Günümüzde yürürlükte olan yeni emperyalist kapışma ve savaş
sürecinin daha önceki dönemlere göre sergilediği farklılıklar Marksist Tutum sayfalarında uzun süredir çeşitli yönleriyle ele alınıyor. Bu farklılıklardan
birisi, savaşın kamplarının şekillenme sürecinin görece yavaş ilerlediği ve
bunun kendine özgü belirsizlikler yarattığı idi. Esasen SSCB’nin çöküşüyle
başlayan bu sürecin ilk evrelerinde, emperyalist kampın hegemon gücü ABD,
Avrupa kıtasını kendine sıçrama tahtası yaparak yükseliş arayışında olan
Almanya’yı ve kısmen de Japonya’yı kontrol altında tutmaya odaklanmıştı. O
dönem, burjuvalaşma sürecindeki egemen Rus bürokrasisi çöküş ve dağılma
sürecinin darbeleriyle boğuşur ve eskiden kendi toprağı olan birçok ülkenin kontrolünden
çıkışını izlemek zorunda kalırken, Çin bir dünya gücü olarak henüz ufukta bile
görünmüyordu denebilir. Ancak o günlerden bugüne köprünün altından çok sular
aktı ve geçen 30 yıllık sürede ABD karşısındaki asli kutup başı olarak Çin’in
billurlaşmasına tanık olundu.
Kapitalizmin tarihsel sistem krizinin şiddetlendiği 2020-2021
yıllarında bu billurlaşma sürecinin daha berrak göstergeleri ortaya çıktı.
Krizin derinliği hegemonya krizinin de şiddetlenmesini beraberinde getirdi.
Kimileri ABD’nin Çin’i açıkça hedef alan bir söylem tutturması ve bu doğrultuda
politikalar izlemesini, Trump’a özgü aşırılıklar gibi gördü. Ancak Biden
yönetiminin aynı çizgi üzerinde ilerlemesi, Çin konusunun yönetimler üstü bir
konu olduğunu açıkça gösterdi.
Biden’ın bu yılın başlarında koltuğa oturmasından iki ay
kadar sonra ABD ve Çin arasında Alaska’da yapılan ilk üst düzey görüşmelerde,
heyetlerin basına açık kısımda karşılıklı ağız dalaşına varan gerilimli hali,
her ne kadar kamuoylarına dönük teatral bir boyut taşıyorduysa da gerçekte son
yılların ve önümüzdeki dönemin ruhuna dair de ipuçları veriyordu. Bu ilk
doğrudan üst düzey görüşmelerden sonra Çin Dışişleri Bakanının Türkiye dâhil
geniş bir Ortadoğu turuna çıkması ve en çarpıcısı İran’la yapılan anlaşmalar
olmak üzere yeni girişimler başlatması, Çin-ABD kutuplaşmasının son dönemdeki
netleşme sürecine yeni bir tuğla ekliyordu. Elbette geçtiğimiz yıl Çin’e dönük
olarak arttırılan ticari kısıtlamalar ve özellikle Huawei (ve ZTE) gibi dev
komünikasyon şirketlerinin hedef tahtasına konması bu süreçte zaten mesafe
alındığını yeterince gösteriyordu. Ama Çin hem bu hamleyle hem de başka birçok
adımıyla bu kuşatma çabalarına karşı alttan almaktan vazgeçip çıkışlar yapmaya
başlamıştır. Son olarak Haziran ayında tümüyle Çin’i hedefe koyan kapsamlı
Stratejik Rekabet Yasasının ABD Senatosundan geçmesi ve Avrupa’da birbiri
ardına yapılan G7, NATO, ABD-AB ve ABD-Rusya zirvelerinden çıkan tablo, tam
anlamıyla bir dönüm noktasını işaretliyordu denebilir. Bu zirveler ABD’nin Çin
(ve daha düşük tonda Rusya) karşıtı yönelimini geniş bir cephe içinde
ilerletmeye hevesli olduğunu açıkça gösterdi. Çin’in devasa Kuşak ve Yol projesine karşı küresel ölçekte bir altyapı yatırımları seferberliği
alternatifinin (Daha İyi Bir Dünya İnşa Et) bile ilan edildiği bu toplantılar,
yeni kutuplaşmayı ete kemiğe büründürme yolunda şimdiye kadarki en kapsamlı
adımı temsil etmektedir.
Nitekim ABD ve Çin arasında “Yeni Soğuk Savaş”ın başladığına
dair söylemler bu zirve toplantıları fırtınasından sonra çok daha yaygın bir
hal aldı. Yükseltilen “Yeni Soğuk Savaş” söyleminin ne anlama geldiğine açıklık
getirmeden önce, taşıdığı yanıltıcı boyuta dair daha baştan bir netleştirme
gerekiyor. Hep anlattığımız gibi, dünya çoktandır yeni bir sıcak emperyalist
savaş sürecinin içinde. Bu savaş önceki dünya savaşlarıyla karşılaştırıldığında
“standart dışı” olsa da kendi iniş çıkışları ve temposu içinde bir dünya
savaşı. Zamana yayılan ve şimdilik büyük güçlerin birbirleriyle doğrudan
sıcak çatışma içinde olmadığı, bunun yerine kozlarını dünyanın farklı
bölgelerinde çeşitli türde “vekiller” kullanarak paylaştıkları atipik bir savaş
süreci. Bu öylesi bir süreç ki, dünyanın kapitalist-emperyalist merkezlerinde
toplumlar kendilerini bir savaş sürecinin kavurucu ateşleri içinde pek hissetmeseler
de yaşanan sıcak savaş süreçlerinde şimdiden milyonlarca insan hayatını
kaybetmiş, daha fazlası yurdundan olmuş, nicesi de yaşadığı toprakları terk
etmek için gün sayar hale gelmiş, göç yollarına gözünü dikmiştir.
