Günümüzde yürürlükte olan yeni emperyalist kapışma ve savaş sürecinin daha önceki dönemlere göre sergilediği farklılıklar Marksist Tutum sayfalarında uzun süredir çeşitli yönleriyle ele alınıyor. Bu farklılıklardan birisi, savaşın kamplarının şekillenme sürecinin görece yavaş ilerlediği ve bunun kendine özgü belirsizlikler yarattığı idi. Esasen SSCB’nin çöküşüyle başlayan bu sürecin ilk evrelerinde, emperyalist kampın hegemon gücü ABD, Avrupa kıtasını kendine sıçrama tahtası yaparak yükseliş arayışında olan Almanya’yı ve kısmen de Japonya’yı kontrol altında tutmaya odaklanmıştı. O dönem, burjuvalaşma sürecindeki egemen Rus bürokrasisi çöküş ve dağılma sürecinin darbeleriyle boğuşur ve eskiden kendi toprağı olan birçok ülkenin kontrolünden çıkışını izlemek zorunda kalırken, Çin bir dünya gücü olarak henüz ufukta bile görünmüyordu denebilir. Ancak o günlerden bugüne köprünün altından çok sular aktı ve geçen 30 yıllık sürede ABD karşısındaki asli kutup başı olarak Çin’in billurlaşmasına tanık olundu.
Kapitalizmin tarihsel sistem krizinin şiddetlendiği 2020-2021 yıllarında bu billurlaşma sürecinin daha berrak göstergeleri ortaya çıktı. Krizin derinliği hegemonya krizinin de şiddetlenmesini beraberinde getirdi. Kimileri ABD’nin Çin’i açıkça hedef alan bir söylem tutturması ve bu doğrultuda politikalar izlemesini, Trump’a özgü aşırılıklar gibi gördü. Ancak Biden yönetiminin aynı çizgi üzerinde ilerlemesi, Çin konusunun yönetimler üstü bir konu olduğunu açıkça gösterdi.
Biden’ın bu yılın başlarında koltuğa oturmasından iki ay kadar sonra ABD ve Çin arasında Alaska’da yapılan ilk üst düzey görüşmelerde, heyetlerin basına açık kısımda karşılıklı ağız dalaşına varan gerilimli hali, her ne kadar kamuoylarına dönük teatral bir boyut taşıyorduysa da gerçekte son yılların ve önümüzdeki dönemin ruhuna dair de ipuçları veriyordu. Bu ilk doğrudan üst düzey görüşmelerden sonra Çin Dışişleri Bakanının Türkiye dâhil geniş bir Ortadoğu turuna çıkması ve en çarpıcısı İran’la yapılan anlaşmalar olmak üzere yeni girişimler başlatması, Çin-ABD kutuplaşmasının son dönemdeki netleşme sürecine yeni bir tuğla ekliyordu. Elbette geçtiğimiz yıl Çin’e dönük olarak arttırılan ticari kısıtlamalar ve özellikle Huawei (ve ZTE) gibi dev komünikasyon şirketlerinin hedef tahtasına konması bu süreçte zaten mesafe alındığını yeterince gösteriyordu. Ama Çin hem bu hamleyle hem de başka birçok adımıyla bu kuşatma çabalarına karşı alttan almaktan vazgeçip çıkışlar yapmaya başlamıştır. Son olarak Haziran ayında tümüyle Çin’i hedefe koyan kapsamlı Stratejik Rekabet Yasasının ABD Senatosundan geçmesi ve Avrupa’da birbiri ardına yapılan G7, NATO, ABD-AB ve ABD-Rusya zirvelerinden çıkan tablo, tam anlamıyla bir dönüm noktasını işaretliyordu denebilir. Bu zirveler ABD’nin Çin (ve daha düşük tonda Rusya) karşıtı yönelimini geniş bir cephe içinde ilerletmeye hevesli olduğunu açıkça gösterdi. Çin’in devasa Kuşak ve Yol projesine karşı küresel ölçekte bir altyapı yatırımları seferberliği alternatifinin (Daha İyi Bir Dünya İnşa Et) bile ilan edildiği bu toplantılar, yeni kutuplaşmayı ete kemiğe büründürme yolunda şimdiye kadarki en kapsamlı adımı temsil etmektedir.
Nitekim ABD ve Çin arasında “Yeni Soğuk Savaş”ın başladığına dair söylemler bu zirve toplantıları fırtınasından sonra çok daha yaygın bir hal aldı. Yükseltilen “Yeni Soğuk Savaş” söyleminin ne anlama geldiğine açıklık getirmeden önce, taşıdığı yanıltıcı boyuta dair daha baştan bir netleştirme gerekiyor. Hep anlattığımız gibi, dünya çoktandır yeni bir sıcak emperyalist savaş sürecinin içinde. Bu savaş önceki dünya savaşlarıyla karşılaştırıldığında “standart dışı” olsa da kendi iniş çıkışları ve temposu içinde bir dünya savaşı. Zamana yayılan ve şimdilik büyük güçlerin birbirleriyle doğrudan sıcak çatışma içinde olmadığı, bunun yerine kozlarını dünyanın farklı bölgelerinde çeşitli türde “vekiller” kullanarak paylaştıkları atipik bir savaş süreci. Bu öylesi bir süreç ki, dünyanın kapitalist-emperyalist merkezlerinde toplumlar kendilerini bir savaş sürecinin kavurucu ateşleri içinde pek hissetmeseler de yaşanan sıcak savaş süreçlerinde şimdiden milyonlarca insan hayatını kaybetmiş, daha fazlası yurdundan olmuş, nicesi de yaşadığı toprakları terk etmek için gün sayar hale gelmiş, göç yollarına gözünü dikmiştir.
