Gericilik dönemi ve “kürek mahkûmluğu”
1848-49 devrimlerinin yenilgisini izleyen gericilik dönemi, bütün Avrupa’da sosyalist harekete ve işçi hareketine yönelik koyu bir saldırı dalgasıyla karakterize oldu. Bağımsız basının üzerine çullanıldığı, sansürün kol gezdiği, açık örgütlenme faaliyetinin sınırlarının alabildiğine daraldığı, polis takiplerinin ve kara listelerin aman vermediği bu yıllarda, komünistler için hayatlarını idame ettirecek bir iş bulabilmek de alabildiğine zorlaşmıştı. Bununla birlikte Engels de Marx da, zorlu koşullara rağmen ne sosyalizm davasına olan inançlarını ve umutlarını yitirdiler ne de çalışma azimlerini. Aksine, baskılar ve zorluklar, onların direncini daha da biledi ve bu yıllardaki çalışmaları sınıf hareketinin yükselişe geçtiği ileriki yıllarda çok sağlam bir teorik, politik ve örgütsel temeli döşedi.
Bu dönemde geçim sıkıntısı son raddeye varan Marx ailesine yardım etmek amacıyla gelir kaynaklarını arttırmaya kafa yoran Engels, Manchester’da babasının ortağı olduğu fabrikada büro işine geri dönmek zorunda kalmıştı. Böylece onun için 20 yıl sürecek bir “kürek mahkûmluğu” dönemi başlamıştı. Bir süre sonra Wilhelm Wolff’ün de bu kente taşınmasıyla politik konuları yüz yüze tartışabileceği bir yoldaşa kavuşmuştu. Ne var ki Londra’ya yaklaşık 300 kilometre uzaklıktaki bu kentte Marx’la uzak düşmüşlerdi. Ama bu mesafe onları birbirlerinden uzaklaştırmak yerine daha da yakınlaştırmıştı. Yılda sadece birkaç kez görüşseler bile, güçlü düşünsel ortaklıkları onları sıkı sıkıya bağlıyordu. Bu bağın en güçlü araçlarından biri de mektuplardı. Toplu Eserlerin 13 cildini içeren yazışmaların üç bine yakını sadece Marx ve Engels arasında gerçekleşmiştir ve bunların hatırı sayılır bir bölümü söz konusu ayrılık dönemine aittir. Nitekim Marx’ın kızı Eleanor, neredeyse her gün yazıştıklarını ve babasının sanki Engels karşısındaymış gibi bu mektuplarla konuştuğunu söylemektedir anılarında. Elena Stepanova’nın Engels biyografisinde belirttiği gibi,
“… onların edebi miraslarının incisi, bir çeşit yaratıcı laboratuvar olan sonsuz mektuplaşmalarının elimizde bulunmasını, bilimsel komünizmin kurucularının uzun yıllar birbirlerinden hatırı sayılır mesafelerle ayrı kalmalarına ve böylece, daha ziyade edebi ilişkiler kurmaya mecbur olmalarına borçluyuz. Bu mektuplarda, bilimin ve siyasetin el atılmamış alanı yoktur. Felsefe, doğa bilimleri, ekonomi-politik ve sosyalizm, tarih, dilbilgisi, matematik ve teknik, askerlik ve edebiyat sorunları, bu evrensel kültüre sahip kişilerin mektuplarında, hem de öylesine tartışılmıştır ki, bazen tek bir cümle; küçük bir değinme, en karmaşık sorunlar bütününün gerçekten bilimsel, Marksist kavrayışının bir anahtarını veriverir. Marx ve Engels’in mektupları, canlı bir biçimde, sadece bilimsel meseleleri değil, işçi sınıfının siyasal sorunlarını, sınıflar savaşının strateji ve taktiklerini, proletarya partisi için mücadeleyi de içerir. Nihayet bu mektuplaşma ekonominin, uluslararası siyasetin, Marksizmin kurucularının yaşamakta olduğu dönemin işçi hareketinin incelenmesi için en değerli hazinelerden birini oluşturur.”[1]
İki yoldaşın düşünceleri kadar acılarını ve sevinçlerini de paylaştıkları bu mektuplar aynı zamanda direngenliğin, yaşam sevincinin ve tüm bunları besleyen büyük dostluğun sembolüdürler. Onları en acılı ve zorlu günlerinde ayakta tutan da, davaya olan inanç ve umudun yanı sıra bu dostluk ve güven olmuştur. Marx, sekiz yaşındaki oğlu Edgar’ı sancılı bir hastalık sürecinin ardından kaybettiğinde şöyle yazmıştı biricik dostuna: “Talihsizlikten zaten yeteri kadar nasibimi almıştım, ama gerçek mutsuzluğun ne olduğunu ancak şimdi anlıyorum. (…) Son zamanlarda katlanmak zorunda kaldığım tüm bu korkunç acılar arasında, seni ve senin dostluğunu düşünmek ve bu dünyada hâlâ birlikte yapacağımız aklı başında bazı işler olduğunu umut etmek bana hep güç verdi.” (12 Nisan 1855) Cenazeden iki hafta sonra ise Marx ve Jenny, Manchester’daki Engels’in yanına gidip birkaç hafta orada kalacaklardı.
