Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne
allı pullu bir balon gibi verelim oynasınlar
oynasınlar türküler söyleyerek yıldızların arasında
dünyayı çocuklara verelim
kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
dünyayı çocuklara verelim
bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
çocuklar dünyayı alacak elimizden
ölümsüz ağaçlar dikecekler…
(Nâzım Hikmet)
Bir çocuğun içten gelen kahkaha sesi. Bu ses ne kadar da mutlu eder insanı. Belki tam olarak tarif edemeyiz bunun sebebini ama o an için ya çocuğun mutluluğuna ortak olmuşuz, ya huzur hissetmişiz, ya da onunla birlikte güven içinde olduğumuzu düşünmüşüzdür. Yani mühim bir meseledir çocukların mutluluğu, hiç hüzün değmesin isteriz o çocuk yüreklerine… Ama mümkün mü siyaha boyanmış bu yeryüzünde? Sevmeye doyamadığımız çocuklarımızın gülüşlerini, hayallerini, hayatlarını çalıyor, yok ediyorlar. Bir düşünür “bir ülkeyi tanımak istiyorsanız, o ülkede insanların nasıl öldüğüne bakın” demiş. Biz biraz daha daraltarak ve içimiz acıyarak “çocukların nasıl öldüğüne bakın” diyelim.
Çocuklar, çocuklarımız ya boyundan büyük, yaşından fazla kurşunlarla, ya bombalarla ya da zırhlı araçlarla yaşamdan koparılıyor. İnsan Hakları Derneği (İHD) Diyarbakır Şubesinin 2021 yılı raporuna göre, son 13 yılda zırhlı araç çarpmalarında 20’si çocuk 42 kişi hayatını kaybederken, 21’i çocuk 90 kişi de yaralandı. 42 yaşam, baba, anne, evlat… Egemenlerin cellâdının kanlı eli, kimisini bir yaşına girmeden anne kucağında, kimisini dört yaşında evinin önünde oyun oynarken, kimisini altı yaşında uykuda, kimisini yedi yaşında bisikletin üstünde yakaladı! Bu çocukların sokaklarda koşup oynaması, gülüşleri caddeleri çınlatması gerekirken caddeler acılı çığlıklara boğuldu. Çocuk gülüşleri ya bir panzerin ya da bir TOMA’nın lastikleri altında yok olup gitti, geride yarım kalmış resimler bırakarak.
Bu cinayetlerin çoğu burjuva basında ya yer almadı ya da haksız bir şekilde sonuçlanan davalarla gündeme geldi. Yaşamları elinden alınmış insanların, çocukların her birinin nasıl da acıklı, içler ürperten bir öyküsü var. Yürek yaralayan hazin öyküleri… Eskiler unutkan olduğumuz için bizlere “hafıza-i beşer nisyan ile maluldür” demiş. O yüzden bu hazin öykülerden belki hepsini değil ama bazılarını hatırlatmak gerekir. Bu devletin çocuklar söz konusu olduğunda bile böylesine zalim ve gaddar olduğunu unutmamak için!
İsimler, yaşlar değişiyor ama yoksul emekçi çocuklarına reva görülen kader değişmiyor. Hele ki Kürt illerinde bir çocuksanız oyun peşinde koşarken panzer altında kalmanız işten değildir. Veyahut bir gençseniz bir panzer sizi de hayallerinizi de ezip geçebilir. Tıpkı Cizreli Abdulgaffar Dayan gibi. Abdulgaffar Dayan aynı kaderi paylaştığı kardeşlerinden belki biraz daha fazla yaşadı ama ona da yaşam hakkı tanımadılar. Daha 24 yaşındaydı. Babasını iş cinayetinde kaybettiği için doktor olmak istiyordu. Aile yoksuldu ama Abdulgaffar başarılıydı ve ailesi çocuğunu her şeye rağmen dershaneye yazdırmaya karar vermişti. Her sabah olduğu gibi o gün de dershaneye gidiyordu Abdulgaffar. Kendi şehrinde, kendi mahallesinde yürürken, şehrin içinde hız sınırı olan bir yerde, zırhlı araç Abdulgaffar’ın umutlarını, hayallerini çaldı. Ve bir akşam vakti sessiz sedasız defnedildi. Bunun bile şans olduğu bir coğrafyada yaşıyordu! Abdulgaffar’ın kuzeni 2015 yılında ilan edilen 9 günlük sokağa çıkma yasağında polisler tarafından öldürülmüş, günlerce defnedilmek için derin dondurucuda tutulmuştu. Ne Abdulgaffar’ın ne de diğerlerinin ölümü için Türkiye’de yer yerinden oynadı. Gazetelerin manşetlerinde yer almadı bu haberler. Yani haber değeri görmedi! İnsanların çok büyük bir kısmının haberi bile olmadı, olmasını istemediler çünkü. Onlara göre bu ve buna benzer ölümler “kamuoyunu ilgilendirmez”di. Masum insanlar, çocuklar ölüyor, bu devletin kolluk güçleri tarafından öldürülüyor ama bu durumu “kamuoyunun” bilmesi gerekmiyordu!
