşı, Somali savaşı gibi savaşlar bir bakıma bu sürecin hazırlık evresi ya da uvertürüydü denebilir. Ancak nasıl nitelendirilirse nitelendirilsin, bu süreçte yaşanan savaşlarla sonrasındaki savaşların bağlamı, altta yatan saikler hep aynıdır. ABD’deki İkiz Kuleler saldırısının bu süreçte bir milat, bir dönüm noktası olduğu tartışmasızdır. Bu olay ABD’nin İkinci Emperyalist Dünya Savaşına girmesine vesile oluşturan Pearl Harbor baskınına benzer bir etki yapmıştır. Ve devamında Afganistan ve Irak’a dönük yıkıcı Amerikan saldırısı başlamıştır. Gelinen nokta itibariyle, Afrika kıtasının geniş kuzeyini, Avrupa’nın doğusunu, Orta Asya’yı ve Kafkaslar’ı içerecek şekilde Asya’nın güneybatısını (Ortadoğu) saran koca bir çemberin savaş coğrafyası haline geldiğini görüyoruz. Dünya haritalarının en yaygın versiyonlarında bu bölge dünyanın merkezini oluşturmaktadır. Uygarlığın ve aynı zamanda en büyük dinlerin doğduğu kadim coğrafyanın göbeğinde yer aldığı bu geniş çember, sembolik de olsa dünyanın merkezinin kaynamakta olduğunu anlatıyor adeta. Diğer taraftan, 2000’li yıllar içinde çoğunlukla “terör” eylemlerinden ibaretmiş gibi sunulan ABD’deki, İngiltere’deki, Fransa’daki, İspanya’daki, Avustralya’daki, Rusya’daki vb. sansasyonel saldırılar da bu savaşın bir parçasını oluşturuyorlardı, bu savaşın içindeki askeri eylemlerdi. Bu saldırılar savaş ateşinin aslında kadim coğrafyayla sınırlı olmadığını, genellikle artık savaş olgusunun gündemden çıktığı varsayılan gelişmiş kapitalist ülkelerde de kendisini hissettirdiğini ortaya koyuyordu.
Son 20-30 yıldır dünyanın çeşitli yerlerinde patlak veren savaş ve çatışmaların aslında emperyalist bir Üçüncü Dünya Savaşı anlamına geldiğini tespit etmenin önemi şimdi daha açık görülüyor olmalıdır. Üçüncü Dünya Savaşı tespiti birbirinden yalıtık gibi görünen yerel ya da bölgesel savaşları ilişkili bir bağlama oturtmaktadır. Böylece o yerel savaş ve çatışmaların “küçük” ve o bölgeye özgü olgular gibi görülmemeleri gerektiğini, silsile içindeki bir tekil savaşın kendisiyle başlayıp kendisiyle bitecek gibi görülmemesi gerektiğini, başka halkalarla eklemlenerek dünyanın genelini etkileyen bir bütün oluşturduğunu vurgular. Emperyalist kapitalist sistemi hedef alan devrimler söz konusu olmadıkça, bir yerel savaşın bitmesi ya da bitmiş görünmesiyle avunmamak, savaş nasılsa uzakta dememek gerektiğini, çünkü günümüz dünyası bağlamı içinde savaşın sürdüğünü, yeryüzündeki tüm emekçilerin savaşın dolaysız acılarına maruz kalabileceğini, o nedenle savaşa karşı mücadelenin ertelenmez bir görev olduğunu ortaya koyar.