Engels’in 1851’den itibaren kaleme aldığı yazıların büyük bir bölümü New York Daily Tribune gazetesinde yayınlanmıştı. Daha önce de belirttiğimiz gibi, onun bu Amerikan gazetesinde çıkan yazıları Marx’ın imzasıyla ya da imzasız olarak yayınlanıyordu. Bu nedenle söz konusu yazıların çok büyük bir bölümünün yazarının Engels olduğu ancak onun ölümünden sonra incelenen elyazması belge ve mektuplarla ortaya çıkmıştır. Engels’in, Osmanlı ile Rusya arasındaki Kırım Savaşı (1853-56) vesilesiyle kaleme aldığı ve sonradan Doğu Sorunu adı altında derlenip kitaplaştırılacak olan makaleleri New York Daily Tribune külliyatında büyük bir yer tutmaktadır.[2] Onun Manchester’da ayrıntılı bir şekilde üzerine eğildiği tarih, askerlik sanatı ve filoloji çalışmalarının bu yazılara büyük bir güç kattığına hiç şüphe yoktur. Engels analizlerini zenginleştirmek amacıyla ilgili ülkelerin yazınını da takip edebilmek için o günlerde Slav ve Doğu dillerini üzerine çalışmalarını da yoğunlaştırmıştı.
Kırım Savaşı, o dönemde Avrupa’da gericiliğin en büyük merkezi konumunda bulunan Rus Çarlığının yayılmacı emelleri sonucunda patlak vermişti. Hem askeri hem de ticari rolü nedeniyle boğazları kontrolü altına almak isteyen Rusya, Balkanlar’da da kendi egemenliğini kurmak istiyordu. Bu nedenle de Balkanlar’da Osmanlı egemenliğine karşı başkaldıran Güney Slavlarının koruyucusu ve kurtarıcısı rolüne soyunuyordu. Öte yandan, despotik Osmanlı’nın Balkan halkları üzerinde kurduğu esaret ortadaydı. Bu savaşa tümüyle kendi emperyal çıkarları doğrultusunda katılan İngiltere ve Fransa ise Rusya’nın karşısında saf tutmuştu. Rus Çarlığı onlar için hem zayıflatılması gereken bir rakipti, hem de Avrupa’daki devrimci ve demokrat hareketlere karşı güvenilir bir sopa. Kuşkusuz tüm bu gerçek niyetler, kiminde dinsel kiminde “liberal” türlü yalanlarla maskelenmekteydi. İşte Engels, “devrim kasırgası yatışır yatışmaz ortaya çıkan ezeli bir sorun” olarak nitelendirdiği Doğu Sorunu üzerine yazdığı makalelerde bu maskeyi indirip gerçekleri ortaya koyarken, Slavların bağımsız bir devlete sahip olmaları gerektiğini belirtiyordu.
Engels, “Avrupa Türkiye’sinin Durumu Ne Olacak?” başlıklı makalesinde (21 Nisan 1853) geleceğe yönelik isabetli kestirimlerde de bulunuyordu. Avrupalı egemenlerin kendilerine “Boğazlardaki Türk etkisi ortadan kalkarsa, Balkan Yarımadasındaki çeşitli ulusal topluluklar ve mezhepler özgürlüklerini elde ederlerse, ve Avrupa’nın bütün büyük devletlerinin entrikalarına ve niyetlerine, bunların birbirine karşıt isteklerine ve çıkarlarına kapı ve baca açılırsa, bir dünya savaşı patlak vermez mi?” sorusunu sorduklarını söyleyen Engels, bunun onları korkudan titrettiğini dile getiriyordu. Ama, diyordu, tarihi inceleyip onu doğru değerlendiren, gerçekleri gören ve çağın akıl almaz devrimci niteliğini kavrayabilenler bu tarihsel sorudan kaçınamazlar. Ardından şöyle devam ediyordu:
“Hayır, eskiden kalma diplomasi ve yönetim anlayışı, bu zorlukları hiçbir zaman çözümleyemez. Birçok başka sorun gibi, Türk sorununun çözümü de Avrupa devrimine bağlıdır. İlk bakışta anormal gibi görünen bu soruyu, bu büyük hareketin kapsamı içinde görmek, haddini bilmemek değildir. 1789 yılından beri devrimin kilometre taşları daima daha ileri gitmiştir. Son kilometre taşlarının adları Varşova, Dobruca ve Bükreş idi; bundan sonraki devrimin işaret levhalarının Petrograd ve İstanbul olmaları gerekir. Bunlar, devrim karşıtı Rus devinin, saldırılması gereken iki kolay yaralanır yeridir.”
Engels’in beklediği bu devrimler o dönemde gerçekleşmedi. Fakat, onun ömrü görmeye yetmese de, boğazları alma hayaliyle yanıp tutuşan Rusya, Balkan savaşlarıyla iyice zayıf düşen Osmanlı ve onu paylaşmak için akbaba gibi bekleyen Avrupa’nın büyük devletleri arasındaki savaş hakikaten bir dünya savaşına dönüştü. Petrograd ve İstanbul ise yine onun öngördüğü gibi devrimin işaret levhaları oldu. 1905 Petrograd’ı 1908 İstanbul’unu tetikleyecek, fakat orada da kalmayıp, 1917’de Çarlığı gömen o büyük devrim bir yandan dünya savaşına son verecek, bir yandan da yıkılan Osmanlı’nın Anadolu’daki topraklarında yeni bir cumhuriyetin doğmasına ebelik edecekti.