Felek Batur 7 yaşındaydı. Siirt’in Çal mahallesinde yaşıyordu. Sokakta ağabeyiyle birlikteydi ve ağabeyi kardeşini korumak için elinden tutuyordu. Devletin gücünü göstermek üzere orada bulunan devriye gezen polislere ait zırhlı araç çok gördü Felek’e yaşamayı. Küçücük bedeni oracıkta soldu. Katiller utanmadan Felek’in ailesini “çocuğun sokakta ne işi var?” diyerek suçladı. Yoksul çocuklarını panzerle ezmek onlar için nedir ki? Kim hesap sorabilir, devlet tüm gücüyle arkalarındayken? Bunlar acı nedir bilir mi? Bir babanın, bir annenin ölen evladının ardından bağrına basacağı bir fotoğrafının bile olmamasının nasıl bir acı olduğunu anlayabilirler mi? Babanın Felek’in fotoğrafını çekecek telefonu yoktu, o yüzden Felek’ten geriye bir fotoğraf dahi kalmamıştı. Acılı baba evladının ardından, “Adalet. Adalet olsun ki, bir daha kimsenin çocuğu bu şekilde zırhlı araçların altında ezilmesin” dedi. Ne felek için ne de diğer çocuklar için değil adalete ulaşmak adaleti aramak bile mümkün değildi. Sanki adalet Kaf Dağının ardına gizlenmişti ve onu bulmak için dağın ardına yolculuk etmek dahi suç sayılmıştı.
Efe Tekin 6 yaşındaydı. Diyarbakır sokakları onundu. Çocuktu yerinde duramazdı. Karşıdan karşıya koşarak geçtiği yolda yakaladı cellât. 15 ay önce 65 yaşındaki dedesi gibi onun da yaşamına zırhlı araç son vermişti. Efe Tekin, bu ülkenin “suçlu” doğmuş çocuklarından biriydi. Öldüğünde bile suçunun günahının olmadığını kanıtlamak zorunda olan ölülerden. Devlet Efe’yi “asli kusurlu”, zırhlı aracı kullanan polisi ise “tali kusurlu” buldu. Efe’nin kanı bulaştı caddelere, panzere, bu adaletsiz kararı verenlere. Panzerin tekerlekleri yıkandı, panzer yıkandı, evraklar düzenlendi, katiller kendi kendilerinin şahidi olup kuşandılar yeniden devlet zırhını.
Furkan altı, Muhammet yedi yaşındaydı. Uykularında nasıl rüyalar görüyorlardı acaba? Yattıklarında güneşli bir sabaha uyanacaklarını mı düşünmüşlerdi? Ya da hiçbir hayal kurmadan, yarından, neler olacağından habersiz her günkü gibi bir sabaha uyanacaklarını düşünerek mi dalmışlardı uykuya? Ya anne ve babaları ne düşünmüştü? Her günkü gibi yavrularını sarıp sarmalayıp uyuttukları evlerinde yani en güven içinde olmaları gereken yerde yuvalarında, sabah yine o pırıl pırıl gözlerle bakarken bulmayı bekliyorlardı yavrularını. Ama o pırıldayan gözler sabaha uyanmadı, uyanmalarına izin verilmedi. 11 tonluk zırhlı polis aracı yatak odalarının duvarından içeri daldı. Duvar durduramadı polis aracını, çocukların yaşama isteği durduramadı, iki kardeş, iki küçük beden, tonlarca ağırlığa dayanamadı. Ve yitirdik çocuklarımızı, evlerinde dahi koruyamadığımız gerçekliğinin ağırlığını geride bırakarak.
Mihraç yedi yaşındaydı. Okumayı çok severdi. Bir bisikletinin olmasını çok istiyordu, o yaştaki tüm çocuklar gibi. Tüm çocuklar gibi büyümek istiyordu. Büyüyecekti ve öğretmen olacaktı. Ama hayalleri, umutları 7 yaşında kaldı. Umutları, hayalleri ve çok sevdiği bisikleti panzerin tekerlekleri altında ezildi, yok edildi. Polisi korumak isteyenler hep bir ağızdan zırhlı aracın yavaş gittiğini söylemiş, küçücük bir çocuğun bu şekilde ölümünün yarattığı tepkiyi azaltmak istemişlerdi. Mihraç’ın serçe narinliğindeki bedeni çarpmanın etkisiyle 11 metre yüksekliğe fırlamış, çok sevdiği bisikleti 4 parçaya ayrılmış, ayağındaki terlik evin damına uçmuştu. İşte gerçeklik bu kadar acı, bu kadar insanlık dışı!
Bu ve benzeri ölümler devletin savaş politikasının bir sonucudur. Şehirlerin sokaklarında yani insanların yaşam alanlarında olmaması gereken zırhlı araçlar, insanların yaşam alanlarına sokularak, orada devletin terör aygıtları olarak boy göstermektedirler. Böyle olduğu için de, hiçbir vakada zırhlı aracı kullanan ve insanların ölümüne neden olanlar hak ettikleri cezaya çarptırılmamaktadır. Verilen cezalar ise tamamen göstermelik olarak alt sınırdan verilmektedir. Devlet bu suçları bir trafik kazası gibi taksirle adam öldürme, yaralama gibi hafif nitelemelerle geçiştiriyor. Böylece katiller maksimum 2 yıldan 6 yıla kadar bir ceza alıyor ve bu cezalar ya erteleniyor ya da çok cüzi para cezalarına çevrilerek cezasızlık devam ettiriliyor. Hangi para, hangi ceza haksız yere öldürülmüş bir evladın acısını dindirebilir ki? Ama devlet, katilleri cezasız bırakarak acılı aileleri bir kez daha cezalandırıyor. Gadre uğramış gönülleri, haksızlığın ağırlığıyla tekrar eziyor. Kürt sorunu demokratik temellerde çözülmediği sürece ne bu zulüm ne de yaşattığı acılar son bulacaktır.
link: Öykü Ilgaz, Kürt Kentlerinde Gülüşleri Yarım Bırakılan Çocuklar, 10 Şubat 2022, https://marksist.net/node/7572
Rejimin Ekonomik Yıkım Politikaları ve Mücadele
Gökdelenler Yıkılırken