Dolayısıyla ortada “Soğuk Savaş” denilerek geçiştirilebilecek bir durum yoktur. Kızışan emperyalist rekabet ve hegemonya mücadelesi çoktan yeni bir emperyalist dünya savaşı halini almıştır. Bu savaş, içinde bulunduğumuz tarihsel dönemin özgün yönleri nedeniyle farklı türde işlemektedir. Bu netleştirmeden sonra, esasen Çin’i hedef alan “Yeni Soğuk Savaş” söyleminin ne ifade ettiğine gelebiliriz. Bu söylem Çin’e ve tüm dünyaya, Çin’in açıktan bir savaş hedefi ve düşman olarak görüldüğünün ilanıdır. Bu yönüyle de amaç, başta Batılı emekçi kitleler olmak üzere tüm dünya emekçi halklarının Çin’i belirli bir prizmadan, düşmanlık hisleriyle dolu bir prizmadan görmesini sağlamaktır. Kestirmeden söyleyecek olursak, Trump’la kademe yükseltilen Çin karşıtı atmosfer, Biden’ın gelişinden itibaren yeni bir seviyeye taşınmıştır.
Çin’in emperyalist yükselişi
İşin aslı, birbiri ardına gelen ABD yönetimleri yıllar içinde Çin konusunu nasıl ele alacaklarını bir türlü netleştirememişlerdi. Kâh sertleşme kâh yumuşama şeklinde işleyen sürecin hâkim ruhunu, Çin’in bir biçimde uzlaşmalar ve görüşmelerle kontrol altında tutulabileceği düşüncesi oluşturuyordu. Kapsamlı ve hacimli karşılıklı ekonomik bağımlılığın da maddi bir temel oluşturduğu bu ruh, Çin’in yükselişinin ulaştığı düzeyle birlikte giderek aşınmaya başlamıştı ve Trump esasen bu aşınmanın bir dışavurumuydu. Trump döneminde kızıştırılan ticaret savaşı sürecinde bile Çin genellikle alttan alıyor, uzlaşma mesajları ve somut tavizler veriyordu.[1] Şimdi Biden’la birlikte bu aşınma stratejik bir dönüm noktasına gelmiş bulunuyor. Başka birçok konuda Trump’la tam bir zıtlık içinde olan Biden’ın, Çin konusunda öz olarak onun çizgisini devam ettirmesi, hatta çok daha ileriye taşıma alâmetleri vermesi başlı başına anlamlıdır. Daha önce Trump’ı Çin konusunda “yumuşak” davranmakla eleştiren Biden’ın bunu basitçe seçimler için yapmamış olduğu açıkça görülüyor.
Çin’in böylesi kapsamlı biçimde açıktan hedef tahtasına konmasında bir “gecikme” olduğunu tespit etmek gerekiyor. Bu tespit konunun çeşitli yönlerini anlamamız için işlevli bir başlangıç noktası oluşturacak niteliktedir. Bu “gecikme” somutluğu ve güncelliği içinde kapitalizmin çelişkileriyle alâkalıdır. Çok kaba bir özetle, kapitalist sistemin İkinci Dünya Savaşını takiben yaşadığı canlı yükseliş 1970’lerde yerini tıkanma ve tökezlemelere bıraktığında, sermayenin bulduğu çözüm kısaca neoliberalizmdi. Bu, başta ileri kapitalist ülkeler işçi sınıfı olmak üzere, genelde dünya işçi sınıfına, onun tüm bir 20. yüzyıl boyunca elde ettiği kazanımlara dönük bir savaştı. Kâr oranlarının düşüşünü frenlemek, mümkünse gidişi tersine çevirmek için işçi sınıfının direncinin kırılması, kazanımlarının elinden alınması, maliyetlerin düşürülmesi gerekiyordu. Bu savaşın bir ayağı, üretimin kimi kollarının, baskıcı rejimler altında itaate zorlanmış, ucuz ve tercihen eğitimli işgücünün olduğu bölgelere kaydırılmasıydı. Çin bu eğilimin ete kemiğe büründüğü başlıca ve kimi açılardan ideal adres oldu. Çin’in SSCB ile ilişkilerinin karşıtlık haline gelmiş olması ve sonrasında 1970’li yıllarda ABD’nin SSCB karşıtlığı zemininde Çin ile özel bir ilişkiye geçmesi elbette bunda belirleyici olan önemli bir etmendi. ABD emperyalizmi uluslararası plandaki sözde sosyalist cephenin bölünmesini kalıcılaştırmayı ve asıl tehlike olarak gördüğü SSCB’yi kuşatmayı ön planda tutuyordu. O güne kadar Çin Halk Cumhuriyeti’ni tanımayan, yıkılması için uğraşan ve uluslararası platformlarda Çin olarak Tayvan’ı tanıyan ABD, tüm bu siyasetini değiştirmiş ve karşılıklı uzlaşma içinde yeni bir rotaya girmişti.