Marksizmin ustalarının bu ve daha pek çok isabetli politik kestirimleri, onların olayları ve olguları, sağlam bir tarih ve ekonomi bilgisi temelinde ve elbette materyalist bir tarih anlayışı ve diyalektik bir yöntem eşliğinde derinlemesine analiz etmelerinin ürünüdür. Bunu onların söz konusu dönemdeki diğer yazılarında da görmek mümkündür. Bu nedenledir ki, her ikisinin de çok sayıdaki yazısı New York Daily Tribune’de başyazı olarak imzasız yayınlanmış ve Marx’ın deyimiyle o günlerde bu gazetenin gerçek yazı kurulu Marx ve Engels olmuştu!
Marx, dostunun fikirlerine çok büyük bir önem veriyor, çalıştığı konuları onunla paylaşıp fikrini alıyor ve bunları pek çok yazısında kullanıyordu. Kuşkusuz aynı şey Engels için de geçerliydi. O dönemde, kapitalist güçlerin, özellikle İngiliz İmparatorluğunun sömürgeci politikaları ve bunun yol açtığı çok yönlü sonuçlar da onların yoğunlaştıkları konular arasında önemli bir yer tutmaktaydı. Marx’ın Hindistan’da İngiliz egemenliğinin rolü üzerine yazdığı yazılar, aynı zamanda Asyatik despotizmin tarihsel nedenleri konusunda da çok önemli açılımlar getirmekteydi. Bu açılımlarda, o günlerde bu mevzu üzerine yazıştıkları Engels’in de katkısı vardı. Onun 6 Haziran 1853 tarihli mektubunda dikkat çektiği noktalar[3] da, Marx’ın 10 Haziran tarihli “Hindistan’da İngiliz Egemenliği”[4] adlı makalesinde büyük ölçüde yer bulmuştu.
Marx ve Engels’in New York Daily Tribune’deki makalelerinde, İngiltere ve Fransa’nın sömürgeci politikaları ve bunlara karşı yükselen ulusal mücadeleler sadece Hindistan açısından değil, Asya ve Kuzey Afrika’nın başka ülkeleri açısından da ele alınıyordu. Öte yandan Engels o dönemde, İrlandalı bir devrimci olan eşi Marry Burns ile İrlanda’ya seyahat edip ilk kez oradaki koşulları yakından görme fırsatını bulmuştu. Bu gezi, Engels’in İrlanda sorununa doğru bir yaklaşım geliştirmesi açısından da önemli bir deneyim olacaktı. Şöyle diyordu Marx’a yazdığı 23 Mayıs 1856 tarihli mektubunda:
“İrlanda gezimiz sırasında (…) ülke içinde toplam 450-500 mil yol yaptık ve böylece tüm ülkenin üçte-ikisini gördük. (…) Jandarmalar, rahipler, avukatlar, bürokratlar, taşra eşrafı aramadığın kadar bol, sanayinin ise zerresi yok, öyle ki köylünün yoksulluğu bu resmi tamamlamasa, tüm bu asalak otlar nereden besleniyor, anlamak güç olurdu. «İnzibat önlemleri» ülkenin her yanında apaçık görünüyor, hükümet her şeye burnunu sokuyor; şu öz-yönetim denen şeyden iz yok. İrlanda ilk İngiliz sömürgesi sayılabilir; yakınlığı nedeniyle de hâlâ eski tarzda yönetilen bir yer olarak kabul edilebilir. İngiliz yurttaşlarının özgürlüğü denen şeyin, sömürgeler üzerindeki baskıya dayandığını insan burada açıkça görüyor.”