Bu gerçekliğin sağlam bir şekilde kavranması bugünkü Ukrayna savaşıyla ilgili kimi tartışmaların anlamsız ve yanıltıcı olduğunu anlamayı da kolaylaştırmaktadır. Üçüncü Dünya Savaşı kendisinden önceki Birinci ve İkinci Dünya Savaşları gibi emperyalist bir savaştır ve onlarda olduğu gibi kapitalizmin nesnel çelişkilerinden doğmuştur. Artık çocuklar bile dünya savaşı gibi büyük tarihsel süreçlerin tekil bazı gelişmelerden kaynaklanmadığını bilmektedirler. Arşidük Ferdinand’ın Sırp öğrenci Princip tarafından suikastla öldürülmesinin Birinci Dünya Savaşının nedeni olduğunu kimse savunmuyor artık. Okul kitaplarında bile savaşa yol açan arka plan az çok anlatılmaktadır. Bunun gibi, kendine özgü bir seyir izleyen ve kendine özgü biçimler/görünümler alan günümüzdeki Üçüncü Dünya Savaşı da tekil bir eylemin eseri değildir. Emperyalist güçler arası rekabetin, çekişmenin bir eseridir. Dolayısıyla ne bugün Putin Rusya’sının Ukrayna’ya saldırısı ve işgali ne de daha geriye gitmek isteyenler için İkiz Kuleler saldırısı bu savaşın nedenidir. Bunlar ve diğerleri sadece bir ve aynı büyük savaşın somutlandığı halkalardır.
Başka olgu ve gelişmeler bir yana, sadece Rusya üzerinden bakılacak olsa bile Rusya’nın egemenleri bu geniş coğrafyada yaklaşık son 20 yıldır benzer sebeplerle, savaşlarda doğrudan ya da dolaylı ana taraf olarak yer almıştır. Gürcistan’a saldırması, Suriye’deki savaşta oynadığı rol, Libya’daki savaşa dâhil oluşu, Ukrayna’ya dönük 2014’teki müdahalesi, Kırım’ın işgal ve ilhakı bunların en temel olanlarıdır. Ve şu tesadüfe bakın ki bu savaşlarda Rus emperyalizminin karşısında ana taraf da daima ABD emperyalizmi ve onun diğer emperyalist müttefikleri olmuştur. Hemen her çatışmada, her savaşta, her iç savaşta bu emperyalist güçleri müdahil ve karşı saflarda görüyorsak, askeri harcama ve hazırlıklar, militarizm tüm dünyada hız kazanıyorsa, bu güçlerin ya doğrudan ya da vekiller aracılığıyla bu çatışmalarda savaştıklarını görüyorsak ortada hanidir yürüyen bir savaş sürecinin olduğunu görmezden gelmek vahim bir hata olurdu. Açık ki bu sistematik, bir büyük bağlama, tek bir büyük savaş gerçekliğine işaret etmektedir: Üçüncü Dünya Savaşı!
Ukrayna savaşı ancak bu arka plan üzerinde yerli yerine oturtulabilir. Öte yandan Üçüncü Dünya Savaşı çoktan başlamış ve şimdiye kadar milyonlarca insanın canına mal olmuş, büyük yıkımlara yol açmış olsa bile, Ukrayna savaşı bu sürece eklenen sıradan bir halka değildir. Ukrayna ile birlikte bu süreçte daha yüksek yeni bir aşamaya geçilmiştir. Bu anlamda Ukrayna savaşı gerçekten de bir dönüm noktasıdır. Zelenskiy’in sözcüsünün yukarıdaki sözlerini de, Biden’ın geçenlerde söylediği şu sözleri de böylesi bir çerçevede görmek gerekir. “Bu bize bazı gerçek değişimler yapmamız için ciddi fırsatlar sunuyor. (…) şu anda bir dönüm noktasındayız. Dünya ekonomisinde, sadece dünya ekonomisi değil, dünyada. Bu ancak üç dört nesilde bir ortaya çıkar. (…) Geçen gün bir güvenlik toplantısında üst düzey askeri personelden birinin bana dediği gibi, 1900 ile 1946 arasında 60 milyon insan öldü. Ve o zamandan beri bir liberal dünya düzeni kurduk ve bu uzun süre gerçekleşmemişti. (…) şimdi ise her şeyin değiştiği yeni bir zamandayız. Yeni bir dünya düzeni uzanıyor önümüzde, oraya gidiyoruz ve buna liderlik etmemiz gerekiyor. Ve bunu yaparken hür dünyanın geri kalanını birleştirmemiz gerekiyor.”