Dolayısıyla ortada “Soğuk Savaş” denilerek geçiştirilebilecek
bir durum yoktur. Kızışan emperyalist rekabet ve hegemonya mücadelesi çoktan
yeni bir emperyalist dünya savaşı halini almıştır. Bu savaş, içinde
bulunduğumuz tarihsel dönemin özgün yönleri nedeniyle farklı türde işlemektedir.
Bu netleştirmeden sonra, esasen Çin’i hedef alan “Yeni Soğuk Savaş” söyleminin
ne ifade ettiğine gelebiliriz. Bu söylem Çin’e ve tüm dünyaya, Çin’in açıktan
bir savaş hedefi ve düşman olarak görüldüğünün ilanıdır. Bu yönüyle de amaç,
başta Batılı emekçi kitleler olmak üzere tüm dünya emekçi halklarının Çin’i
belirli bir prizmadan, düşmanlık hisleriyle dolu bir prizmadan görmesini
sağlamaktır. Kestirmeden söyleyecek olursak, Trump’la kademe yükseltilen Çin
karşıtı atmosfer, Biden’ın gelişinden itibaren yeni bir seviyeye taşınmıştır.
Çin’in emperyalist yükselişi
İşin aslı, birbiri ardına gelen ABD yönetimleri yıllar içinde
Çin konusunu nasıl ele alacaklarını bir türlü netleştirememişlerdi. Kâh
sertleşme kâh yumuşama şeklinde işleyen sürecin hâkim ruhunu, Çin’in bir
biçimde uzlaşmalar ve görüşmelerle kontrol altında tutulabileceği düşüncesi
oluşturuyordu. Kapsamlı ve hacimli karşılıklı ekonomik bağımlılığın da maddi
bir temel oluşturduğu bu ruh, Çin’in yükselişinin ulaştığı düzeyle birlikte
giderek aşınmaya başlamıştı ve Trump esasen bu aşınmanın bir dışavurumuydu.
Trump döneminde kızıştırılan ticaret savaşı sürecinde bile Çin genellikle
alttan alıyor, uzlaşma mesajları ve somut tavizler veriyordu.
[1] Şimdi Biden’la birlikte bu aşınma stratejik bir dönüm noktasına gelmiş
bulunuyor. Başka birçok konuda Trump’la tam bir zıtlık içinde olan Biden’ın,
Çin konusunda öz olarak onun çizgisini devam ettirmesi, hatta çok daha ileriye
taşıma alâmetleri vermesi başlı başına anlamlıdır. Daha önce Trump’ı Çin
konusunda “yumuşak” davranmakla eleştiren Biden’ın bunu basitçe seçimler için
yapmamış olduğu açıkça görülüyor.
Çin’in böylesi kapsamlı biçimde açıktan hedef tahtasına
konmasında bir “gecikme” olduğunu tespit etmek gerekiyor. Bu tespit konunun
çeşitli yönlerini anlamamız için işlevli bir başlangıç noktası oluşturacak
niteliktedir. Bu “gecikme” somutluğu ve güncelliği içinde kapitalizmin
çelişkileriyle alâkalıdır. Çok kaba bir özetle, kapitalist sistemin İkinci
Dünya Savaşını takiben yaşadığı canlı yükseliş 1970’lerde yerini tıkanma ve
tökezlemelere bıraktığında, sermayenin bulduğu çözüm kısaca neoliberalizmdi.
Bu, başta ileri kapitalist ülkeler işçi sınıfı olmak üzere, genelde dünya işçi
sınıfına, onun tüm bir 20. yüzyıl boyunca elde ettiği kazanımlara dönük bir
savaştı. Kâr oranlarının düşüşünü frenlemek, mümkünse gidişi tersine çevirmek
için işçi sınıfının direncinin kırılması, kazanımlarının elinden alınması,
maliyetlerin düşürülmesi gerekiyordu. Bu savaşın bir ayağı, üretimin kimi
kollarının, baskıcı rejimler altında itaate zorlanmış, ucuz ve tercihen
eğitimli işgücünün olduğu bölgelere kaydırılmasıydı. Çin bu eğilimin ete kemiğe
büründüğü başlıca ve kimi açılardan ideal adres oldu. Çin’in SSCB ile
ilişkilerinin karşıtlık haline gelmiş olması ve sonrasında 1970’li yıllarda
ABD’nin SSCB karşıtlığı zemininde Çin ile özel bir ilişkiye geçmesi elbette
bunda belirleyici olan önemli bir etmendi. ABD emperyalizmi uluslararası
plandaki sözde sosyalist cephenin bölünmesini kalıcılaştırmayı ve asıl tehlike
olarak gördüğü SSCB’yi kuşatmayı ön planda tutuyordu. O güne kadar Çin Halk
Cumhuriyeti’ni tanımayan, yıkılması için uğraşan ve uluslararası platformlarda
Çin olarak Tayvan’ı tanıyan ABD, tüm bu siyasetini değiştirmiş ve karşılıklı
uzlaşma içinde yeni bir rotaya girmişti.