İrlanda sorunu 1860’ların sonuna doğru Birinci Enternasyonal’in gündemine geldiğinde Marx’ın da Engels’in de tavrı net olacaktı. Marx, Manchester’daki Engels’e 1869 Aralığında yazdığı mektupta, bu konu Enternasyonal Konseyine geldiğinde savunacağı şeyin belli olduğunu belirterek, İrlanda’nın bağımsızlığının İngiliz işçi sınıfının çıkarları açısından da zorunlu olduğunu söylüyordu: “İrlanda’yla şimdiki bağlantıdan kurtulmak İngiltere işçi sınıfının doğrudan ve mutlak çıkarınadır. … Uzun bir zaman ben, İngiliz işçi sınıfının yükselişiyle İrlanda rejiminin devrilmesinin olanaklı olabileceğini düşündüm. … Sorunu daha derinden incelemem, beni, bunun tersine inandırdı. İngiliz işçi sınıfı, İrlanda’dan kurtulmadıkça, hiçbir şey başarmasına olanak yok. Manivela İrlanda’ya uygulanmalı. İrlanda sorununun, genel toplumsal hareket açısından bu kadar önemli olmasının nedeni bu.”[5]
Engels 1857’den itibaren New American Cyclopaedia’nın çeşitli maddelerini hazırlama işini de üstlenmişti. Bu ansiklopedinin yazımında yer alma işi aslında Marx’a teklif edilmişti. Fakat Engels, dostuna maddi katkıda bulunmak ve onun zamanını ekonomi çalışmalarına ayırmasını sağlamak amacıyla askeri konulardaki maddeleri kendi üstüne almıştı. 1861’e dek bu kapsamda yaklaşık 50 maddenin içeriğini oluşturan Engels, gündüz fabrikadaki işlerini yürütürken, bu iş için ancak geceleri çalışma fırsatı buluyordu. Hazırladığı maddelerin pek çoğu birkaç sayfalık makalelerdi. Bazılarıysa (“ordu”, “istihkâm” ya da “piyade” maddelerinde olduğu gibi) onlarca sayfaya ulaşıyordu. Yaklaşık 50 kitap sayfası tutan “ordu” maddesinde, dünyada orduların gelişimi antik çağdan başlayarak son derece ayrıntılı bir şekilde işlenmişti. Bunu okuyan Marx, o günlerde Engels’e yazdığı bir mektupta şöyle diyordu: “Senin «Ordu» çok iyiydi; ama hacmini görünce beynimden vurulmuşa döndüm; bunca hacimli bir iş için yaptığın çalışma bünyene herhalde çok zarar vermiştir. Gece yarılarına kadar çalışacağını bilseydim, işi sallardım.” Aynı mektupta “Toplumsal ilişkilerle üretici güçler arasındaki bağ kavramımızın doğruluğunu, ordunun tarihinden başka hiçbir şey, bundan daha açık seçik ortaya koyamazdı” diyerek ekonomik gelişmede ordunun önemine de dikkat çekiyordu.[6] Engels’in askeri konularda ayrıca üç broşürü yayınlanmıştı: “Po ve Ren” (1859), “Savoy, Nice ve Ren” (1860) ve “Tüfeğin Tarihi” (1860-61).
Marx da Engels de 1856’dan itibaren büyük bir ekonomik krizin yaklaşmakta olduğunu tespit etmişlerdi ve bu krizin işçi hareketinde de güçlü bir canlanmaya yol açmasını bekliyorlardı. Nitekim çok geçmeden patlak verecek olan 1857 krizi kapitalizmin o güne kadarki en büyük krizi olarak tarihe geçecekti. Marx 13 Kasım 1857’de, “kendi mali sıkıntım da gerçekten çok kötü olmasına rağmen, 1849’dan beri hiç bu bunalımdaki kadar keyifli hissetmemiştim” diye yazmıştı Engels’e. Engels ise 15 Kasımda buna şöyle karşılık vermişti: “Ben de aynen senin gibi hissettiğimi söylemeliyim. Balon New York’ta patladığında, Jersey’de içim kıpır kıpır oldu ve bu genel çöküşün ortasında kendimi olağanüstü neşeli hissettim. Son yedi yılın burjuva pisliği elbette bir ölçüde bana da bulaşmıştı; şimdi o yıkanıp temizlenecek ve ben değişmiş bir adam olacağım. Fiziksel olarak, kriz bana deniz banyosu kadar iyi gelecek; bunu şimdiden hissedebiliyorum.”[7]
Marksizmin önderleri, işçi sınıfını yükselecek mücadelelere hazırlamak için teorik ve politik çalışmalarını olanca yoğunluğuyla sürdürüyorlardı. Marx, iktisadi incelemelerini tamamlayıp, “tufan kopmadan hiç değilse genel çizgilerini aydınlığa kavuşturmak” için sabahlara kadar “deliler gibi” çalışıyordu. 1859’da yayınlanan Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı adlı kitabı bu dönemin ilk büyük ürünü olacaktı. Kapital’e giriş niteliğindeki bu kitaba yazdığı önsözde Marx, Engels’in deyimiyle “sadece iktisat için değil bütün tarih bilimleri için devrim yaratan bir keşifte” bulunmuştu: “Maddi hayatın üretim tarzı, genel olarak, toplumsal, siyasal ve entelektüel hayat sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlıklarıdır.” Şöyle devam ediyordu Marx bu büyük keşfine:
“Gelişmelerinin belirli bir aşamasında toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine, ya da bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder.”
Engels’in bu kitaba yazdığı önsöz de çok değerli tespitler içermekteydi. Bu önsözde Marx’ın kitabının önemini çeşitli yönlerden ele alan Engels, kitaba damgasını basan materyalist ve devrimci perspektifin, idealist tarih anlayışını, geleneksel kavramları ve siyasal muhakeme tarzını yerle bir ettiğini belirtiyordu. Üzerinde durduğu önemli bir konu da yöntem meselesiydi:
“Hegel’in mantığından onun bu alandaki gerçek buluşlarını içinde saklayan çekirdeği çıkarma ve idealist örtülerinden arındırarak, diyalektik yöntemi, düşünce gelişmesinin biricik doğru şekli olabileceği saf biçiminde ortaya çıkarmak işini başarabilecek tek adam, Marx idi. Marx’ın ekonomi politiğin eleştirisinde temel görevini yerine getiren yöntemi geliştirmesini, biz, önem bakımından, esas materyalist dünya anlayışından hiç de daha az önemli olmayan bir sonuç saymaktayız.”[8]
Sınıf mücadelesi yükselişe geçiyor
1857 krizi tüm dünyada aynı zamanda siyasal çalkantılarla yüklü bir döneme denk gelmiş, belli ölçülerde de bu çalkantıların bizzat tetikleyicisi olmuştu. Bu süreçte Almanya ve İtalya’da kapitalist gelişme hız kazanırken, Fransa’da Bonapartist rejime tepkiler büyümüş, Avusturya monarşisinde ayrılıkçı eğilimler güçlenmişti. İngiltere’de ise, nicedir geri çekilen sınıf mücadelesi, kitlesel grevlerle ve yeni sendikal oluşumların doğmasıyla büyük bir sıçrama yapmıştı. Asya kıtası da hareketlenmiş, Çin’de olduğu gibi Rusya’da da köylü ayaklanmaları yükselişe geçmiş, serfliğin kaldırılmasının ardından devimci fikirler ilerici çevrelerde artarak yayılmaya başlamıştı. Aynı dönemde Meksika’da burjuva devrim başarıya ulaşmış, Kuzey Amerika’da ise dört yıl sürecek bir iç savaş patlak vermişti.