Egemen Çin bürokrasisi de 1970’lerin sonlarında “piyasa sosyalizmi” olarak anılacak olan dönüşümlere girişerek, özel mülkiyete ve özel sermaye yatırımlarına yol vermeye başladı. Marksizme tümüyle aykırı biçimde sosyalizm diye adlandırılan bürokratik despotizme dayalı kumanda ekonomisi yavaşça terk ediliyor, kapitalizme geçiş başlatılıyordu. Bu gidişin maruz kaldığı kimi eleştiriler karşısında, yeni rotanın öncülüğünü ve liderliğini yapan o zamanki ÇKP lideri Deng Şiaoping’in şu sözleri tarihe geçmiştir: “Ha siyah kedi, ha beyaz kedi; kedi fare yakalıyorsa iyi kedidir.” Tüm dünyada kendilerini sosyalizm davasına adamış ve bu uğurda Çin’i lider bellemiş sosyalistler hararetli tartışmalar içinde olanları anlamlandırmaya çalışırken, Deng Şiaoping tam da bir mandarine yakışacak bürokratik kibri ile “bırakın bu işleri” dercesine şu sözleri de ediyordu: “Zenginleşmek muhteşem.”
Bürokratik despotizme dayalı kumanda ekonomisinden devlet kapitalizmine geçişte kilit bir unsur, başta ABD kökenli sermaye olmak üzere emperyalist ülkelerin Çin’e gitgide artan oranlarda daha büyük ölçeklerde yatırım yapmasıydı. Yaklaşık olarak 40 yıl içinde bu süreç daha önce hemen hiç kimsenin öngörmediği bir noktaya geldi. Bu noktayı tarif eden birkaç veriyi hatırlatmakta fayda var. Öncelikle Çin’in dünyanın ikinci büyük ekonomisi konumuna geldiğini belirtmek gerekiyor. Ayrıca Çin 2010 yılından bu yana dünyanın en büyük imalatçısı konumunda. Çeşitli veri ve hesaplamalar şu anda dünya imalatının üçte birine yakınını Çin’in yapmakta olduğunu gösteriyor. Bu alanda Çin kendisine en yakın ikinci ülke olan ABD’nin açık arayla önünde (10 puandan fazla) duruyor. Bu durum ayrıca Çin’i en büyük ihracatçı ülke de yapıyor. Bu hızlı yükselişin doğal bir sonucu ve parçası olarak Çin çok hassas nitelikteki ileri teknoloji alanında da tepeye oynar hale gelmiştir. Ar-Ge’de, patent sayılarında, bilimsel-teknolojik yayınlarda vb. Çin en ön sıralara, hatta bazılarında en ön sıraya yükselmiş durumda. Baskıcı, otoriter ve sıkı bir devlet kapitalizminin hüküm sürdüğü Çin’de egemen sınıf küresel rekabette bu yapının sağladığı avantajlardan yararlanıyor. Örgütsüz bir işçi sınıfı ve Asyatik geçmişin ağır tarihsel mirası nedeniyle emekçi kitlelerin görece daha kolay boyunduruk altında tutulduğu koşullar elbette egemenlere daha geniş bir manevra alanı sağlıyor. Tüm bunlara paralel olarak, Çin burjuvazisi meta ihracıyla sınırlı kalmayarak sermaye ihracına geçiyor, geniş bir coğrafyada, kısa vadeli getiri hevesine fazla kapılmadan, uzun vadeli yatırımlar ve borçlandırmayla nüfuz alanları oluşturmaya koyuluyor.[2] Devasa bir yüzölçümüne, büyük yeraltı kaynaklarına ve dünyanın en büyük nüfusuna sahip olmasını da eklediğimizde, Çin’in emperyalist rekabette diğer güçlerde artan ölçüde ürküntü oluşturduğundan şüphe edilemez.
Tekrar pahasına somut maddeler halinde özetleyelim: 1) Başta ABD olmak üzere Batı emperyalizmi SSCB ile karşıtlaşan Çin’e kucak açtı (bunda dünya çapındaki sosyalist hareketi bölüp parçalayarak birbirine düşürme, hareketi çıkmaz yollara sokma niyeti ve imkânı da rol oynuyordu), 2) Çin gibi devasa bir ülkenin kapitalizme yönelmesi dünya kapitalizmi için büyük ve genel bir kazanımdı, 3) Bu kapitalizme geçiş dünya kapitalizminin krizden çıkışında muazzam olanaklar sundu (ucuz ve itaate zorlanmış bir işgücü sayesinde düşen maliyetler; ucuz metalar sayesinde zengin ülkelerdeki emekçilerin alım güçlerinin ücret ve haklarındaki kayıplar oranında düşmemesi, bunun sonucunda tepkinin zemininin yumuşatılması vb.)