Egemen Çin bürokrasisi de 1970’lerin sonlarında “piyasa
sosyalizmi” olarak anılacak olan dönüşümlere girişerek, özel mülkiyete ve özel
sermaye yatırımlarına yol vermeye başladı. Marksizme tümüyle aykırı biçimde
sosyalizm diye adlandırılan bürokratik despotizme dayalı kumanda ekonomisi
yavaşça terk ediliyor, kapitalizme geçiş başlatılıyordu. Bu gidişin maruz
kaldığı kimi eleştiriler karşısında, yeni rotanın öncülüğünü ve liderliğini
yapan o zamanki ÇKP lideri Deng Şiaoping’in şu sözleri tarihe geçmiştir: “Ha
siyah kedi, ha beyaz kedi; kedi fare yakalıyorsa iyi kedidir.” Tüm dünyada
kendilerini sosyalizm davasına adamış ve bu uğurda Çin’i lider bellemiş
sosyalistler hararetli tartışmalar içinde olanları anlamlandırmaya çalışırken,
Deng Şiaoping tam da bir mandarine yakışacak bürokratik kibri ile “bırakın bu
işleri” dercesine şu sözleri de ediyordu: “Zenginleşmek muhteşem.”
Bürokratik despotizme dayalı kumanda ekonomisinden devlet
kapitalizmine geçişte kilit bir unsur, başta ABD kökenli sermaye olmak üzere
emperyalist ülkelerin Çin’e gitgide artan oranlarda daha büyük ölçeklerde
yatırım yapmasıydı. Yaklaşık olarak 40 yıl içinde bu süreç daha önce hemen hiç
kimsenin öngörmediği bir noktaya geldi. Bu noktayı tarif eden birkaç veriyi
hatırlatmakta fayda var. Öncelikle Çin’in dünyanın ikinci büyük ekonomisi
konumuna geldiğini belirtmek gerekiyor. Ayrıca Çin 2010 yılından bu yana
dünyanın en büyük imalatçısı konumunda. Çeşitli veri ve hesaplamalar şu anda
dünya imalatının üçte birine yakınını Çin’in yapmakta olduğunu gösteriyor. Bu
alanda Çin kendisine en yakın ikinci ülke olan ABD’nin açık arayla önünde (10
puandan fazla) duruyor. Bu durum ayrıca Çin’i en büyük ihracatçı ülke de
yapıyor. Bu hızlı yükselişin doğal bir sonucu ve parçası olarak Çin çok hassas
nitelikteki ileri teknoloji alanında da tepeye oynar hale gelmiştir. Ar-Ge’de,
patent sayılarında, bilimsel-teknolojik yayınlarda vb. Çin en ön sıralara,
hatta bazılarında en ön sıraya yükselmiş durumda. Baskıcı, otoriter ve sıkı bir
devlet kapitalizminin hüküm sürdüğü Çin’de egemen sınıf küresel rekabette bu
yapının sağladığı avantajlardan yararlanıyor. Örgütsüz bir işçi sınıfı ve
Asyatik geçmişin ağır tarihsel mirası nedeniyle emekçi kitlelerin görece daha
kolay boyunduruk altında tutulduğu koşullar elbette egemenlere daha geniş bir
manevra alanı sağlıyor. Tüm bunlara paralel olarak, Çin burjuvazisi meta
ihracıyla sınırlı kalmayarak sermaye ihracına geçiyor, geniş bir coğrafyada,
kısa vadeli getiri hevesine fazla kapılmadan, uzun vadeli yatırımlar ve
borçlandırmayla nüfuz alanları oluşturmaya koyuluyor.
[2] Devasa bir yüzölçümüne, büyük yeraltı kaynaklarına ve dünyanın en büyük
nüfusuna sahip olmasını da eklediğimizde, Çin’in emperyalist rekabette diğer
güçlerde artan ölçüde ürküntü oluşturduğundan şüphe edilemez.
Tekrar pahasına somut maddeler halinde özetleyelim: 1) Başta
ABD olmak üzere Batı emperyalizmi SSCB ile karşıtlaşan Çin’e kucak açtı (bunda
dünya çapındaki sosyalist hareketi bölüp parçalayarak birbirine düşürme,
hareketi çıkmaz yollara sokma niyeti ve imkânı da rol oynuyordu), 2) Çin gibi
devasa bir ülkenin kapitalizme yönelmesi dünya kapitalizmi için büyük ve genel
bir kazanımdı, 3) Bu kapitalizme geçiş dünya kapitalizminin krizden çıkışında
muazzam olanaklar sundu (ucuz ve itaate zorlanmış bir işgücü sayesinde düşen maliyetler;
ucuz metalar sayesinde zengin ülkelerdeki emekçilerin alım güçlerinin ücret ve
haklarındaki kayıplar oranında düşmemesi, bunun sonucunda tepkinin zemininin
yumuşatılması vb.)
Doğrusu ABD liderliğindeki kapitalist dünya sistemi bu çok
önemli alanlarda başarılı oldu, Çin bürokrasisi sisteme büyük hizmetler sundu.