Ukrayna savaşı Rusya gibi bir büyük nükleer emperyalist gücün, komşusu olan ve ama küçük olmayan bir Avrupa ülkesine doğrudan devlet olarak saldırması anlamına gelmektedir. Büyük emperyalist güçlerin kısmi müdahalelerini içeren ve başka yönleri olan Yugoslavya iç savaşını ayrı tutacak olursak, bu savaş Üçüncü Dünya Savaşının doğrudan devletler arası savaş biçiminde Avrupa toprağına girmesidir. İkincisi, Ukrayna coğrafi olarak iki büyük güç merkezi (Rusya ve Avrupa) arasında tampon bölge niteliğinde bir ülkedir. Başta hayati enerji hatları olmak üzere bu bölge birçok şeyin iki büyük güç ve bölge arasındaki geçişini sağlamaktadır. Güçlerden birisi bizzat bu tampon bölgeye saldırmış, işgale girişmiştir. Üçüncüsü, dünya 2020’den itibaren, pandemiyle daha da şiddetlenen emsalsiz derinlikteki bir ekonomik kriz içindeyken bu savaş başlamıştır. Dördüncüsü, bu savaş Rusya’nın müttefiki olan Çin’in dünyanın ikinci büyük ekonomisi düzeyine yükselmiş olduğu bir zamanda başlamıştır. Beşincisi, Rusya gibi bir büyük nükleer güç görülmedik biçimde kapsamlı ve tahrip edici yaptırımlar uygulanarak köşeye sıkıştırılmaktadır (bir veriye göre, Rusya 5530 tane yaptırımla dünyanın en çok yaptırım uygulanan ülkesi haline gelmiş durumda). Kapitalist küreselleşmenin en geniş anlamıyla son 10 yıl içinde kat ettiği mesafeyi de bunlara ekleyecek olursak, savaşın önceki aşamalarına göre daha yüksek yeni bir düzlemde olduğumuz kendiliğinden anlaşılır. Çelişkiler daha keskin, tehlikeler daha büyük bir hal almıştır. Ukrayna savaşı dünyanın gidişatı bakımından da daha büyük çaplı değişimlere gebedir.
Putin’in çılgınlığı mı?
Savaşla ilgili yayılan fikirlerden biri, bunun çılgınca planlar yapan bir diktatör olarak Putin’in eseri olduğu fikridir. Bu düşüncenin iki boyutu var. Birincisi akıldışılık, ikincisi “tek adam rejimi” diye de ifade edilen tek kişinin diktatoryal yetkilere sahip olduğu olağanüstü burjuva rejimleri. İşin dibine inecek olursak, bunlar kitlelerin savaşı anlamasını önlemek için, onların aklını dumura uğratmak için şişirilen ya da uydurulan hususlardır. “Çılgınlık” meselesine ilişkin olarak Marksist Tutum’da Demet Yalçın’ın geçtiğimiz günlerde yayınlanan yazısı (bkz. Putin’in Savaşı mı, Emperyalist Savaş mı?) yeterince açıklık getiriyor. Bunları burada uzun uzadıya tekrarlamak gerekmiyor. Öncelikle bu “çılgınlık” konusunda Elif Çağlı’nın çeşitli yazılarında işlediği temel Marksist fikri 2006 yılındaki bir yazısından aktaralım:
“Emperyalist savaşın başlayıp yaygınlaşması, dün Hitler bugün Bush gibi birinin iktidar asasını tesadüfen ele geçirmesinin sonucu değildir. Tersine, kapitalizmin içine sürüklendiği olağanüstü kriz koşulları böylesi çılgın görünümlü siyasi liderleri iktidar sahnesinin ön planına iter. O nedenle böylesi tarihsel dönemler, şu ya da bu burjuva partinin veya siyasetçinin seçim dönemiyle sınırlı olmayan ve dipten vuran derin dalgaların yarattığı olağanüstü çalkantılı dönemlerdir.” (Tehlikenin Ortasında, marksist.com)
