

PKK’nin 5-7 Mayısta gerçekleştirdiğini duyurduğu kongrenin ardından açıkladığı örgütü feshetme ve silah bırakma kararı, Devlet Bahçeli’nin Ekim ayındaki tokalaşma adımıyla ortaya çıkan ve Öcalan’ın çağrısıyla ilerleyen “süreç”te artık yeni bir aşamaya geçildiğini gösteriyor. Bununla birlikte, Kürt siyasi hareketinin attığı adımların aksine devlet tarafından görünürde hiçbir somut adım atılmadığı gibi, belirsizlikler de halen devam ediyor. Gelinen aşamada netleşen ve belirsizliğini koruyan hususlara geçmeden önce, bunların da zeminini döşeyen temel olgulara yönelik temel saptamalarımızı[1] kısaca özetleyelim:
Öncelikle bu siyasi gelişmeler, birbirine eklemlenen halkalar şeklinde yürüyen Üçüncü Dünya Savaşı koşullarında yaşanmaktadır ve bu savaşın günümüzde yoğunlaştığı coğrafya Ortadoğu’dur. Bu, günümüzde yaşanan çok boyutlu siyasi gelişmeleri doğru değerlendirmek için her an akılda tutulması gereken esas belirleyici noktadır. ABD’nin Ortadoğu’yu yeniden dizayn etmek üzere milenyum dönemecinde tasarladığı BOP projesi, İsrail’in 2023 Ekiminde Hamas saldırısını bahane ederek alevlendirdiği savaşla ve ABD-İsrail destekli HTŞ güçlerinin 2024 Aralığında Esad rejimini devirmesiyle hızlandırılmış bir şekilde ikinci evresine geçmiştir.
Üçüncü Dünya Savaşının Ortadoğu’daki gidişatını belirleyecek ve haritaları yeniden çizecek bu evre, Türkiye’yi de doğrudan ilgilendirmektedir. ABD-İsrail’inOrtadoğu projesinin bir sonraki adımı olarak İran hedefe konmuş durumdadır. Bu noktada Arap devletlerinin yanı sıra Türkiye’ye ve Kürtlere de rol biçilmektedir. Bu bağlamda ABD ilk elden TC’ye Suriye Kürdistanı’nın yani Rojava’nın siyasi statüsünün kabulünü ve içeride de Kürtlerin kabul edeceği birtakım adımları dayatırken, Erdoğan’ın bölgeye yönelik emperyal arzularını da gemlemek istemektedir. Dolayısıyla Erdoğan’ın “Terörsüz Türkiye”, Kürt hareketinin ise “Barış ve Demokratikleşme Süreci” olarak adlandırdığı bu süreci, rejimin “Kürt sorununu çözme” saikiyle kendiliğinden başlatmadığının altını çizmemiz gerekiyor. Bu noktada belirleyici olan, ABD’nin Ortadoğu planları ve bu planlarda Kürtlere ve Türkiye’ye biçilen rollerdir. Sıkışmış durumda olan TC, bu plan çerçevesinde hareket etmeye zorlanmaktadır.