Doğrusu ABD liderliğindeki kapitalist dünya sistemi bu çok önemli alanlarda başarılı oldu, Çin bürokrasisi sisteme büyük hizmetler sundu. Elbette o da bunu kendi çıkarı için yaptı. Sonuç olarak her iki egemen sınıfın da kazançlı çıktığı, ama her iki taraftaki emekçilerin büyük kayıplar yaşadıkları bu süreçte gelinen nokta pek hesap edilmeyen bir nokta oldu. Deyim yerindeyse Batılı emperyalist güçler, kapitalist temellerde devasa bir Çin ejderhasına ebelik ederek kendilerine büyük bir rakip doğurmuş oldular. Batılı emperyalist güçlerin bu noktayı yeterince öngörememesinde, yukarıda saydığımız hayati faydaların yarattığı memnuniyet kadar, dış yatırım yapılan başka ülkelere dair yaygın deneyimler temelinde taşıdıkları kibir ve rehavet de rol oynamıştır. Kapitalizme geç açılan ve dış yatırımların büyük ölçekli olduğu ülkelerde işleyen ekonomik, sosyal ve politik süreçler, genel olarak yatırımcı büyük kapitalist sermaye güçlerinin nüfuzuyla sonuçlanmıştır. Çin için de böyle beklentilerin olması temelsiz değildi. Böylesi temel süreçler, diğer örneklerdeki olgun sonuçlara varamasa da, Çin’de de işlemiş, ama büyük oranda kontrol altına alınıp bastırılmıştır. Egemen sınıf içinde farklılaşma ve bölünmeler, hızla artan kentleşme ve işçileşme dinamikleri sonucunda hem başlangıç düzeyinde olsa bile sınıf taleplerinin şekillenmesi ve bu temellerde sınıf mücadelelerinin başlaması, hem de genişleyen görece yüksek gelirli bir orta tabaka, oluşan yeni eşitsizlik ve ölçüsüzlükler nedeniyle genellikle gençlikte yeşeren tepkiler vb., bunlar hep Çin’de de görüldü ve halen de yaşanıyor.
Özel mülkiyet ve sermayeye dayanan kapitalist sürecin daha cesur biçimde ilerletilmesini isteyen egemen sınıf kesimleriyle kontrollü gidilmesini savunan ya da frene basılıp piyasa mekanizmalarının daha fazla denetime alınmasını isteyenler arasında çekişmeler olduğu biliniyor. Geçtiğimiz aylarda dünya çapında en tanınmış büyük Çin şirketleri arasında yer alan Alibaba’nın patronu Jack Ma’nın açıktan yaptığı eleştiriler ve sonrasında üç ay sırra kadem basması, sonunda da şirketlerine dönük yaptırımlarla aldığı darbe bu tür çekişme ve anlaşmazlıkların varlığı konusunda fikir vermektedir. Yine esasen gençliğin kitlesel tepkisinin ifadesi olan Tiananmen direnişi 1989 gibi erken denebilecek bir tarihte patlak vermişti. Diğer taraftan pek fazla dışa yansıtılmadığı için iyi bilinmiyor ama Çin’de grevler ve işçi mücadeleleri yıllardır artış halinde. Ücretlerin genel seviyesinin artık eskiden olduğu denli düşük olmamasında bu mücadelelerde de ifade bulan tepkinin rolü başattır. Sözü uzatmadan şunu net olarak söyleyebiliriz ki, despotik bürokratik rejimlerden kapitalizme geçişte ve bunu takip eden dönemde işleyen süreçlerin temel görünüm ve sonuçları belli ölçülerde Çin’de de görülmüş, ancak egemen sınıf içindeki baskın eğilim ağır baskı mekanizmalarıyla ipleri elden kaçırmamayı başarmış, sürecin kontrollü götürülmesi amacına büyük oranda ulaşmıştır.
Bunların yanı sıra Çin kapitalizmi, kaydettiği aşamaların doğal sonucu olabilecek türde gövde gösterilerinden büyük oranda kaçınmış, genelde sessiz ve sakin gitmiş, mümkün olduğunca dikkat çekmeden güç toplamaya, açık ve doğrudan hedef haline gelmeden önce azami mevzi kazanmaya odaklanmıştır. Elif Çağlı Çin egemen sınıfının bu tarzına 2005 yılında kaleme aldığı Küreselleşme adlı çalışmasında dikkat çekmişti: “Dünya hegemonyasına göz dikmeye namzet yeni odaklardan (…) Çin ise, asyatik geleneklerin simgesi olan yüksek duvarların ardında sinsice gelecekteki ataklara hazırlanıyor.”[3] Çin devlet kapitalizmi bu tarzı son yıllara kadar başarıyla sürdürmüş, sonuçta artık büyük emperyalist güçlerden birisi konumuna yükselerek, diğer geleneksel güçlere meydan okur hale gelmiştir.