Marx da Engels de Amerikan iç savaşını (1861-1865) yakından takip ediyor, köle sahiplerinin egemen olduğu Güney eyaletlerinin oluşturduğu Konfederasyona karşı Kuzeyi destekliyorlardı.[9] ABD açısından tarihsel bir dönüm noktası olmakla kalmayıp Avrupa için de çok önemli sonuçlar doğuracak olan bu savaşı yazılarında çeşitli açılardan ele alıyorlardı. İngiliz burjuva basını Kuzey ile Güney arasındaki bu savaşın kölecilikle değil, gümrük vergileriyle ve politik rekabetle ilgili olduğu yalanını yayıyordu. Marx bu yalanı teşhir ederken, mevcut mücadelenin “iki toplumsal sistem”, yani kölecilik ile ücretli emek sistemi arasındaki bir mücadele olduğunu belirtiyor, Kuzey Amerika kıtasında bu iki sistemin artık barışçıl bir şekilde birlikte yaşayamayacağını dile getiriyordu.[10]
Sınıf mücadelesinin çeşitli boyutlarıyla yükseldiği, İngiliz işçilerin Amerika’daki iç savaş nedeniyle yürüttükleri kampanyanın enternasyonal dayanışmayı pekiştirdiği bu ortamda, uluslararası bir işçi örgütünün kurulmasının zemini de güçlenmişti. İşte Uluslararası İşçi Birliği (Birinci Enternasyonal), bu zemine basarak 1864 Eylülünde kuruldu. Enternasyonal’in geçici tüzüğü, onun kuruluşunda çok yoğun emeği bulunan Marx tarafından yazıldı. Bu tüzükte, “emekçi sınıfların ekonomik kurtuluşu her politik hareketin araç olarak bağlı olması gereken yüce amaç” olarak ortaya konuyordu. Emeğin kurtuluşunun, yerel ya da ulusal değil, modern toplumun var olduğu bütün ülkeleri kapsayan ve çözümü, en ileri ülkelerin pratik ve teorik işbirliğine dayanan sosyal bir mesele olduğu belirtiliyordu. Engels Manchester’da olduğu için Londra’daki Genel Konsey’in çalışmalarına katılamıyordu. Fakat bu örgütün en ağır yükünü sırtlanan Marx onu tüm gelişmelerden haberdar ediyor, çeşitli konularda fikrini alıyordu.
Birinci Enternasyonalin kuruluşunda Marx ve Engels gibi devrimci proleter komünizminin temsilcilerinin yanı sıra anarşizmden reformizme küçük-burjuva sosyalizminin türlü varyantları da (Bakuninciler, Blankistler, Prudoncular, Lassalcılar, İngiliz sendikacıları… ) yer almıştı. Bu köklü farklılıklar başlangıçta çok daha geniş bir kesime hitap ederek daha kitlesel bir örgütlenmeye ulaşabilmek bakımından bir avantaj olarak görünse de, çok geçmeden örgütü parçalanma noktasına getirecekti. Bununla birlikte Birinci Enternasyonal, işçi sınıfının kurtuluşu için enternasyonalist birliğini ve mücadelesini savunan ilk uluslararası örgütlenme olarak tüm deneyimleriyle gelecek kuşaklar için tarihsel bir miras oluşturacaktı.
O günlerde gerek Enternasyonalin işleri gerekse Kapital için yürüttüğü kapsamlı çalışmanın yükü altında fazlasıyla yıpranan Marx’ın, onu kimi zaman çalışamaz hale getiren karaciğer ağrıları ve şirpençe hastalığı şiddetlenmişti. Amerikan iç savaşı nedeniyle New York Daily Tribune’deki işi de son bulduğundan maddi durumu çok kötüleşmişti. Bu durum Engels’i üzüyor ve bir çare bulmak için didiniyordu. Marx’a yazdığı 22 Şubat 1866 tarihli mektubunda şöyle diyordu bu konuda:
“Olanaklar çerçevesinde yapılabilecek her şeyi yapmaya hazır olduğumu biliyorsun, normal koşullar altında elimden gelenin fazlasını yapmaya da hazırım. Ama sen de aklını başına topla, bana ve ailene bir iyilik yap da, tedavi olmaya razı ol. Sana bir şey olursa, tüm hareketin hali nice olur, üstelik böyle davranırsan, sana bir şey olması da kaçınılmaz. İşin gerçeği, seni bu hikâyeden kurtarana kadar gece gündüz rahatım yok, senden haber alamadığım her gün huzurum kaçıyor ve durumunun kötü olduğunu düşünüyorum.”