Sürecin henüz başlarında, Bahçeli’nin Türkiye’nin bu hamleyi yapmadığı takdirde toprak kaybedeceği yönündeki açıklaması, karşı karşıya kalınan durumun özeti niteliğindedir. Devlet çekirdeği, toprak kaybetmemek için kendi Kürtlerini yatıştırmak, bunun için de onlara bir şeyler vermek zorunda olduğunun farkındadır, ancak mümkün olan en az tavizle bu tehditten kurtulmanın derdindedir. Bu süreçte Erdoğan ile Bahçeli’nin temsil ettiği devlet kanatları arasındaki ayrışma da giderek daha net şekilde ortaya çıkmıştır. Bahçeli’nin “devlet aklıyla” yönlendirmeye çalıştığı bu projeye Erdoğan en başından itibaren “kendi bekası” için riskler barındırdığını düşündüğü için tereddütlü ve temkinli yaklaşmış, hatta taş koymuş, süreç iyice olgunlaşmadan açıktan destek vermekten geri durmuştur. Ardından süreci sahiplenirmiş gibi bir görüntü sunmaya başlamışsa da atılması gereken siyasi ve hukuki adımlardan ısrarla kaçınmaya ve gerçekte işi yokuşa sürmeye devam etmektedir. Erdoğan Suriye’ye yönelik emperyal planlarından vazgeçmemekte diretirken, bu süreci kendi siyasi ve hukuki akıbetini garanti altına alma arzusuyla kendi çıkarları temelinde değerlendirmeye çalışmaktan da geri durmamıştır. Bu noktada, Türkiye’deki faşist rejimin, AKP, MHP ve Ergenekoncular tarafından oluşturulan bir blok temelinde şekillendiğini unutmamak gerekir. Elif Çağlı’nın vurguladığı gibi, büyük kriz durumlarında bloklar çatırdamaya elverişlidir ve nitekim gelinen noktada bu blokun içindeki çatlaklar daha fazla gün yüzüne çıkmaktadır. Erdoğan kendi çıkarları için hareket eden bir güç haline gelmişken, devlet gücü olarak davranan Bahçeli Amerikancı kanadı temsil etmektedir. Bu kanat esasen ABD’nin istemleri doğrultusunda bir planı hayata geçirip Kürtlere mümkün olan en az hakkı vererek sorunu halletmek istemektedir.[2]
ABD açısından birincil önemde olan, Rojava’daki Kürt oluşumunun siyasi statüye kavuşmasıdır. Öyle görünmektedir ki TC, varılan mutabakat doğrultusunda, PKK’nin Türkiye sınırları içinde savaşı sonlandırması karşılığında Rojava’nın siyasi bir statüye kavuşmasını kabullenmek zorunda kalmıştır. Öcalan’ın 27 Şubat çağrısında bağımsız devlet, federasyon, idari özerklik gibi siyasi statülerin yanı sıra, “kültüralist açılımları” savunmayı bile dışlayarak bunları “aşırı milliyetçilik” olarak nitelediğini, sadece Kürtlerin legal alanda siyasi faaliyetlerinin sınırlanmamasını talep ettiğini biliyoruz. TC buna dayanarak PYD’ye de silah bırakmasını ve hiçbir siyasi statü talep etmeden legal alanda siyaset yürütmesini dayatmaya çalıştı, HTŞ yönetimine de bu doğrultuda basınç bindirdi. Hatta SDG ile Şara arasında Mart ayında varılan mutabakatta herhangi bir statü talebine yer verilmemesi Kürtlerin bu dayatmayı kabul ettikleri şeklinde yorumlandı. Fakat Nisan sonunda toplanan Rojava Kürt Birliği Konferansında, çok açık biçimde “demokratik, laik ve çokuluslu federatif bir Suriye talebi” dile getirildi. Kürt bölgelerinin federal bir Suriye çerçevesinde entegre bir siyasi-idari birim içinde birleşmesi, Kürtlerin ulusal varlığının tanınması ve Kürtçenin Arapça ile birlikte resmi dil olarak kabul edilmesi de dahil olmak üzere siyasi, kültürel, idari ve anayasal haklarının garanti altına alınması çağrısında bulunuldu.
