Batılı kapitalist devletleri “Sovyet tehdidi”ne karşı korumak üzere ABD hegemonyasında kurulmuş olan NATO 70 yaşında. Türkiye ise Kore Savaşına asker göndermesinin ardından dâhil olduğu NATO’da 67 yıldır yer alıyor. Türkiye’nin o zamanki egemenleri, ülkeyi emperyalist bir askeri birlik olan NATO’ya katarak çift kutuplu “Soğuk Savaş” dünyasında açıkça Batılı emperyalist kampa dâhil oluyor ve bu adımı dış tehditlere karşı kendilerini güvenceye alma argümanıyla meşrulaştırmaya çalışıyorlardı. Batı kampı ise güvenilir bir “sınır karakolu”na ve hevesli bir müttefike kavuşmuştu. Bu, aynı zamanda Türkiye’nin Batılılaşma sürecinin de bir parçası olarak görülüyordu.
Ne var ki, aradan geçen yıllar zarfında, hem NATO’nun durumunda hem de Türkiye-NATO ilişkilerinde ciddi değişiklikler oldu. 90’lardan itibaren gerek NATO’nun gerekse de NATO içindeki Türkiye’nin işlevindeki değişiklikler, Türkiyeli egemenler arasında da NATO’nun gidişatına dair soru işaretleri oluşmasına yol açtı. İlerleyen yıllarda, esasen de AKP iktidarı döneminde dış politika alanında yaşanan değişimle birlikte, Türkiye ile ABD (ve Batı) arasında giderek artan oranda gerilimler ve çıkar çatışmaları vuku buldu. Bu durum da kaçınılmaz olarak Türkiye-NATO ilişkilerine yansıdı. Gerilimli süreç ilerledikçe Batı “Türkiye’nin Batı ekseninden çıkarak Doğu’ya kaydığını” ifade eder oldu. Aradan geçen yıllarda Türkiye Batı ekseninden çıkmadı fakat genelde Ortadoğu’da özelde Suriye’de, ABD’yle ciddi biçimde ters düşmeyi göze alır oldu. Batı’nın gözündeki “NATO üyesi müttefik ülke Türkiye” imajı önemli ölçüde bozulurken, Türkiyeli egemenlerin bir kısmı da (bugünün iktidar koalisyonunu oluşturan kesimleri) kendi planlarının ve çıkarlarının Batı’yla eskisi gibi kesişmediğini düşünüyorlar. Kısacası ABD ve Batı kampıyla yaşadığı sorunlar arttıkça Türkiye-NATO ilişkisinde de gerilimler arttı.
Bugün gelinen noktada ise, ağır siyasi ve ekonomik açmazlar içindeki Türkiye ciddi stratejik tercihlerle yüz yüzedir. Olayların gidişatı, durumu idare etmeye çalışan Erdoğan iktidarını daha net tercihler yapmaya zorlamaktadır. Türkiye mevcut halde NATO’nun “başına buyruk davranan, artık zarar verici hale gelmiş, bir biçimde hizaya getirilmesi ama kaptırılmaması gereken” bir üyesi konumundadır. Batı tarafından bu durumun başlıca sorumlusu olarak görülen Erdoğan ve ekibi, hem iktidarını hem de Ortadoğu’daki pozisyonunu koruyabilmek için Rusya eksenine yanaşarak durumu dengelemeye ve Batı’dan gelen basıncı karşılamaya çalışmakta ama her geçen gün bu denge siyasetini sürdürmekte zorlanmaktadır.
İçinden geçtiğimiz günlerde iyice alevlenmiş olan S-400 meselesi de tam olarak bu konuyla ilgilidir. Türkiye’nin stratejik yöneliminde değişiklik olasılıklarını içinde barındıran bu süreçte yaşanan gerilimler, S-400 meselesiyle birlikte “acaba Türkiye NATO’dan çıkacak mı” sorusunu akıllara getirecek bir düzeye ulaşmıştır. Sürecin gidişatına dair ana eğilimleri ve olası gelişmelerin yaratacağı sonuçları ortaya koyabilmek için, NATO’nun 1990 sonrası süreçte geçirdiği değişime ve Türkiye-NATO ilişkisinin evrimine, ama asıl olarak da günümüze yani Türkiye’nin stratejik yönelimini belirleyen dinamiklere bakmak gerekiyor. Çünkü ortada, “Türkiye S-400’leri alacak mı almayacak mı” sorusuna indirgenemeyecek kadar karmaşık bir tablo vardır.
“Soğuk Savaş”tan “Yeni Dünya Düzeni”ne
NATO’nun öncülü, Belçika, İngiltere, Fransa, Hollanda ve Lüksemburg arasında 1948’de imzalanan Brüksel Anlaşmasıdır. Bu kapitalist ülkelerin ortak bir savunma hattı oluşturmalarını koşullayan şey hiç kuşkusuz Avrupa’da ilerleyen SSCB’den duydukları derin korkuydu.[1] Ancak bu anlaşmaya rağmen kendilerini yeteri kadar güvende hissetmeyen bu kapitalist devletler, ABD’yle görüşerek Nisan 1949’da Kuzey Atlantik Antlaşmasının imzalanmasını sağladılar. Bu beş ülkeye ABD’nin yanı sıra altı Batılı ülkenin daha katılmasıyla birlikte NATO (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) kurulmuş oldu. NATO’nun ilk genel sekreteri, Avrupa’yı kastederek, örgütün amacının “Rusları dışarıda, Amerikalıları içeride ve Almanları aşağıda tutmak” olduğunu söylüyor ve NATO’nun bugün dahi devam eden temel stratejik hattını da özetlemiş oluyordu.