Bu noktayı güncel Ukrayna savaşı bağlamında işleyen Demet Yalçın’ın satırları da bizim amacımız açısından konuyu özetlemek için yararlı olacaktır: “Marksizmin ortaya koyduğu üzere savaşı çıkartanlar çılgın ve sosyopat liderler değildir. Kapitalizm olmadan, kapitalizmin rekabetçi doğası ve iç çelişkileri savaşı doğurmadan sosyopatlar savaş çıkartamazlar. Savaşı çıkartanlar sosyopatlar değildir, sosyopatları öne çıkartan savaşı yaratan şartlardır. Sürmekte olan Üçüncü Dünya Savaşının iç içe geçen halkalarını, tarafların attığı adımların çok boyutlu sonuçlarını, kapitalizmin içinde bulunduğu tarihsel kriz koşullarının çatışmaları keskinleştirdiğini, karmaşayı ve belirsizliği derinleştirdiğini düşündüğümüzde, savaş sorununun hiç de basit olmadığını söylemek gerekiyor.”
Bu temel noktayı netleştirdikten sonra Putin’in sözde çılgınlığı ile ilgili bir noktayı ek olarak dile getirmek mümkündür. Evet bu savaşta Putin’in risk almaya hevesli, maceracı tutumunun bir rolü vardır, ama savaşı buna indirgeyici tarzda meseleye yaklaşmak ve savaş konusunda insanların aklında asıl olarak bu hususun kalmasını sağlayacak şekilde meseleyi işlemek bir manipülasyondur. Putin tarzı bir burjuva liderin Rusya’da iktidara gelmesi tesadüfi olmadığı gibi, o olmasaydı da, orta yerde duran patlayıcı çelişkilerin itişiyle bu savaş gündeme gelirdi. O zaman burjuva medya bize Putin’in değil Mutin’in çılgınlığından bahsederdi.
Kısaca değinilmesi gereken ikinci bir saptırma konusu Rusya’daki rejim konusudur. Fırsattan istifade burjuva liberalizmini pazarlamak isteyen burjuva kalemşorlar savaşın sorumlusu olarak Rusya’daki anti-demokratik baskı rejimini göstermeye çalışıyorlar. Kimisinin “tek adam rejimi” dediği, kimisinin “diktatörlük” dediği bu rejim nasıl adlandırılırsa adlandırılsın mesele nüfuz alanları mücadelesini doğasında barındıran emperyalist kapitalizm olmaktan çıkıp siyasi rejim sorunu haline geliyor. Bunu ileri sürenler, başka örneklere hiç uzanmadan, Irak’ı ve Afganistan’ı yerle bir edenlerin tam da liberal demokrasi sahibi ABD emperyalizmi ve diğer Batılı emperyalist güçler olduğu gerçeğini gözlerden saklayabileceklerini sanıyorlar.
Putin meselesiyle bir diğer önemli tartışma yukarıdaki hususlarla da iç içe dile getirilen Putin’in “hesap hatası” yaptığı tartışmasıdır. Bir örneği aktaralım sadece. Beyaz Saray Sözcüsü Kate Bedingfield, Putin’in “danışmanları tarafından kandırıldığı”nı söylüyor ve “bu durum Putin ile askerler arasında sürekli bir gerginlik yaratıyor. Putin’in savaşı Rusya’yı uzun vadede zayıflatan ve dünya sahnesinde giderek yalnızlaştıran stratejik bir hataydı” diyerek devam ediyor. Savaşın, ilk günlerde düşünüldüğünün aksine uzamaya başlamasıyla bu “hata” tezi daha fazla güç kazanmakta olduğundan bu noktaya da açıklık getirmekte yarar var.