Şara’nın bu çağrı karşısında, federatif bir Suriye’ye izin verilmeyeceği çıkışını yaptığını biliyoruz. Onun bu tutumunda TC’nin doğrudan rol oynadığı açıktır. Fakat ilk sivri çıkışların ardından bu tepkilerin sönümlenmeye başladığı da görülmektedir. Bunda elbette ABD ve AB’den gelen destek açıklamaları ve aba altından gösterilen sopalar etkili olmuştur. Erdoğan “PYD de silah bırakmalı” söylemlerini sürdürse de atı alanın Kobane’yi geçtiği aşikârdır! Suriye’den asker çekeceği söylenen ABD, aksine bugünlerde Kobane’ye ve petrol bölgesi Rumeylan gibi stratejik noktalara ağır silahlar ve Abrams tanklarını yığmaya başlamıştır. ABD ordusu ile SDG Suriye’de bugüne kadarki en büyük askeri tatbikatları gerçekleştirirken bu silahların da kullanılması, Rojava’nın TC’ye ve kuklalarına kolayına yem edilmeyeceği mesajı anlamına gelmektedir. Şara’nın Arap turuna çıkan Trump’la görüşmek için kırk takla atması ve nihayetinde görüşmesinden, onun da yaptırımların kalkması karşılığında daha fazla diretmeme sözü verdiği anlaşılmaktadır.
Yaşanan sürecin Rojava ayağının ABD, İngiltere, İsrail, Fransa ve Almanya’nın doğrudan müdahil oluşları sayesinde planlanan şekilde ilerlemesi, bu sahada belirsizlikleri önemli ölçüde azaltmıştır. Elbette bu, sürecin çatışmasız bir şekilde tamamlanacağı anlamına gelmemektedir, zira Erdoğan hâlâ çomak sokmaya çalışmaktadır.
Rejimin Artan Saldırıları ve Belirsizlikler
Öncelikle belirtmek gerekir ki, “süreç”in şeffaf bir şekilde yürütülmemesi ve kapalı kapılar ardında yürütülen görüşmeler, pek çok noktada spekülatif yorumların doğmasına sebep olmaktadır. Kürt hareketinin attığı somut adımlara karşılık TC tarafından henüz kamuoyuna yansıyan somut bir adım olmamıştır. Bu da sürece dair kafalarda oluşan belirsizliğin temel kaynağıdır. Bir diğer önemli husus da iktidardaki faşist blokun, Kürt halkının hiç değilse en temel demokratik haklarını teslim etmekte bile niyetsiz oluşudur.
Sadece yapılmayanlar değil, beyanlar da böylesi bir niyetin söz konusu olmadığını alenen göstermektedir. Atılacağı söylenen adımlar, Öcalan’ın koşullarının iyileştirilip umut hakkının tanınması, kayyum uygulamasına son verilmesi, Kürt illerinde görevden alınan belediye başkanlarının göreve iade edilmesi, hasta tutsakların serbest bırakılmasının ötesine geçmemektedir. Üstelik bunlar bile resmi olarak dile getirilmemekte, hatta “pazarlık yok” denerek çoğu inkâr edilmektedir. 18 Mayısta Devlet Bahçeli’nin yedi maddede çerçevesini çizerek Meclisteki tüm partilerin katılımıyla kurulması çağrısında bulunduğu “Milli Birlik ve Dayanışma Komisyonu” önerisi dahi AKP sözcüleri tarafından reddedilmiş, bu tür adımların ancak PKK’nin silahları teslim edip kendini tasfiyesinin kesinleşmesinden sonra atılabileceği açıklanmıştır.
Baştan bu yana bu süreci kendi iktidarını garanti altına almaya endeksli bir projeye çevirmeyi hedefleyen Erdoğan, belli ki şantajdan, dayatmadan ve hesaplarıyla örtüşmediği takdirde yan çizmekten de geri durmayacaktır. Öcalan ve DEM’in barış ve demokratikleşme beklentisine rağmen, rejimin Kürt halkının temel siyasi taleplerini (anayasal vatandaşlık, özyönetim, anadilde eğitim vd.) yerine getireceğine ve bunları anayasal-yasal güvence altına alacağına dair hiçbir somut belirti bulunmamaktadır. Açıkça ifade etmek gerekir ki, sürecin “demokratikleşme” ile bir ilgisi yoktur. Hazırlık çalışmasının yürütüldüğü söylenen “yeni anayasa”dan Erdoğan’ın muradı çok açıktır ki yeniden seçilebilmesi ve rejimin açık ya da örtülü bir şekilde devam edebilmesidir. Erdoğan kesimi, yeni anayasa hazırlıklarında, bu amaç için gerekli hokkabazlıklara odaklanacaktır.