Elbette o da bunu kendi çıkarı için yaptı. Sonuç olarak her iki egemen sınıfın
da kazançlı çıktığı, ama her iki taraftaki emekçilerin büyük kayıplar
yaşadıkları bu süreçte gelinen nokta pek hesap edilmeyen bir nokta oldu. Deyim
yerindeyse Batılı emperyalist güçler, kapitalist temellerde devasa bir Çin
ejderhasına ebelik ederek kendilerine büyük bir rakip doğurmuş oldular. Batılı
emperyalist güçlerin bu noktayı yeterince öngörememesinde, yukarıda saydığımız
hayati faydaların yarattığı memnuniyet kadar, dış yatırım yapılan başka
ülkelere dair yaygın deneyimler temelinde taşıdıkları kibir ve rehavet de rol
oynamıştır. Kapitalizme geç açılan ve dış yatırımların büyük ölçekli olduğu
ülkelerde işleyen ekonomik, sosyal ve politik süreçler, genel olarak yatırımcı
büyük kapitalist sermaye güçlerinin nüfuzuyla sonuçlanmıştır. Çin için de böyle
beklentilerin olması temelsiz değildi. Böylesi temel süreçler, diğer
örneklerdeki olgun sonuçlara varamasa da, Çin’de de işlemiş, ama büyük oranda
kontrol altına alınıp bastırılmıştır. Egemen sınıf içinde farklılaşma ve
bölünmeler, hızla artan kentleşme ve işçileşme dinamikleri sonucunda hem
başlangıç düzeyinde olsa bile sınıf taleplerinin şekillenmesi ve bu temellerde
sınıf mücadelelerinin başlaması, hem de genişleyen görece yüksek gelirli bir
orta tabaka, oluşan yeni eşitsizlik ve ölçüsüzlükler nedeniyle genellikle
gençlikte yeşeren tepkiler vb., bunlar hep Çin’de de görüldü ve halen de
yaşanıyor.
Özel mülkiyet ve sermayeye dayanan kapitalist sürecin daha
cesur biçimde ilerletilmesini isteyen egemen sınıf kesimleriyle kontrollü
gidilmesini savunan ya da frene basılıp piyasa mekanizmalarının daha fazla
denetime alınmasını isteyenler arasında çekişmeler olduğu biliniyor. Geçtiğimiz
aylarda dünya çapında en tanınmış büyük Çin şirketleri arasında yer alan
Alibaba’nın patronu Jack Ma’nın açıktan yaptığı eleştiriler ve sonrasında üç ay
sırra kadem basması, sonunda da şirketlerine dönük yaptırımlarla aldığı darbe
bu tür çekişme ve anlaşmazlıkların varlığı konusunda fikir vermektedir. Yine
esasen gençliğin kitlesel tepkisinin ifadesi olan Tiananmen direnişi 1989 gibi
erken denebilecek bir tarihte patlak vermişti. Diğer taraftan pek fazla dışa
yansıtılmadığı için iyi bilinmiyor ama Çin’de grevler ve işçi mücadeleleri
yıllardır artış halinde. Ücretlerin genel seviyesinin artık eskiden olduğu
denli düşük olmamasında bu mücadelelerde de ifade bulan tepkinin rolü başattır.
Sözü uzatmadan şunu net olarak söyleyebiliriz ki, despotik bürokratik
rejimlerden kapitalizme geçişte ve bunu takip eden dönemde işleyen süreçlerin
temel görünüm ve sonuçları belli ölçülerde Çin’de de görülmüş, ancak egemen
sınıf içindeki baskın eğilim ağır baskı mekanizmalarıyla ipleri elden
kaçırmamayı başarmış, sürecin kontrollü götürülmesi amacına büyük oranda
ulaşmıştır.
Bunların yanı sıra Çin kapitalizmi, kaydettiği aşamaların
doğal sonucu olabilecek türde gövde gösterilerinden büyük oranda kaçınmış,
genelde sessiz ve sakin gitmiş, mümkün olduğunca dikkat çekmeden güç toplamaya,
açık ve doğrudan hedef haline gelmeden önce azami mevzi kazanmaya
odaklanmıştır. Elif Çağlı Çin egemen sınıfının bu tarzına 2005 yılında kaleme
aldığı
Küreselleşme
adlı çalışmasında dikkat çekmişti: “Dünya
hegemonyasına göz dikmeye namzet yeni odaklardan (…) Çin ise, asyatik
geleneklerin simgesi olan yüksek duvarların ardında sinsice gelecekteki
ataklara hazırlanıyor.”
[3] Çin devlet kapitalizmi bu tarzı son yıllara kadar başarıyla sürdürmüş, sonuçta
artık büyük emperyalist güçlerden birisi konumuna yükselerek, diğer geleneksel
güçlere meydan okur hale gelmiştir.