Beyaz Saray sözcüsünün vardığı sonuç bu savaş sürecinin “sonunda” gerçekten de hâsıl olabilir. Ancak bu sonuca varmak için yürütülüyor görünen mantık doğru değildir. Öncelikle, Rusya’nın bu savaşta ciddi hatalar yaptığına dair Batı medyasında epeyce yayın ve değerlendirme olsa da, bizzat savaşan güçlerin kurmay kadrosu içinde olanlar ve bu düzeyde güçlü istihbarata erişenler dışında bu iddiaların gerçekliğini tam olarak bilmek olanaksızdır. Çünkü savaş aynı zamanda bir yalan propaganda savaşıdır. O nedenle Batı medyasındaki yayın ve değerlendirmelerin ne ölçüde gerçekliği yansıttığını, ne ölçüde yalan propaganda olduğunu bilemeyiz. Tüm haber ve değerlendirmelere büyük bir dikkatle yaklaşmak gerekiyor.
Bu nokta bir kez netleştirildikten sonra şunları söyleyebiliriz. Rusya bu savaştan ciddi hasarla çıkabilir. Ama bu yine de savaşın bir “yanlış hesap” ya da “hata” ürünü olduğu anlamına gelmeyecektir. Küresel ve bölgesel düzeyde güç oyunu oynayan bir emperyalist güç olarak Rusya’nın bu savaşa girişmesi nesnel temellere dayanmaktadır. Sistemin doğasında bulunan emperyalist rekabetin, çekişmenin ve zaten kendi tarzında yürümekte olan emperyalist savaşın az çok kaçınılmaz bir sonucudur. Özetle Ukrayna savaşı bir “hatanın” eseri değildir. Öte yandan her savaşta “hatalar” vardır. Hiçbir zaman işler tam olarak başta planlandığı gibi gitmez, hayat bu planları daima şu ya da bu düzeyde bozar. Kimi durumda planlama ve harekât hataları vahim boyutlara ulaşır ve fiyaskolara, bozgunlara yol açar, kimi durumlarda az hasarlı olur, ya da telafi edilebilir nitelikte olur. Bunu savaşın seyri gösterir. Savaşlar daima girişenler için bir risktir. Güçler başka araçlarla çözmedikleri sorunları çözmek için savaşa tutuşurlar ve toplumların hayatını çoğunlukla ciddi ölçüde sarsan, ağır sonuçlara yol açabilecek etkilere kapıları açarlar.
Birinci Dünya Savaşına tutuşan emperyalist güçlerin hiçbirisi savaş sonunda oluşan durumu öngöremediler. Başta Ekim Devrimi gerçekliği olmak üzere tüm hesaplar çöktü. Savaşın ana güçlerinin hiçbirisi hedeflerine ulaşamadı, galipler de dâhil olmak üzere hepsi ummadıkları ölçüde ağır hasar aldı. Dört koca imparatorluk tarihe karıştı. Sonunda savaşın asli bir oyuncusu olarak yer almayan ABD yeni yükselen güç olarak sahneye çıktı. Dahası savaş emperyalistler bakımından hiçbir sorunu çözmediğinden yeni bir savaşın yolu döşendi ve 20 yıl sonra çok daha yıkıcı bir katliam başladı. Bu savaş da yine hesap ve öngörülerin çoğunu boşa çıkaran bambaşka bir dünyayı doğurdu. Tüm bu savaş süreçlerinde askeri uzman ve tarihçilerin çokça anlattıkları sayısız “hatalar” yapıldı. Ama bunların hiçbiri savaşın bir hatadan kaynaklandığı anlamına gelmedi. Bugün Rusya egemenlerinin Ukrayna’ya dönük saldırganlığının da, onu kışkırtan ABD emperyalizminin Ukrayna üzerinden Rusya’yı kuşatma ve baskı altına alma çabalarının da emperyalist-kapitalist sistemin mantığından üreyen nesnel bir mantığı vardır. Tam da bunu doğrulayan biçimde, SSCB’nin çöküşünden bu yana kapitalizm nice değişimler geçirmesine ve ABD’de birçok farklı hükümet gelmesine rağmen, ABD emperyalizminin Rusya’yı kuşatma ve kontrol altında tutma politikası özünde değişmemiş, Rusya’da da egemenlerin eski SSCB coğrafyasını kendi arka bahçesi olarak gören ve buna uygun politikalar yürüten anlayışı sürekliliğini korumuştur.