CHP’nin “ulusalcı kanadı”nı da içeren şoven muhalefet güçleri de Kürtlerle yürütülen süreci baltalamak için işbaşındadır. Bunların PKK’ye mutlak bir boyun eğmenin ve tek taraflı teslimiyetin dayatılmasından öte bir politikaları yoktur. “PKK’nin kendisini feshetmesi yetmez, KCK ve YPG de feshetsin” diyerek yolu yokuşa süren, şehitlerin kanlarının yerde kalmasından, şehit ailelerinin feryadından dem vuran bu burjuva muhalefet kesimleri alenen “bu sorun çözülmeden devam etsin” pozisyonundadırlar. Şimdilerde bu şoven pozisyonu, “PKK’nin Lozan’ın ve 1924 Anayasasının öncesine dönmek isteyerek Cumhuriyeti hedef aldığı” yönündeki gerçekdışı ve provokatif argümanla güçlendirmeye çalışmaktadırlar. Oysa bu doğrultuda atıf yapılan PKK kongre bildirisindeki ifade sadece, Türk devletinin imha ve inkâr siyasetini kuruluşundan itibaren sürdürdüğünü ve Kürt özgürlük hareketinin de buna karşı ortaya çıktığını dile getirmektedir. İYİP, Zafer Partisi, Cumhuriyet ve Sözcü gazeteleri, Muharrem İnce, Mansur Yavaş gibi şovenler ve faşistler, bu ifadeyi bahane ederek bir şoven histeri dalgası yaratmak isteyenlerin başını çekmektedirler. Ne yazık ki sosyal-şoven devlet sosyalistleri de bu ateşe odun atmakta birbiriyle yarışmaktadır.
Türkiye’de faşist bir rejim vardır ve rejimin efendilerinin demokratikleşme gibi bir dertleri de hedefleri de yoktur, olamaz da. Öcalan’ın koşullarının iyileştirilmesi, kayyum atamalarına son verilmesi, bazı siyasi mahkûmların serbest bırakılması gibi istemlerin karşılanması, demokratikleşme değil, olsa olsa kimi faşist uygulamaların sona ermesi anlamına gelir. Demokratikleşmenin bu tür sınırlı istemlere indirgenemeyeceği ve Kürtlere kırıntı kabilinden bazı haklar tanınmasıyla sınırlı bir şey olmadığı da unutulmamalıdır. Demokratikleşmenin mevcut iktidar tarafından yapılacak yasal düzenlemelerle sağlanabileceğini düşünmek ham hayaldir. Kimileri Kürt sorunu bağlamında demokratikleşme yönünde beklentiler yaratırken, Erdoğan muhalefetin karşısına tam da bugünlerde “torbalar” dolusu anti-demokratik yasayla çıkmakta, saldırı furyası dört bir koldan devam ettirilmektedir.
İktidarını korumak için daha da artan dozda bir zorbalığa başvurmak dışında bir seçeneği olmayan Erdoğan, toplumsal muhalefetin sesini kısmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Sadece 19 Marttan bu yana protestolar, boykotlar ve sosyal medya paylaşımları nedeniyle 3000’i aşkın gözaltı ve 500’e yakın tutuklama yapılmıştır. Erdoğan her konuşmasında zehirli bir dille CHP’yi ve sokak muhalefetini hedef almaktadır. Sokak röportajlarını bile “sokaklarda terör estiriliyor” diyerek yasaklamaya girişirken, İmamoğlu’nu ve CHP’yi saf dışı bırakmak için hamle üstüne hamle yapmakta, İBB’ye yönelik operasyon dalga dalga sürdürülmektedir. Yeni yargı paketiyle katiller, mafya elemanları, uyuşturucu suçluları, tecavüzcüler vb. serbest bırakılırken ve pek çok suçun cezasında indirime gidilirken, siyasal eylem ve düşünce açıklamalarının “suç işlemek amacıyla örgüt kurma, bu örgüte üye olma” suçu sayılarak cezasının arttırılması da bu hamlelerden biridir. Erdoğan’ın son açıklamalarından da görüldüğü gibi İmamoğlu ve ekibinin bu suçlamayla yargılanıp siyaseten tasfiye edilmesi planlanmaktadır.