Aslında bu durum bir bakıma şaşırtıcıdır, zira çok değil
sadece 50 yıl önce genel olarak yoksulluk ve azgelişmişlik konumundaki bir
ülkenin tarihsel olarak böylesi kısa bir sürede o konumdan büyük emperyalist
güçler arasına yükselmesi ve dahası yeni tarihsel konjonktürde emperyalist
rekabetin ana kutbu haline gelmesi dikkate değerdir. Bunu dikkate değer kılan,
özellikle, bunun emperyalizmin dünyaya çoktan hâkim olduğu 20. yüzyıl içinde,
hatta onun son çeyreğinden itibaren gerçekleşmiş olmasıdır. Bu da Marksizmin
ustaları tarafından ortaya konmuş olan eşitsiz ve bileşik gelişme yasasının
gücünü göstermektedir. “Üçüncü dünyacı” bir perspektifle dünyaya bakan ve
tasavvurları esasen milliyetçilikle ve onun özel bir görünümü olarak ulusal
kalkınmacılıkla sınırlı ve çarpılmış olan küçük-burjuva sosyalizminin tutarlı
biçimde açıklayamayacağı bir durumdur bu. Oysa Lenin vaktiyle kapitalizmin
eşitsiz gelişiminden söz ederek belirli koşullar altında bazı yeni ülkelerin
emperyalizm düzeyine yükselebileceğine işaret etmişti:
“Çünkü, kapitalist düzen içinde, nüfuz bölgelerinin,
çıkarların, sömürgelerin paylaşılması konusunda, paylaşmaya katılanların
gücünden, bunların genel ekonomik, mali, askeri vb. gücünden başka bir esas
düşünülemez. Oysa paylaşmaya katılanların gücü aynı şekilde değişmemektedir,
çünkü kapitalist düzende farklı girişimlerin, tröstlerin, sanayilerin,
ülkelerin, eşit şekilde gelişecekleri düşünülemez. Almanya, yarım yüzyıl kadar
önce kapitalist gücü o zamanki İngiltere’nin gücüyle karşılaştırıldığı zaman,
zavallı, önemsiz bir ülkeydi; Rusya’yla karşılaştırıldığı zaman Japonya da aynı
durumdaydı. On ya da yirmi yıllık bir süre içinde, emperyalist güçlerin nispi
kuvvetlerinin değişmeden kalacağını söyleyebilir miyiz? Kesinlikle
söyleyemeyiz.”
[4]
Elif Çağlı’nın vurguladığı alt-emperyalist ülkeler olgusunun
[5] da temelinde yatan bu yasa Çin’in bugünkü konumuna gelişini açıklayan önemli
bir yasadır. Eşitsizlikleri belirli yönlerden arttıran, belirli yönlerden ise
törpüleyen ve düzleyen bu yasayı, çelişkilerine dikkat çekerek daha etraflı bir
biçimde açıklayan (“eşitsiz ve bileşik gelişme yasası” adlandırmasını
kullanarak) Troçki de şunları demiştir:
“Kapitalizm, her biri kendi muazzam iç çelişkilerini yaşayan
insanlığın çeşitli parçalarını, farklı gelişim aşamalarında yakalar. Ulaşılan
düzeylerin aşırı çeşitliliği ve çeşitli çağlar boyunca insanlığın farklı
parçalarının gelişim hızlarının olağanüstü eşitsizliği, kapitalizmin
kalkış
noktası olarak hizmet görür. Kapitalizm, kendine miras kalmış eşitsizliği,
kendi araç ve yöntemlerini yürürlüğe koymak suretiyle parçalayıp değişikliğe
uğratarak, onun üzerinde ancak tedricen hakimiyet kazanır. Kendinden önceki
ekonomik sistemlerin aksine, kapitalizm, doğası gereği ve sürekli olarak
ekonomik yayılmaya, yeni topraklara sızmaya, ekonomik farklılıkların üstesinden
gelmeye, kendi yağında kavrulan yerel ve ulusal ekonomilerin bir karşılıklı
mali ilişkiler sistemine dönüştürülmesine gayret eder. Böylelikle onların
birbirlerine
yaklaşmalarına neden olur ve en ileri ve en geri ülkelerin
ekonomik ve kültürel düzeylerini eşitler. Bu ana süreç olmaksızın, önce
Avrupa’yla İngiltere’nin ve daha sonra Amerika’yla Avrupa’nın görece eşit
düzeye gelmesini; sömürgelerin sanayileşmesini, Hindistan ve İngiltere arasında
kapanan aralığı ve Komünist Enternasyonal’in yalnız programının değil, aynı
zamanda tüm varlığının üzerine dayandığı sayısız süreçlerden çıkan tüm
sonuçları kavramak imkânsız olurdu.
“Ne var ki kapitalizm, ülkeleri birbirine ekonomik olarak
yaklaştırıp bunların gelişme aşamalarını eşitlerken,
kendine özgü, yani
anarşik yöntemlerle işini görür, öyle ki, sürekli olarak kendi eserini
baltalar, bir ülkeyi diğerinin karşısına, sanayinin bir kolunu diğerinin
karşısına çıkarır, dünya ekonomisinin bazı parçalarını geliştirirken
diğerlerinin gelişmelerine engel olup geriye savurur. Ancak bu iki temel
eğilimin, ki her ikisi de kapitalizmin doğasından kaynaklanırlar, birbiriyle
ilişkilendirilmesi bize tarihsel sürecin canlı dokusunu açıklar.”