Fakat Marx tüm ıstırabına rağmen hummalı bir şekilde çalışmaya devam etmekte, Engels’in elinden de daha fazla bir şey gelmemekteydi. Babasının 1860’ta ölmesi, onun fabrikadaki sorumluluğunu daha da arttırmıştı ve bu durum onu fazlasıyla rahatsız etmekteydi. Tüm bu düşüncelerini Marx’la sürekli paylaşıyordu:
“Aslında benim tek istediğim bu aşağılık ticaretten kurtulmak, çünkü zaman kaybı moralimi altüst ediyor. Bu işin içinde olduğum sürece başka bir şey yapamıyorum, yönetici olduğumdan bu yana, büyük bir sorumluluk yüklendiğim için her şey daha kötü oldu. Artan gelirler olmasaydı, gerçekten yeniden kâtip olmak isterdim. Her neyse, benim tüccarlığım birkaç yıla kadar bitiyor, ondan sonra gelirim çok ama çok daha kısıtlı olacak, kafamda hep o zaman senin için ne yapabileceğimiz düşüncesi var. Ama her şey şimdi göründüğü gibi devam ederse, devrim araya girip tüm finansman projelerine son vermese bile her şey yoluna girer. Bu gerçekleşmezse, kurtuluşum şerefine kendime esaslı bir kıyak çekerek hızla bir kitap yazmak istiyorum: İngiliz Burjuvazisinin Acıları ve Sevinçleri.” (27 Nisan 1867)
Engels’in bu hayaline kavuşması ancak iki yıl sonra mümkün olacaktı. Bu arada Marx ise yıllarını verdiği o muazzam çalışmasının ilk cildini nihayet tamamlayacaktı. “Yeryüzünde kapitalistler ve işçiler bulunduğundan beri, işçiler için bu kitap kadar önemli bir kitap çıkmadı.” Böyle diyordu Engels, ilk cildi yayınlanan Kapital için. Kapitalist ekonominin işleyiş yasalarının ortaya konmasında çığır açan bu muazzam eserin hazırlanması esnasında Marx Engels’le sürekli yazışmış, çalışmasının pek çok bölümünü ona göndererek fikrini almıştı. 22 Haziran 1867’de yazdığı bir mektupta da şöyle diyordu: “Umarım, ilk dört forma seni tatmin etmiştir. Dünyanın geri kalan kısmı ne söylerse söylesin, benim için daha önemli olan, senin tatmin olmandır. Burjuvazi de varsın, yaşamının geri kalan kısmında benim o anlaşılması güç biçemimi anımsasın.” 16 Ağustosta ise Kapital’in son formasının düzeltmesini tamamlayıp önsözü de gönderdiğini belirterek şöyle yazıyordu: “Böylece bu cilt tamamlandı. Bunun mümkün olmasını sadece sana borçluyum. Benim için yaptığın fedakârlık olmasaydı, üç cildin gerektirdiği muazzam çalışmayı asla yapamazdım. Seni teşekkürlerle kucaklıyorum!” Bu müjdeli habere çok sevinen Engels, dostunu, en karmaşık ekonomik sorunları yalın bir şekilde açıkladığı için tebrik ediyordu.
Engels, emekle sermaye arasındaki ilişkinin ilk kez burada tam bağlamı ve bütünlüğü içinde ele alındığını belirttiği birinci cilt yayınlanır yayınlanmaz, onu geniş bir tanıtımını yapmak üzere özetlemeye girişmişti. Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı tam bir susuş kumkumasıyla karşılaşmıştı ve Kapital’in başına da aynı şeyin gelmemesi için bir şeyler yapmak gerekiyordu. Bu amaçla, sosyalist basın organlarında yayınlanmak üzere çeşitli tanıtım yazıları kaleme almıştı. Ancak bu ölümsüz eserin adını duyurmak açısından işçi basınının etki alanı son derece sınırlıydı. Burjuva iktisadına meydan okuyan bu eserin onun bu bağlamdaki muhatapları tarafından dikkate alınması için esas olarak burjuva basında tartışılmasını sağlamak şarttı. Engels bu amaçla burjuva basında yayınlanabilecek makaleler hazırladı ve bunları arkadaşları aracılığıyla yayınlatarak Kapital’in en geniş tanıtımını yapmaya çalıştı. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi,
“Burjuva basın Kapital’i ya suskunlukla öldürmeye ya da yalanlarla karalamaya çalışırken, madalyonun diğer tarafında ise Kapital’e karşı giderek yükselen bir ilgi yer almaktaydı. Birinci Enternasyonal çevresinde yer alan çeşitli ülkelerden işçiler, bu eseri devrimci mücadelenin bir kazanımı olarak değerlendirdiler. 1868 Eylülünde Enternasyonal’in Brüksel Kongresinde Alman delegelerin teklifi üzerine, bütün ülkelerin işçilerinin Kapital’i incelemeleri ve çeşitli dillere çevrilmesi karar altına alındı. Bu kararda, kapitalist sistemin ilk bilimsel çözümlemesini yapan Marx’ın mücadeleye hizmetinin paha biçilmez olduğu belirtiliyordu.”[11]
“Kürek mahkûmluğu” sona eriyor
Gericilik döneminin en karanlık günlerinde bile umutlarını asla yitirmeyen Marx ve Engels, bunu mevcut ekonomik, sosyal ve siyasal durumu tümüyle materyalist temellerde analiz etmelerine ve buradan yola çıkarak geleceğe yönelik gerçekçi tespitler yapabilmelerine borçluydular. Şöyle diyordu Engels 1869 Nisanında yoldaşı Lessner’e yazdığı bir mektupta:
“Haklısın, işimiz her zamankinden daha da yolunda, biz ise, Mohr’la ben, o zaman da haklıydık, yıllar önce bütün bu budala demokratlar sürüsü gericilik ve halkın aldırmazlığı konusunda yakındıklarında, bu gericiliğin son 18 yılın müthiş sınai gelişmesinin ürünü olduğunu önceden görüp, emek ve sermaye arasındaki çelişkinin keskinleştiğini, bunun da daha da yoğun bir sınıf savaşımıyla sonuçlanacağını saptamıştık. Bu arada, bu budala demokratların şimdilerde tam anlamda faka bastırıldıklarını, dünyanın tek bir ülkesinde bile onlara rahat yer kalmadığını görmek insanı gülmekten öldürüyor. Almanya’daki İlerlemeciler, Fransa’da cumhuriyetçiler, İngiltere’deki radikaller – hepsi de aynı bokun soyu.”[12]
Sınıf savaşımının zirvesinin yaşanacağı, Paris Komünarlarının göğü fethe çıkacağı günlere doğru koşar adım ilerlenirken, Engels fabrikadaki mahpusluğundan kurtulup tüm zamanını mücadeleye hasredeceği günleri iple çekiyordu. Ama bunun sadece kendisinin değil Marx’ın da geçimini garanti altına alabileceği koşullarda gerçekleşmesi zorunluydu. Fabrikanın ortağı olan Gottfried Ermen’le, yönetimi devretme ve 5 yıl boyunca ona rakip iş yapmama (pamuk ipliği dokumama ve sarmama) karşılığında yılda belli bir para almayı içeren bir anlaşmayı 1868 sonlarına doğru imzalama aşamasına gelen Engels, bu miktarı netleştirmek için Marx’a şöyle yazıyordu:
“Aşağıdaki soruların yanıtlarını iyice düşün ve hemen bildir ki Salı sabahı yanıtın elimde olsun: 1) Tüm borçlarını ödemek, temiz bir başlangıç yapabilmek için ne kadar paraya gereksinimin var? 2) Yılda 350 sterlin ile olağan düzenli giderlerini karşılayabilir misin, (hastalık ya da önceden bilinemeyecek sıradışı giderler bir yana), yani yeni borçlanmalar yapmaktan kurtulabilir misin? Hayırsa, bunu sağlamak için gerekli olan miktarı bildir. Bunu, tüm borçlarının tamamen ödenmiş olduğunu varsayarak düşün. Asıl soru kuşkusuz bu. … Senden rica ediyorum, yanıtında her şeyi gerçekten olduğu gibi göster ki, ben de buna bağlı olarak G. E.’ye karşı davranışlarımı ayarlayayım. Yani yıllık gereksiniminin ne olacağına kendin karar ver, ne yapabileceğimize bakalım. Bu 5-6 yıldan sonra ne olacağı henüz bence de açık değil. Her şey şimdiki gibi kalırsa, sana yıllık 350 sterlin ya da daha fazla yollamak durumunda olamam, ama en azından 150 sterlin yollayabilirim. O zamana kadar bir şeyler değişebilir, yazınsal etkinliğin de sana bir şeyler getirebilir belki.”
Nihayetinde Engels, istediği koşullarda bir anlaşmayı 1869 yazında imzalayacak ve “o aşağılık ticaretten” kurtulma arzusuna kavuşmuş olacaktı. O günlerde Engels’in yanında kalan Eleanor Marx, onun fabrikaya gittiği son günkü mutluluğunu şöyle anlatmaktadır:
“Son kez büroya gittiği sabah, botlarını giyerken, zafer kazanmışçasına şöyle haykırdığını hiç unutmayacağım; «Son kez!» Birkaç saat sonra, bahçe kapısında durarak onu bekliyorduk. Oturduğu evin karşısındaki küçük tarladan bize doğru geliyordu. Bastonunu havada sallıyor, şarkı söylüyordu, yüzü ışıklar saçıyordu.”[13]
Annesine yazdığı mektupta o günü “özgürlüğe kavuştuğum ilk gün” olarak nitelendiren Engels, kendini sanki on yıl gençleşmiş gibi hissettiğini söylüyordu.[14] Fabrikadan ayrılış ve devir işlemlerinin tamamlanması için bir süre daha Manchester’da kalan Engels, Londra’ya 1870 Eylülünde taşınacaktı. Böylece neredeyse her gün Marx’la görüşme olanağına kavuşacaktı. Eleanor Marx o dönemi şöyle anlatıyor:
“İzleyen on yıl boyunca Engels, babamı hemen her gün görmeye geldi; kimi kez yürüyüşe çıkarlardı ama çoğu zaman da babamın odasında kalırlar, her ikisi de karşı köşelerde durur, çaprazlama yürümeye başlarlar ve köşe dönüşlerinde topukları tabanda oyuklar açardı. Bu odada onlar, çoğu insanın felsefesinin hayal edemeyeceği kadar çeşitli şeyleri tartışırlardı. Sık sık da yan yana konuşmadan gidip gelirler. Ya da yine biri, kafasını kurcalayan bir konu üzerinde uzun uzun durur, sonra yüz yüze karşılıklı dikilirler ve gülmeye başlarlardı; bu kahkaha daha çok, yarım saattir birbirine ters düşen planları tartıştıklarının farkına varmalarından ileri gelirdi...”