Savaş nereye?
Ukrayna savaşıyla ilgili insanların kafasındaki en büyük soru hiç kuşkusuz bu savaşın nasıl ve ne zaman biteceğidir. Bu sorudan da beslenen burjuva medya unsurları, uzmanlar vs. savaşla ilgili tartışmaları büyük oranda askeri ve jeopolitik meselelere daraltıyorlar. Doğru yöntemle yapılan ve büyük tablo içinde yerli yerine oturtulan jeopolitik değerlendirmelerin kuşkusuz anlamı ve önemi vardır. Ama bir savaş dünyasında yaşadığımız ve bunun kapitalist sistemin çıkışsızlığına işaret ettiği gerçekliğini onların anlatmasını bekleyemeyiz elbette. Bu medya unsurları insanları egemenlerin güç oyunlarının, jeopolitiğin mantığına alıştırmaya ve savaşın daha derinlerde yatan kaynaklarını gözlerden saklamaya çalışıyorlar. O nedenle sürecin seyrinin anlaşılması bakımından her ne kadar önemli olsa da jeopolitiğe hapsolan yaklaşımlara karşı uyanık olmak gerekiyor.
Bu uyarıları akılda tutarak bazı hususlara değinebiliriz. Her şeyden önce ABD-İngiliz emperyalist bloku savaşın kesinlikle uzamasından yana. Burası çok önemli, zira tüm dünyaya sözde Ukrayna halkının acılarını pazarlayan emperyalist Batılı güçler gerçekte Ukrayna halkının acılarını zerre kadar önemsemiyorlar. Tek dertleri Rusya’yı bir kapana kıstırma ihtimalinin tadını çıkarmak, bunun için savaşın uzamasını sağlamak. Bu savaşta NATO’nun silah, teçhizat, diğer lojistik imkânlar, istihbarat ve eğitim açısından Ukrayna’ya oldukça kapsamlı bir destekte bulunduğu açıktır. Bu faktör yabana atılamaz. Rus ordusunda general seviyesinde kayıpların olması bu faktörlerden bağımsız düşünülemez. Savaş uzadıkça bunun Rusya’ya maliyeti katlanarak artacaktır. Maruz kaldığı görülmemiş ağırlıktaki ambargolar ve dünya halkları nezdinde yaşanan itibar kaybıyla birlikte düşünüldüğünde Putin ve şürekâsının işinin kolay olmadığı görülebilir.