Kürt halkı yerel yönetimlerde özerklik beklentisi içindeyken, Erdoğan “kayyumların yeniden istisna hale getirileceği”nden dem vurduğu konuşmasında, “yeni bir belediye yönetimi statüsüne ihtiyaç var” diyerek, çeşitli belediye hizmetlerinin valiliklerin ve il özel idarelerinin koordine ettiği “il kalkınma kurulu” adındaki bir kurula devredilmesinin planlandığını ifşa etmiştir. Tüm yatırım, harcama ve projelerin yetki ve kontrolünü bu rejim aparatının elinde toplayarak muhalefet belediyelerini gelirsiz, belediye başkanlarını işlevsiz bırakmak amaçlanmaktadır. Geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir yönetmelikle, vergi ve SGK borcu olan belediyelerin yurtdışından kredi temin etmelerinin yasaklanması da bu boğazlama planının parçasıdır. Bu saldırı dalgasından işçi sınıfına doğrudan çıkan bonussa, hizmetlerin aksamaması bahanesiyle belediye işçilerine grev yasağı getirilmesinin planlanmasıdır.
Erdoğan tüm gücü elinde tuttuğu ve asla bırakmayacağı görüntüsü verse de aslında faşist blok içindeki çatlaklar da derinleşmekte ve rejim güç kaybetmektedir. Erdoğan kanadıyla Bahçeli’nin temsil ettiği kanadın “sürece” dair farklı pozisyonlarda olmasının yanı sıra, asker-sivil bürokrasinin ve hatta AKP kadrolarının arasında da çatlak seslerin arttığı görülüyor. Bir süre önce yaşanan “kılıç merasimi” hadisesinin yanı sıra ordunun general düzeyindeki kademelerinden gelen itiraz ve istifalar, askeri bürokrasi içinde de bir ayrışma yaşandığını gösteriyor. Nitekim Erdoğan, ordudan gelecek tehditleri bertaraf etmek üzere kendisini sınırsız yetkiyle donatan bir yasal düzenleme peşindedir. Bu düzenlemeyle, düşük rütbeli subayları disiplin suçları gerekçesiyle ordudan ihraç etme, ordu kurmayının hiyerarşik yapılanmasını belirlemek üzere terfi ve emekliye ayırma yetkisine sahip olmaya çalışmaktadır. Ancak gelen tepkiler üzerine “ihraç yetkisi” konusunda şimdilik geri adım atmak zorunda kalmıştır.
Bürokrasinin yanı sıra burjuvazi içinde de bir hareketlenme görülmektedir ki, bunun en önemli belirtisi TÜSİAD’ın Şubat ayındaki çıkışıdır. 19 Marttan itibaren CHP’nin eskisine nazaran daha farklı bir muhalefet hattına geçmesi de bununla doğrudan bağlantılıdır. Öte yandan, Erdoğan’ın kendi yanındaki bazı sermaye gruplarına CHP’ye yanaştıklarından haberdar olduğunu söyleyerek tehditlerde bulunduğu da dillendirilmektedir.