Aslında bu durum bir bakıma şaşırtıcıdır, zira çok değil sadece 50 yıl önce genel olarak yoksulluk ve azgelişmişlik konumundaki bir ülkenin tarihsel olarak böylesi kısa bir sürede o konumdan büyük emperyalist güçler arasına yükselmesi ve dahası yeni tarihsel konjonktürde emperyalist rekabetin ana kutbu haline gelmesi dikkate değerdir. Bunu dikkate değer kılan, özellikle, bunun emperyalizmin dünyaya çoktan hâkim olduğu 20. yüzyıl içinde, hatta onun son çeyreğinden itibaren gerçekleşmiş olmasıdır. Bu da Marksizmin ustaları tarafından ortaya konmuş olan eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının gücünü göstermektedir. “Üçüncü dünyacı” bir perspektifle dünyaya bakan ve tasavvurları esasen milliyetçilikle ve onun özel bir görünümü olarak ulusal kalkınmacılıkla sınırlı ve çarpılmış olan küçük-burjuva sosyalizminin tutarlı biçimde açıklayamayacağı bir durumdur bu. Oysa Lenin vaktiyle kapitalizmin eşitsiz gelişiminden söz ederek belirli koşullar altında bazı yeni ülkelerin emperyalizm düzeyine yükselebileceğine işaret etmişti:
“Çünkü, kapitalist düzen içinde, nüfuz bölgelerinin, çıkarların, sömürgelerin paylaşılması konusunda, paylaşmaya katılanların gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir esas düşünülemez. Oysa paylaşmaya katılanların gücü aynı şekilde değişmemektedir, çünkü kapitalist düzende farklı girişimlerin, tröstlerin, sanayilerin, ülkelerin, eşit şekilde gelişecekleri düşünülemez. Almanya, yarım yüzyıl kadar önce kapitalist gücü o zamanki İngiltere’nin gücüyle karşılaştırıldığı zaman, zavallı, önemsiz bir ülkeydi; Rusya’yla karşılaştırıldığı zaman Japonya da aynı durumdaydı. On ya da yirmi yıllık bir süre içinde, emperyalist güçlerin nispi kuvvetlerinin değişmeden kalacağını söyleyebilir miyiz? Kesinlikle söyleyemeyiz.”[4]
Elif Çağlı’nın vurguladığı alt-emperyalist ülkeler olgusunun[5] da temelinde yatan bu yasa Çin’in bugünkü konumuna gelişini açıklayan önemli bir yasadır. Eşitsizlikleri belirli yönlerden arttıran, belirli yönlerden ise törpüleyen ve düzleyen bu yasayı, çelişkilerine dikkat çekerek daha etraflı bir biçimde açıklayan (“eşitsiz ve bileşik gelişme yasası” adlandırmasını kullanarak) Troçki de şunları demiştir:
“Kapitalizm, her biri kendi muazzam iç çelişkilerini yaşayan insanlığın çeşitli parçalarını, farklı gelişim aşamalarında yakalar. Ulaşılan düzeylerin aşırı çeşitliliği ve çeşitli çağlar boyunca insanlığın farklı parçalarının gelişim hızlarının olağanüstü eşitsizliği, kapitalizmin kalkış noktası olarak hizmet görür. Kapitalizm, kendine miras kalmış eşitsizliği, kendi araç ve yöntemlerini yürürlüğe koymak suretiyle parçalayıp değişikliğe uğratarak, onun üzerinde ancak tedricen hakimiyet kazanır. Kendinden önceki ekonomik sistemlerin aksine, kapitalizm, doğası gereği ve sürekli olarak ekonomik yayılmaya, yeni topraklara sızmaya, ekonomik farklılıkların üstesinden gelmeye, kendi yağında kavrulan yerel ve ulusal ekonomilerin bir karşılıklı mali ilişkiler sistemine dönüştürülmesine gayret eder. Böylelikle onların birbirlerine yaklaşmalarına neden olur ve en ileri ve en geri ülkelerin ekonomik ve kültürel düzeylerini eşitler. Bu ana süreç olmaksızın, önce Avrupa’yla İngiltere’nin ve daha sonra Amerika’yla Avrupa’nın görece eşit düzeye gelmesini; sömürgelerin sanayileşmesini, Hindistan ve İngiltere arasında kapanan aralığı ve Komünist Enternasyonal’in yalnız programının değil, aynı zamanda tüm varlığının üzerine dayandığı sayısız süreçlerden çıkan tüm sonuçları kavramak imkânsız olurdu.