Öte yandan savaşın zaten sallantılı bir durumu olan dünya ekonomisi üzerindeki etkilerinin ne boyutlara varacağı belirsizdir. Beklenmedik etkiler karşısında bir noktada tüm güçler bu işi şimdilik daha fazla uzatmasak diyebilirler. Ama bu ihtimal bir kenara konacak olursa, Ukrayna savaşı bitse bile bu onun bir parçası olduğu dünya savaşı gerçeğinin son bulduğu ve günümüz dünyasının bir emperyalist savaş dünyası olduğu genel gerçeğinin son bulduğu anlamına gelmeyecektir. Irak ya da Afganistan savaşı “bittiğinde” gelmediği gibi. Dahası Ukrayna özelinde bile savaşın nüksetmesi tehlikesi defedilmiş olmayacaktır. Ne ABD emperyalizmi Ukrayna’dan elini çekecektir ne de Rus emperyalizmi. Emperyalist kapitalist sistem var oldukça büyük güçler arasında geniş ve stratejik bir coğrafyaya sahip tampon bölge ülkesi olarak Ukrayna daima tehlike altında olacaktır. Bu gerilim Ukrayna içindeki politik güçler arasında yansımalarını mutlaka bulacaktır. Kırım, Donbas ve Luganks bölgelerinin Rusya kontrolünde kalması durumunda Ukrayna içinde buralara dönük hak talepleri asli bir politik eğilim olarak var olacaktır. Bu bölgelerin Rusya’nın elinden çıkması ise zaten pek gerçekçi bir olasılık olarak görünmemektedir. Böylesi bir ihtimalde buralardaki Rus nüfusun Ukrayna milliyetçiliğinin büyük baskılarına maruz kalacağı ve daima bir savaş haline davetiye çıkaracağı da yeterince açıktır.
Yazının başlığında ortaya koyduğumuz Ukrayna Savaşı Ne Anlatıyor sorusuna belki şöyle bir veciz cevap da verilebilir. Ukrayna savaşı, savaşın sadece Ukrayna’da değil dünyada yürüyen bir savaş olduğunu anlatıyor. Kapitalizmin çelişkileri giderek sertleşiyor ve giderek daha çok savaş patlak veriyor, daha yıkıcı çatışmalar yaşanıyor, somut savaş ateşi daha çok yayılıyor dünya üzerinde. Bu gerçeği görmezden gelmek hayal dünyasında yaşamaktır. Bundan korkmak da çare değildir ve bizim bu gerçeği ısrarla vurgulamamız korku salmak için değildir. Bu bilinçle mücadele edilirse savaşların korkunç sonuçlarını bertaraf etmek ve savaşlardan kurtulmak mümkün olur. Gerçeğe gözleri kapamak ise yalnızca yıkıma daha çok hizmet edecektir.
Günümüz dünyasının bir kriz ve savaş dünyası olduğunu sıkça vurguluyoruz. Ama bu dünya aynı zamanda bir isyanlar ve devrimler dünyası da. Modern dünya tarihinin tanıklık ettiği üzere böylesi derin krizler ve kapsamlı savaşlar isyan ve devrimlerin de ocağıdır. 2000’li yıllarla birlikte açılan sınıf mücadeleleri dönemi, içerdiği kitle mücadeleleri ve ayaklanmalarla bunun için zaten yeterince ipucu vermektedir. Pandemiyi fırsat bilen egemenlerin saldığı korku bulutlarının dağılmaya başlaması ve savaşın can yakıcı sonuçlarının dünya genelinde daha çok hissedilmesiyle kitle mücadelelerinin ve isyanların daha fazla örneğini göreceğimiz aşikârdır. Dünya genelinde sadece bu mücadeleler değil aynı zamanda özellikle sosyalist düşünceye yönelen gençlerin sayısında önemli artışlar yaşanıyor. Kapitalizmin tam bir çıkışsızlığa ittiği gençlerin saflarında böylesi bir sonucun uç vermesi hiç şaşırtıcı değil. Dolayısıyla her ne kadar savaş ve onun gündeme getirdiği tehlikeler önümüzde uzanmaktaysa da mücadelenin dinamikleri de harlanıyor ve işçi sınıfının başta gençler olmak üzere tüm kesimleriyle düzene karşı öfkesi büyüyor. Bugün yapılması gereken şey her düzeyde bu öfkeyi büyütmek ve daha örgütlü hale getirerek kapitalizmin temellerine yöneltmektir.
link: Levent Toprak, Ukrayna Savaşı Ne Anlatıyor?, 5 Nisan 2022, https://marksist.net/node/7612
Gelenekten Geleceğe
Çanakkale Geçilmez, Çünkü Artık Çok Pahalı!