Tüm bunlar Erdoğan’ın zayıflayan bir pozisyonda olduğunu gösteriyor. Fakat sürecin nasıl gelişeceği sadece içerideki gelişmelere değil, daha da güçlü bir şekilde dış gelişmelere bağlı kalmaya devam etmektedir. ABD emperyalizmi Ortadoğu planlarını hızlandırılmış bir şekilde hayata geçirirken, bölgedeki gelişmeler Türkiye’deki dengeleri de her an değiştirebilecek niteliktedir. Erdoğan’sa iktidarı kolayına terk etmemek için elinden geleni yapmaktadır, yapacaktır. Rejimin geleceğine dair olasılıklar üzerine akıl yürütülürken bu tür çok çeşitli faktörler, çatışmalar ve belirsizlikler akılda tutulmalıdır. Ancak bu noktada sınıf perspektifi asla kaybedilmemelidir. Aksi takdirde, iç ve dış burjuva güçlerden medet umup liberal, parlamentarist hayallere kapılmak işten değildir. Bu doğrultuda yaratılan yanılsamalar, rejime muhalif olan ve onun son bulması için sokağa çıkan milyonlarca emekçiyi ve siyasi bir uyanış yaşayan gençleri pasifize ve paralize etmekten öte bir amaca hizmet etmemektedir. CHP’nin erken seçimi dayatmak biçiminde sandığa endekslediği mücadele, bağımsız bir halk hareketi dinamiğinin gelişimini de engellemektedir. CHP sınırlarını, zamanlamasını, kitleselliğini ve radikalliğini kendisinin belirlediği bir hareketlilik istemektedir; hareketin kendi kontrolü dışına çıkmasından diğer tüm burjuva güçler gibi o da korkmaktadır. Tam da bu yüzden, 19 Martta yükselen halk hareketinin gazı, rutine dönüşen periyodik mitinglere ve imza kampanyasına kanalize edilerek alınmıştır.
Sürekli vurguladığımız gibi, işçi sınıfının yakıcı olarak ihtiyaç duyduğu demokratik hak ve özgürlükler ne devlet içindeki farklı kliklerin kapışmasından ne de burjuva güçlerden beklenebilir. Erdoğan’ın gitmesiyle her şeyin güllük gülistanlık olacağı yanılsamasına da asla prim verilmemelidir. Tek başına Erdoğan’dan kurtulmak otomatik olarak olağanüstü rejimlerden, baskılardan vb. kurtulmak, demokratik bir işleyişe kavuşmak anlamına gelmiyor. Günümüz dünyası, demokrasi ve barış rüzgârlarının değil, savaş ve faşizm rüzgârlarının güçlendiği bir dünyadır. Böyle bir dünyada, yükselen bir emek hareketinin yarattığı basınç olmaksızın hangi demokratikleşmeden söz edilebilir? Mevcut koşullarda eski Türk tipi parlamenter sisteme dönüş söz konusu olsa bile, tepeden yürütülen bu sürecin geçmiştekinden de güdük bir parlamenter sistem doğuracağını tahmin etmek zor değildir. Unutulmamalı ki, demokratik hak ve özgürlüklerin kazanılması seçimle değil, ancak başını işçi sınıfının çektiği anti-faşist demokratik halk mücadelesiyle mümkün olabilir.
[1] Bu konuda şu yazılara bakılabilir:
Elif Çağlı, Bu Pisliği Ancak Devrim Temizler, 20 Şubat 2025
Elif Çağlı, Ortadoğu’daki Gelişmeler Üzerine Notlar (1 Aralık 2024)
Marksist Tutum, Ortadoğu’daki Son Gelişmeler Neyi Anlatıyor?, 3 Aralık 2024
Levent Toprak, Yeni Açılım Tartışmaları ve Kürt Sorunu, 4 Kasım 2024

link: Marksist Tutum, Çelişkiler ve Belirsizliklerle Yüklü Bir “Süreç”, 28 Mayıs 2025, https://marksist.net/node/8521
Marksist Tutum Geçmişe ve Geleceğe Işık Tutuyor