“Ne var ki kapitalizm, ülkeleri birbirine ekonomik olarak yaklaştırıp bunların gelişme aşamalarını eşitlerken, kendine özgü, yani anarşik yöntemlerle işini görür, öyle ki, sürekli olarak kendi eserini baltalar, bir ülkeyi diğerinin karşısına, sanayinin bir kolunu diğerinin karşısına çıkarır, dünya ekonomisinin bazı parçalarını geliştirirken diğerlerinin gelişmelerine engel olup geriye savurur. Ancak bu iki temel eğilimin, ki her ikisi de kapitalizmin doğasından kaynaklanırlar, birbiriyle ilişkilendirilmesi bize tarihsel sürecin canlı dokusunu açıklar.”[6]
Küreselleşme broşüründe Elif Çağlı tarihsel materyalizmin bu önemli yasası temelinde Çin’in durumuna dair şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Kapitalizmin tarihinin kanıtladığı üzere, sarsıntılı dönemler eski ekonomik paktları çözer veya bileşenlerini değişikliğe uğratırken yeni birlikler ve yapılanmalar yaratabilir. Dün önde görülen bazı ülkeler gerilerken, kimileri öne fırlayabilir. Nitekim bundan on yıl önce kapitalist sistemin büyük hegemonya oyununda adı geçmeyen Rusya ve Çin’in günümüzde kaydettiği yükseliş aşikârdır. 2004 yılı GSYH’si 1,7 trilyon dolar olan Çin’in dünyanın en büyük 21 ekonomisi listesinde yedinci sırada yer aldığı, satın alma gücü paritesine göre ise dördüncü sıraya tırmandığı belirtilmektedir. Egemen devlet bürokrasisinin tepeden kontrolünün sağladığı baskıcı bir siyasal istikrar altında Çin kapitalizmi gerçekten de pek çok alanda dev adımlarla ileriye koşmaktadır. Bu yükselen konumuyla dünya dengelerini derinden etkileyecek olan Çin, bugün önde görünen ABD-AB rekabetini ikinci plana itip ABD karşısına dikilecek başlıca emperyalist güç olmaya adaydır.”[7]
Çin’in kapitalistleşme süreci, yukarıda açıkladığımız üzere, son yıllara kadar geleneksel emperyalist güçlerin çıkarları açısından ağırlıklı olarak lehte bir gelişmeydi. Ama aynı sürecin daha öte gelişiminin onların aleyhine yönlere doğru işlemeye başlaması karşısında alarm zilleri çalıyor ve Çin’i çevrelemek, zapturapt altına almak için gerilimi yükseltmeye başlıyorlar.
Bu süreçte ABD emperyalizminin alarm zillerini çalmasında tetikleyici olan başlıca iki gelişmeyi tespit etmek gerekiyor. Birincisi Çin’in artık dünyanın atölyesi olarak ucuz meta üreticiliğiyle sınırlı bir ülke olmaktan çıkıp hayati önemi olan yüksek teknoloji üreticisi konumuna gelmesidir. Sadece üreticilik değil, bu alanda artık, 5G teknolojisi örneğinde sembolik bir hal aldığı üzere, standart belirleyen lider ülke olmaya başlamasıdır. Ancak bu faktörü bir başka olguyla bir arada düşünmek gerekiyor. Eğer Çin küçük ölçekli bir ülke olsaydı, tıpkı Güney Kore örneğinde olduğu gibi, bu faktör yine de çok büyük tehlike kaynağı olarak görülmeyebilirdi. Ama söz konusu olan, coğrafi ve demografik açıdan devasa bir ülke olarak Çin olunca, tüm bu güç unsurları başka bir bağlam ve anlam kazanmaktadır. Çin basitçe, diyelim İtalya gibi, “alelade” emperyalist ülkelerden birisi olma sorununun ötesindedir. Çin, ABD gibi bir süper güç olma potansiyeli taşımaktadır. İleri teknoloji, ekonominin bütününü saran temel etkileri olmasının yanı sıra, askeri alanda ve kritik önem taşıyan istihbarat alanında hayati sonuçlara gebe olduğu için özel bir önem taşıyor. ABD’nin çip üreten şirketlere Çin konusunda yasaklamalar getirmesinden, Huawei ve ZTE gibi şirketlerin ürünlerini engelleme çabasına kadar birçok adım bu hassas alanlarda Çin’in mevzi kazanmasını önleme çabasını yansıtmaktadır.
İkinci gelişme ise, Çin’in dışa dönük hummalı yatırımlarla, çoğunluğu azgelişmiş ülkeler olmak üzere, ama kesinlikle bunlarla sınırlı olmayan, birçok ülkeyi kendine bağlamaya başlamasıdır. Oluşan yeni bağımlılık ilişkileri ABD’nin küresel hegemonyası için ciddi riskler oluşturmaya başlamıştır. Sembolik bir nitelik kazandığı için burada özellikle zikredeceğimiz Kuşak ve Yol Girişimi, Asya kıtasıyla Akdeniz havzası ve Avrupa’yı kucaklayan bir perspektifle, bu geniş coğrafyada Çin kapitalizminin emperyal yayılma özlemlerinin hayata geçirilmesi anlamına geliyor. Ama bundan çok daha önce başlamış olan Afrika’ya açılım süreci ve Latin Amerika’da artan yatırımlar, Çin’in küresel ölçekte ciddi mevziler kazanmaya başladığını gösteriyor. Güney Asya deniz ticaret yollarının önemli bir kavşak noktası olan Sri Lanka’nın ikinci büyük limanı Hambantota’nın ödenemeyen borçlar nedeniyle anlaşma gereği Çin’in mülkiyetine geçmesi dikkat çekicidir. Akdeniz’deki ticaretin kilit noktalarından birisi olan Yunanistan’da Pire limanının Çin tarafından satın alınmış olması keza öyle. Tacikistan ile uzun yıllara yayılan sınır anlaşmazlığının Çin’in buraya yaptığı yatırımlar sayesinde Çin’e binlerce kilometrekarelik alanın verilmesiyle çözümlenmesi ilginç bir başka örnektir. Bir örnek de Afrika’dan vermek gerekirse, hâlihazırda ABD üssü bulunan Cibuti’de Çin’in de borçlar karşılığında askeri üs imtiyazı elde etmesidir.