[6]
Küreselleşme broşüründe Elif Çağlı tarihsel
materyalizmin bu önemli yasası temelinde Çin’in durumuna dair şu
değerlendirmeyi yapmıştı: “Kapitalizmin tarihinin kanıtladığı üzere, sarsıntılı
dönemler eski ekonomik paktları çözer veya bileşenlerini değişikliğe uğratırken
yeni birlikler ve yapılanmalar yaratabilir. Dün önde görülen bazı ülkeler
gerilerken, kimileri öne fırlayabilir. Nitekim bundan on yıl önce kapitalist
sistemin büyük hegemonya oyununda adı geçmeyen Rusya ve Çin’in günümüzde
kaydettiği yükseliş aşikârdır. 2004 yılı GSYH’si 1,7 trilyon dolar olan Çin’in
dünyanın en büyük 21 ekonomisi listesinde yedinci sırada yer aldığı, satın alma
gücü paritesine göre ise dördüncü sıraya tırmandığı belirtilmektedir. Egemen devlet
bürokrasisinin tepeden kontrolünün sağladığı baskıcı bir siyasal istikrar
altında
Çin kapitalizmi gerçekten de pek çok alanda dev adımlarla
ileriye koşmaktadır. Bu yükselen konumuyla dünya dengelerini derinden
etkileyecek olan Çin, bugün önde görünen ABD-AB rekabetini ikinci plana itip
ABD karşısına dikilecek başlıca emperyalist güç olmaya adaydır.”
[7]
Çin’in kapitalistleşme süreci, yukarıda açıkladığımız üzere,
son yıllara kadar geleneksel emperyalist güçlerin çıkarları açısından ağırlıklı
olarak lehte bir gelişmeydi. Ama aynı sürecin daha öte gelişiminin onların
aleyhine yönlere doğru işlemeye başlaması karşısında alarm zilleri çalıyor ve
Çin’i çevrelemek, zapturapt altına almak için gerilimi yükseltmeye başlıyorlar.
Bu süreçte ABD emperyalizminin alarm zillerini çalmasında
tetikleyici olan başlıca iki gelişmeyi tespit etmek gerekiyor. Birincisi Çin’in
artık dünyanın atölyesi olarak ucuz meta üreticiliğiyle sınırlı bir ülke
olmaktan çıkıp hayati önemi olan yüksek teknoloji üreticisi konumuna gelmesidir.
Sadece üreticilik değil, bu alanda artık, 5G teknolojisi örneğinde sembolik bir
hal aldığı üzere, standart belirleyen lider ülke olmaya başlamasıdır. Ancak bu
faktörü bir başka olguyla bir arada düşünmek gerekiyor. Eğer Çin küçük ölçekli
bir ülke olsaydı, tıpkı Güney Kore örneğinde olduğu gibi, bu faktör yine de çok
büyük tehlike kaynağı olarak görülmeyebilirdi. Ama söz konusu olan, coğrafi ve
demografik açıdan devasa bir ülke olarak Çin olunca, tüm bu güç unsurları başka
bir bağlam ve anlam kazanmaktadır. Çin basitçe, diyelim İtalya gibi, “alelade”
emperyalist ülkelerden birisi olma sorununun ötesindedir. Çin, ABD gibi bir
süper güç olma potansiyeli taşımaktadır. İleri teknoloji, ekonominin bütününü
saran temel etkileri olmasının yanı sıra, askeri alanda ve kritik önem taşıyan
istihbarat alanında hayati sonuçlara gebe olduğu için özel bir önem taşıyor.
ABD’nin çip üreten şirketlere Çin konusunda yasaklamalar getirmesinden, Huawei
ve ZTE gibi şirketlerin ürünlerini engelleme çabasına kadar birçok adım bu hassas
alanlarda Çin’in mevzi kazanmasını önleme çabasını yansıtmaktadır.
İkinci gelişme ise, Çin’in dışa dönük hummalı yatırımlarla,
çoğunluğu azgelişmiş ülkeler olmak üzere, ama kesinlikle bunlarla sınırlı
olmayan, birçok ülkeyi kendine bağlamaya başlamasıdır. Oluşan yeni bağımlılık
ilişkileri ABD’nin küresel hegemonyası için ciddi riskler oluşturmaya
başlamıştır. Sembolik bir nitelik kazandığı için burada özellikle
zikredeceğimiz Kuşak ve Yol Girişimi, Asya kıtasıyla Akdeniz havzası ve
Avrupa’yı kucaklayan bir perspektifle, bu geniş coğrafyada Çin kapitalizminin
emperyal yayılma özlemlerinin hayata geçirilmesi anlamına geliyor. Ama bundan
çok daha önce başlamış olan Afrika’ya açılım süreci ve Latin Amerika’da artan
yatırımlar, Çin’in küresel ölçekte ciddi mevziler kazanmaya başladığını
gösteriyor. Güney Asya deniz ticaret yollarının önemli bir kavşak noktası olan
Sri Lanka’nın ikinci büyük limanı Hambantota’nın ödenemeyen borçlar nedeniyle
anlaşma gereği Çin’in mülkiyetine geçmesi dikkat çekicidir. Akdeniz’deki
ticaretin kilit noktalarından birisi olan Yunanistan’da Pire limanının Çin
tarafından satın alınmış olması keza öyle. Tacikistan ile uzun yıllara yayılan
sınır anlaşmazlığının Çin’in buraya yaptığı yatırımlar sayesinde Çin’e binlerce
kilometrekarelik alanın verilmesiyle çözümlenmesi ilginç bir başka örnektir.