Engels Londra’ya gelir gelmez Enternasyonal Yürütme Komitesine dâhil edilmiş ve çeşitli ülkelerdeki seksiyonlarla yazışma işini üstüne alarak Marx’ın sırtına binen yükü hafifletmişti. Enerjik bir insan olan Engels, Belçika, İtalya ve İspanya’nın temsilciliğini (bunlara daha sonra Portekiz ve Danimarka da eklenecekti) üstlenirken, Genel Konseyin en yorulmak bilmez üyeleri arasına girmişti. Onun Londra’ya gelişi, Avrupa’da siyasal iklimin baş döndürücü bir hızla değiştiği ve Enternasyonalin işçi sınıfı açısından öneminin en yüksek düzeye ulaştığı bir döneme denk düşmüştü. Bonaparte’ın Almanya’ya savaş ilan etmesi tüm Avrupa’yı ayağa kaldırmıştı. 1870 Temmuzunda patlak veren bu savaş, sadece Fransa işçi sınıfı açısından değil, tüm dünya işçi sınıfı için tarihsel bir dönüm noktasının, Paris Komününün de vesilesi olacaktı.
(devam edecek)
[1] E.A.Stephanova, General Engels, Ceylan Yay.
[2] O dönemde Marx da bu konuda çok sayıda yazı yazmıştı. Engels ve Marx’a ait bu yazıların büyük bir bölümü Türkçede de Sol Yayınları tarafından Doğu Sorunu [Türkiye] adı altında kitaplaştırılmıştır.
[3] Şöyle diyordu Engels Marx’a yazdığı bu mektubunda: “Toprak mülkiyetinin olmayışı, gerçekten de Doğunun tümü için anahtar. Doğunun siyasal ve dinsel tarihi de bu noktaya dayanıyor. Ama nasıl oldu da doğulular, feodal biçiminde de olsa toprak mülkiyetine varmadılar? Bu, sanırım iklimle ve onunla bağlantılı olarak, özellikle Sahra’dan Arabistan’ı, İran’ı, Hindistan’ı ve Tatarya’yı geçerek yüksek Asya platosuna ulaşan büyük çöl parçalarıyla kaplı toprağın yapısıyla ilgili. Burada yapay sulama tarımın ilk koşulu; bu da ya komünlerin, illerin ya da merkezi hükümetin işi. Bir Doğu hükümetinin hiçbir zaman üçten fazla dairesi olmadı: maliye (ülke içi yağma), savaş (ülke içi ve dışı yağma) ve bayındırlık (yeniden üretim için hazırlık). İngiltere hükümeti Hindistan’da 1 ve 2 numaralı işleri çok darkafalı bir biçimde yürüttü, 3 numaralı işi ise tümden bir kıyıya koydu. Hindistan tarımı da bu yüzden haraboluyor. Serbest rekabet, orada kendi kendini tamamen itibardan düşürüyor. Sulama sistemi çürümeye terkedilince toprağın gübrelenmesinden hemen vazgeçilmesi, başka türlü çok garip görünen bir gerçeği, bir zamanlar, şahane biçimde ekilip biçilen bölgelerin şimdi birer çorak arazi parçası (Palmira, Petra, Yemen’deki harap yerler, Mısır, İran ve Hindistan’daki sayısız topraklar) durumuna nasıl geldiğini açıklıyor. Yıkıcı tek savaşın, bir ülkenin nüfusunu boşaltabileceğini ve yüzyıllarca uygarlıktan yoksullaştırabileceğini gösteriyor.” Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, Sol Yay., 1. bsk, s.91
[4] Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c.1, Sol Yay., 1. bsk, s.589
[5] Marx-Engels, Seçme Yazışmalar, c.1, s.273
[6] Marx-Engels, 25 Eylül 1857 tarihli mektup, Seçme Yazışmalar, c.1, s.110
[7] Marx-Engels, Collected Works, c.40, s.203
[8] Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, c.1, s.620
[9] Bkz. Serhat Koldaş, ABD’de İsyan Büyüyor, Tarihsel Kavga Devam Ediyor/1, marksist.com
[10] Marx-Engels, “Civil War in the United States”, Collected Works, c.19, s.50
[11] Elif Çağlı, Bu Dünyaya Marx Geldi/4, marksist.com
[12] Engels, Büro ile Barikat Arasında, s.147
[13] Marx-Engels Anıları, Evrensel Yay., s.218
[14] Engels, Büro ile Barikat Arasında, s.39
link: İlkay Meriç, Engels: Komünizmin Ölümsüz Savaşçısı /5, 16 Şubat 2021, https://marksist.net/node/7263