Büyük bir cari fazlası olan Çin’in, Batılı sermayenin özellikle son onyıllara özgü kısa vadeli kolay kazanç ve vurgun yaklaşımının uzağında bir tutumu yansıtan yaklaşımının çok daha “esnek” olduğu aşikâr. Hem kendi avenelerini beslemeyi isteyen hem de kendi egemenlikleri için tehdit potansiyeli taşıyan yoksulluk, işsizlik ve kalkınma problemlerini yumuşatmayı arzulayan bu ülkelerin egemen sınıfları, hiç şüphesiz dış yatırım açlığı içindeler. Dünya Bankası ya da IMF gibi katı koşullar dayatmayan Çin’in yaklaşımı bu noktada bir tercih sebebi olabiliyor. Bu sayede Çin bu ülkelerde önemli imtiyazlar, mevziler elde ediyor. Ve elbette bu da Batılı emperyalist güçleri fena halde rahatsız ediyor. Resmi Çin verilerine göre, ilan edildiği 2013’ten bu yana, İtalya gibi G7 ülkeleri de dâhil 140 ülke ve bölge ile 31 uluslararası kuruluş Çin’le bu kapsamda işbirliği anlaşmaları imzalamış. Çin’in bugüne kadar bu ülke ve bölgelere doğrudan yatırımının toplamı 136 milyar dolara ulaşmış.
Savaş dinamiğini harlıyorlar
Özetle bu tablo ABD emperyalizmi için yeni ve kapsamlı bir hamle başlatmanın artık kaçınılmaz olduğu anlamına gelmektedir. Ancak tüm gücüne rağmen mevcut dünya şartlarında ABD emperyalizminin bunu tek başına yapabilmesine imkân olmadığı için, Trump’ın aksine Biden Avrupa’yı yanına alarak bir cephe oluşturmaya yönelmiş bulunuyor. Uluslararası kurumlardan çekilme ve salt ABD sermaye sınıfının belli kesimlerinin çıkarlarını kıskançlıkla öne çıkarma eğiliminde olan Trump’ın tek tabanca hareket etme tarzı elbette Avrupalı emperyalist güçler açısından kabul edilebilir nitelikte değildi. Nitekim AB ile birçok sürtüşme ve gerilim yaşandı bu süreçte. İşte Biden’ın “ABD geri geldi” söylemi altında ABD’nin artık uluslararası kurumlardaki “sorumluluklarına” ve diğer Batılı emperyalist güçlerle uzlaşıcı yaklaşımlara dönme sinyali veren yaklaşımı, asıl olarak Çin’e karşı Batılı emperyalist seferberlik için bir zemin oluşturma çabasını yansıtıyordu.
Biden’ın oluşturduğu Çin karşıtı perspektif hayli kapsamlı. Senato’dan Haziran ayında geçirilen Stratejik Rekabet Yasası, Çin karşıtı kapsamlı politikayı, yönetimlerin tercihleri düzleminden öteye taşıyarak yasa haline getiriyor. Yani Biden gitse de sonra gelecek başkanlar bu yasanın emredici hükmü altında, onun gereklerini yerine getirmek ve Kongreye hesap vermekle yükümlü kılınıyorlar. Bu yasa ve onunla bütünlük arz eden Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde çizilen Çin perspektifi, özetle Çin’in yükselişini kırmayı, onun bir süper güç düzeyine çıkmasını engellemeyi hedefliyor. İşte bu program, Haziran ayında Avrupa’da yapılan NATO zirvesi ve G7 toplantılarında diğer Batılı emperyalist güçlere de benimsetilerek uluslararası mutabakat düzeyine yükseltildi. Esasen bu toplantılar neredeyse tümüyle “Çin sorunu” etrafında örgütlendi. NATO Liderler Zirvesinin sonuç bildirgesinde Çin “kurallara dayalı uluslararası düzene sistemik meydan okumalar yöneltmekle” suçlandı. Bu diplomatik cümlenin anlamı Çin’in tüm dünya için bir tehdit olduğudur. Nitekim mesajı doğru algılayan Çin, derhal sert tepki göstererek “Biz kimseye «sistemik bir meydan okumada» bulunmayacağız, ama biri bize sistemik meydan okumada bulunmak isterse de kayıtsız kalmayacağız” dedi. Açıklamada, NATO bildirisinin “Çin’in barışçıl kalkınmaya bağlılığı” hakkında iftira attığı ve “Soğuk Savaş zihniyetine dönüşe işaret ettiği” belirtildi. Çin’in artık daha fazla dişini göstermeye başladığının son ve önemli bir tezahürü, Şi’nin ÇKP’nin 100. kuruluş yıldönümünde yaptığı uzun konuşmadaki belirgin vurgularıydı. “Kimsenin Çin’e kabadayılık taslamasına, onu ezmesine, boyun eğdirmesine izin vermeyeceklerini”, “tepeden bakılarak vaaz verilmesini kabul etmeyeceklerini” söyleyen Şi, “buna cüret edeceklerin, kafalarını 1,4 milyardan fazla insanın şekil verdiği Çelikten Çin Seddi’ne toslayıp kıracaklarını” ilan etti.