Bir örnek de Afrika’dan vermek gerekirse, hâlihazırda ABD üssü bulunan
Cibuti’de Çin’in de borçlar karşılığında askeri üs imtiyazı elde etmesidir.
Büyük bir cari fazlası olan Çin’in, Batılı sermayenin
özellikle son onyıllara özgü kısa vadeli kolay kazanç ve vurgun yaklaşımının
uzağında bir tutumu yansıtan yaklaşımının çok daha “esnek” olduğu aşikâr. Hem
kendi avenelerini beslemeyi isteyen hem de kendi egemenlikleri için tehdit
potansiyeli taşıyan yoksulluk, işsizlik ve kalkınma problemlerini yumuşatmayı
arzulayan bu ülkelerin egemen sınıfları, hiç şüphesiz dış yatırım açlığı
içindeler. Dünya Bankası ya da IMF gibi katı koşullar dayatmayan Çin’in
yaklaşımı bu noktada bir tercih sebebi olabiliyor. Bu sayede Çin bu ülkelerde
önemli imtiyazlar, mevziler elde ediyor. Ve elbette bu da Batılı emperyalist
güçleri fena halde rahatsız ediyor. Resmi Çin verilerine göre, ilan edildiği
2013’ten bu yana, İtalya gibi G7 ülkeleri de dâhil 140 ülke ve bölge ile 31 uluslararası
kuruluş Çin’le bu kapsamda işbirliği anlaşmaları imzalamış. Çin’in bugüne kadar
bu ülke ve bölgelere doğrudan yatırımının toplamı 136 milyar dolara ulaşmış.
Savaş dinamiğini harlıyorlar
Özetle bu tablo ABD emperyalizmi için yeni ve kapsamlı bir
hamle başlatmanın artık kaçınılmaz olduğu anlamına gelmektedir. Ancak tüm
gücüne rağmen mevcut dünya şartlarında ABD emperyalizminin bunu tek başına
yapabilmesine imkân olmadığı için, Trump’ın aksine Biden Avrupa’yı yanına
alarak bir cephe oluşturmaya yönelmiş bulunuyor. Uluslararası kurumlardan
çekilme ve salt ABD sermaye sınıfının belli kesimlerinin çıkarlarını
kıskançlıkla öne çıkarma eğiliminde olan Trump’ın tek tabanca hareket etme
tarzı elbette Avrupalı emperyalist güçler açısından kabul edilebilir nitelikte
değildi. Nitekim AB ile birçok sürtüşme ve gerilim yaşandı bu süreçte. İşte
Biden’ın “ABD geri geldi” söylemi altında ABD’nin artık uluslararası
kurumlardaki “sorumluluklarına” ve diğer Batılı emperyalist güçlerle uzlaşıcı
yaklaşımlara dönme sinyali veren yaklaşımı, asıl olarak Çin’e karşı Batılı
emperyalist seferberlik için bir zemin oluşturma çabasını yansıtıyordu.
Biden’ın oluşturduğu Çin karşıtı perspektif hayli kapsamlı.
Senato’dan Haziran ayında geçirilen Stratejik Rekabet Yasası, Çin karşıtı
kapsamlı politikayı, yönetimlerin tercihleri düzleminden öteye taşıyarak yasa
haline getiriyor. Yani Biden gitse de sonra gelecek başkanlar bu yasanın
emredici hükmü altında, onun gereklerini yerine getirmek ve Kongreye hesap
vermekle yükümlü kılınıyorlar. Bu yasa ve onunla bütünlük arz eden Ulusal
Güvenlik Strateji Belgesinde çizilen Çin perspektifi, özetle Çin’in yükselişini
kırmayı, onun bir süper güç düzeyine çıkmasını engellemeyi hedefliyor. İşte bu
program, Haziran ayında Avrupa’da yapılan NATO zirvesi ve G7 toplantılarında
diğer Batılı emperyalist güçlere de benimsetilerek uluslararası mutabakat
düzeyine yükseltildi. Esasen bu toplantılar neredeyse tümüyle “Çin sorunu”
etrafında örgütlendi. NATO Liderler Zirvesinin sonuç bildirgesinde Çin “kurallara
dayalı uluslararası düzene sistemik meydan okumalar yöneltmekle” suçlandı. Bu
diplomatik cümlenin anlamı Çin’in tüm dünya için bir tehdit olduğudur. Nitekim
mesajı doğru algılayan Çin, derhal sert tepki göstererek “Biz kimseye «sistemik
bir meydan okumada» bulunmayacağız, ama biri bize sistemik meydan okumada
bulunmak isterse de kayıtsız kalmayacağız” dedi. Açıklamada, NATO bildirisinin
“Çin’in barışçıl kalkınmaya bağlılığı” hakkında iftira attığı ve “Soğuk Savaş
zihniyetine dönüşe işaret ettiği” belirtildi. Çin’in artık daha fazla dişini
göstermeye başladığının son ve önemli bir tezahürü, Şi’nin ÇKP’nin 100. kuruluş
yıldönümünde yaptığı uzun konuşmadaki belirgin vurgularıydı. “Kimsenin Çin’e
kabadayılık taslamasına, onu ezmesine, boyun eğdirmesine izin vermeyeceklerini”,
“tepeden bakılarak vaaz verilmesini kabul etmeyeceklerini” söyleyen Şi, “buna
cüret edeceklerin, kafalarını 1,4 milyardan fazla insanın şekil verdiği
Çelikten Çin Seddi’ne toslayıp kıracaklarını” ilan etti.