NATO zirvesi öncesi yapılan G7 zirvesinde ise Çin’in Kuşak ve Yol Girişimine karşı alternatif olarak “Daha İyi Bir Dünya İnşa Et” adlı (B3W: Build Back Better World) girişim ilan edildi. Biden ABD’de yürürlüğe koymaya çalıştığı bir tür Keynesçi altyapı yatırımları programını, şimdi bu hamleyle küresel bir Keynesçi altyapı programları paketi düzeyine de yükseltmiş oldu. En azından şimdilik kâğıt üzerinde… Zira bunun ne ölçüde hayata geçeceği belirsizdir. Az ve orta gelişmişlikteki ülkelerde 40 trilyon dolarlık bir altyapı yatırımı açığı olduğunu tespit eden ve bu hacme ulaşan bir seferberlik başlatılacağı ilan edilen programdan neler çıkacağını önümüzdeki yıllarda göreceğiz.
ABD emperyalizminin ortaya koyduğu genel stratejinin ne denli çok yönlü olduğunu vurgulamak için şu bilgiyi aktaralım: ABD, Çin’in medya ve iletişim üzerindeki etkisini azaltmak için Küresel Angajman Merkezini kurmuş bulunuyor. Bunun yanı sıra ayrıca Çin Etkisini Kırma Fonu oluşturarak buna her yıl 300 milyon dolar ayrılması planlanıyor.
Tüm bunların küresel ölçekte emperyalist çekişme ve savaş dinamiğini daha fazla harlamak anlamına geldiği açıktır. Çin Dışişleri Bakanının Alaska toplantısının ardından iki hafta süren Ortadoğu turunda bölge ülkeleriyle imzaladığı yeni anlaşmaların (bunlar arasında özellikle önemli olarak, ABD’nin tescilli hedefi konumundaki İran’la 25 yıllık petrol garantisi anlaşması ile 400 milyar dolarlık destek anlaşması) ABD için pek hayırlı olmadığı açıktır. Dahası bir süredir Çin’le yakınlaşma ve işbirliği eğilimleri gösteren Suudi Arabistan bile Çin’e elli yıllık petrol garantisi veren bir anlaşma imzaladı. Çin’in Suudi Arabistan’da çevre dostu enerji ve havacılık teknolojileri yatırımları bulunuyor. Bölgeye ilişkin olarak bunlarla sınırlı kalmayan Çin, ABD’ye İran’la görüşmelerinde, İsrail’e de Filistin sorununda arabuluculuk teklifleri götürdü. Böylece Çin daha önce hiç yapmadığı bir şeyi yaparak bölge sorunlarında hakem ve arabulucu rolüne soyunma niyetinde olduğunu göstermiş oluyor. Bu hamlelerin Çin’i Asya-Pasifik’te sıkıştırıp kuşatmaya çalışan ABD’ye Ortadoğu’dan diş gösterme niyetini yansıttığı görülüyor.
Emperyalist kutuplaşmadaki bu yeni aşamayı başlatan plan, program ve girişimlerin dünya üzerindeki somut yansımalarını önümüzdeki dönemde daha fazla göreceğiz. Bu yansımaların toplamda emperyalist savaş dinamiklerini daha da harlayacağını görmek için de kâhin olmaya gerek yok. Lenin’in dediği gibi emperyalistler arasında yeni güç dağılımı oluştuğunda denge ancak zor yoluyla kurulabilir. Altyapı yatırımları yapılacağı söylenen ülke ve bölgeler aynı zamanda askeri üs ve yığınak bölgeleri haline getirilmeye çalışılacaktır. Her anlamda yayılmak ve hâkimiyet kurmak emperyalizmin doğasında bulunuyor. Ancak kapitalist sistem tüm bu hegemonya mücadelesi ve dünyayı yeniden paylaşma sürecini sistemin tarihsel krizi içinde yaşıyor. Bu durum savaş ve diğer kapitalist illetlerin yanında, sınıf mücadeleleri, isyanlar, direnişler ve devrim dinamiklerini de mayalandırıyor. Dolayısıyla harlanan sadece savaş dinamikleri değil aynı zamanda isyan dinamikleridir de.
[1] Özellikle ABD-Çin arasındaki ticaret savaşlarıyla ilgili daha detaylı bir okuma için bkz: Utku Kızılok, Kapitalizmin Tarihsel Çıkmazında Ticaret Savaşları (Ağustos 2018) ve Utku Kızılok, Ticaret Savaşında Son Durum (Aralık 2018)
[2] Bkz. Levent Toprak, Emperyalizm Batılı Güçlerden mi İbaret?, Mart 2019, marksist.com
[3] Elif Çağlı, Küreselleşme, Tarih Bilinci Yay., s.105-6
[4] Lenin, Emperyalizm, Sol Yay., 2009, s.134
[5] Bkz. Elif Çağlı, Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye, Temmuz 2009, marksist.com
[6] Troçki, Lenin’den Sonra 3. Enternasyonal, Tarih Bilinci Yayınları, s.22-23
[7] Elif Çağlı, age, s.83
link: Levent Toprak, Emperyalist Kapışma ve Çin, 10 Ağustos 2021, https://marksist.net/node/7443
Uyuşturucunun Panzehiri Örgütlü Mücadeledir!
1 Eylül ve Barış Sorunu