NATO zirvesi öncesi yapılan G7 zirvesinde ise Çin’in Kuşak ve
Yol Girişimine karşı alternatif olarak “Daha İyi Bir Dünya İnşa Et” adlı (B3W:
Build Back Better World) girişim ilan edildi. Biden ABD’de yürürlüğe koymaya
çalıştığı bir tür Keynesçi altyapı yatırımları programını, şimdi bu hamleyle
küresel bir Keynesçi altyapı programları paketi düzeyine de yükseltmiş oldu. En
azından şimdilik kâğıt üzerinde… Zira bunun ne ölçüde hayata geçeceği
belirsizdir. Az ve orta gelişmişlikteki ülkelerde 40 trilyon dolarlık bir
altyapı yatırımı açığı olduğunu tespit eden ve bu hacme ulaşan bir seferberlik
başlatılacağı ilan edilen programdan neler çıkacağını önümüzdeki yıllarda
göreceğiz.
ABD emperyalizminin ortaya koyduğu genel stratejinin ne denli
çok yönlü olduğunu vurgulamak için şu bilgiyi aktaralım: ABD, Çin’in medya ve
iletişim üzerindeki etkisini azaltmak için Küresel Angajman Merkezini kurmuş
bulunuyor. Bunun yanı sıra ayrıca Çin Etkisini Kırma Fonu oluşturarak buna her
yıl 300 milyon dolar ayrılması planlanıyor.
Tüm bunların küresel ölçekte emperyalist çekişme ve savaş
dinamiğini daha fazla harlamak anlamına geldiği açıktır. Çin Dışişleri
Bakanının Alaska toplantısının ardından iki hafta süren Ortadoğu turunda bölge
ülkeleriyle imzaladığı yeni anlaşmaların (bunlar arasında özellikle önemli olarak,
ABD’nin tescilli hedefi konumundaki İran’la 25 yıllık petrol garantisi
anlaşması ile 400 milyar dolarlık destek anlaşması) ABD için pek hayırlı
olmadığı açıktır. Dahası bir süredir Çin’le yakınlaşma ve işbirliği eğilimleri
gösteren Suudi Arabistan bile Çin’e elli yıllık petrol garantisi veren bir
anlaşma imzaladı. Çin’in Suudi Arabistan’da çevre dostu enerji ve havacılık
teknolojileri yatırımları bulunuyor. Bölgeye ilişkin olarak bunlarla sınırlı
kalmayan Çin, ABD’ye İran’la görüşmelerinde, İsrail’e de Filistin sorununda
arabuluculuk teklifleri götürdü. Böylece Çin daha önce hiç yapmadığı bir şeyi
yaparak bölge sorunlarında hakem ve arabulucu rolüne soyunma niyetinde olduğunu
göstermiş oluyor. Bu hamlelerin Çin’i Asya-Pasifik’te sıkıştırıp kuşatmaya çalışan
ABD’ye Ortadoğu’dan diş gösterme niyetini yansıttığı görülüyor.
Emperyalist kutuplaşmadaki bu yeni aşamayı başlatan plan,
program ve girişimlerin dünya üzerindeki somut yansımalarını önümüzdeki dönemde
daha fazla göreceğiz. Bu yansımaların toplamda emperyalist savaş dinamiklerini
daha da harlayacağını görmek için de kâhin olmaya gerek yok. Lenin’in dediği
gibi emperyalistler arasında yeni güç dağılımı oluştuğunda denge ancak zor
yoluyla kurulabilir. Altyapı yatırımları yapılacağı söylenen ülke ve bölgeler
aynı zamanda askeri üs ve yığınak bölgeleri haline getirilmeye çalışılacaktır.
Her anlamda yayılmak ve hâkimiyet kurmak emperyalizmin doğasında bulunuyor.
Ancak kapitalist sistem tüm bu hegemonya mücadelesi ve dünyayı yeniden paylaşma
sürecini sistemin tarihsel krizi içinde yaşıyor. Bu durum savaş ve diğer
kapitalist illetlerin yanında, sınıf mücadeleleri, isyanlar, direnişler ve
devrim dinamiklerini de mayalandırıyor. Dolayısıyla harlanan sadece savaş
dinamikleri değil aynı zamanda isyan dinamikleridir de.
[1] Özellikle ABD-Çin arasındaki ticaret savaşlarıyla ilgili daha detaylı bir okuma
için bkz: Utku Kızılok,
Kapitalizmin Tarihsel Çıkmazında Ticaret Savaşları
(Ağustos 2018) ve Utku Kızılok,
Ticaret Savaşında Son Durum
(Aralık 2018)
[2] Bkz. Levent Toprak,
Emperyalizm Batılı Güçlerden mi İbaret?,
Mart
2019, marksist.com
[3] Elif Çağlı,
Küreselleşme, Tarih Bilinci Yay., s.105-6
[4] Lenin,
Emperyalizm, Sol Yay., 2009, s.134
[5] Bkz. Elif Çağlı,
Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye, Temmuz
2009, marksist.com
[6] Troçki,
Lenin’den Sonra 3. Enternasyonal, Tarih Bilinci Yayınları,
s.22-23
[7] Elif Çağlı,
age, s.83