Böylece II. Dünya Savaşı sonrasındaki döneme damgasını vuracak olan NATO’nun temel işlevi, Avrupa’ya yayılmakta olan komünizm hayaletinin önünü kesmek ve emperyalist-kapitalist Batı’yı kapitalist olmayan Doğu’ya karşı korumak olacaktı. Genelde pek bahsedilmeyen yan işlevi ise Alman emperyalizminin bir daha Nazi yönetimindeki gibi Batı’nın başına bela olmasını engellemekti. Aynı dönemde, NATO’nun kurulmasının yanı sıra, kapitalist dünyanın yeni hegemonu ABD’nin inisiyatifiyle, siyasal ve ekonomik perspektifler de hayata geçirilmeye başlandı. “Komünizm ile ideolojik ve siyasal mücadelenin keskinleştirilmesini, komünist partilerin hükümetlerde yer almasının önlenmesini ve bu doğrultuda hareket eden hükümetlerin askeri ve mali olarak desteklenmesini içeren Truman Doktrini ve onun mali tamamlayıcısı olan Marshall Planı ile siyasal ve ekonomik alanda stratejik açılımlar yapıldı.”[2] Bu koşullarda kurulmuş olan NATO’ya Türkiye ve Yunanistan 1952’de, Federal Almanya 1955’te, İspanya ise 1982 yılında katıldı. Bugün NATO’nun toplam 29 üyesi bulunmaktadır ve üye ülkelerin toplam askeri harcaması, dünyadaki askeri harcamaların %70’inden fazlasına tekabül etmektedir.
1989’dan itibaren Doğu Bloku’nun dağılmaya başlaması, NATO’nun amacının ve işlevinin sorgulanmasına yol açacak önemli değişiklikleri beraberinde getirdi. SSCB’nin dağılması, yani “Sovyet tehdidi”nin ortadan kalkması, NATO’nun kuruluş sebebini ortadan kaldırmış oluyordu. Özellikle ABD’li egemenler NATO’nun amacını, yapısını, görevlerini ve stratejisini yeniden değerlendirmeye başladılar. SSCB tehdidinin ortadan kalkmasıyla birlikte Avrupa ülkelerinin NATO içindeki askeri harcamaları hızlı bir düşüşe geçti. Almanya ve Fransa “Avrupa ordusu” fikrini tekrar gündeme getirmeye başladı. Çeşitli Avrupa ülkelerinin NATO’ya “Avrupa’nın savunulması” odaklı bakış açısına karşın ABD, değişen dünyanın değişen dengeleri karşısında “yeni dünya düzeni” adını verdiği yeni bir konsepti hayata geçirmek üzere kolları sıvamıştı bile. “Soğuk Savaş” döneminin ve eski çift kutuplu dünya düzeninin sona ermesi, yeni bir hegemonya mücadelesinin ve krizinin kapısını aralamıştı. ABD emperyalizmi, NATO’yu yeniden yapılandırarak onu kendi “yeni dünya düzeni”ni kurmanın aracı haline getirmek ve Avrupa ülkelerini de bu vesileyle kendi hegemonyası altında tutmaya devam etmek istiyordu.[3]
Bu maksatla ABD çeşitli politikaları eş zamanlı olarak hayata geçirmeye başladı. Bir yandan NATO’yu genişletme politikasına start verirken (böylece eski Doğu Bloku ülkeleri de NATO’ya alınmaya başlandı), diğer yandan da “insanî müdahale” adı altında dünyanın dört bir köşesinde operasyonlar düzenleyerek kendi emperyalist planlarını hayata geçirmek üzere NATO’yu kullanmaya başladı. Rusya’yı provoke edecek şekilde gerçekleştirilen bu genişlemeye Almanya yer yer karşı çıksa da engel olamadı. Bill Clinton’ın şu sözleri ABD’nin NATO’ya biçtiği yeni rolü özetler nitelikteydi: “Dünün NATO’su, üyelerinin sınırlarına yapılacak bir askeri saldırıya karşı onların güvenliğini sağlamaktaydı. Yarının NATO’su bu görevine devam etmekle birlikte sınırlarımızın ötesinden gelebilecek tehditlere karşı da görev yapacaktır. Bunlar kitle imha silahlarının yaygınlaşması ve etnik şiddet ve bölgesel çatışmalardır.”[4] Yani ABD emperyalizminin sözcüsü Clinton demek istiyordu ki; SSCB’nin dağılmasıyla birlikte açılan yeni ve geniş coğrafyaları da kapitalizme entegre edebilmemiz ve buralar üzerinde nüfuz oluşturabilmemiz için, dünyanın yeniden paylaşımında aslan payını bizim alabilmemiz için, ABD’nin küresel hegemonyasının devamı için, olası emperyalist rakiplerimizi bertaraf edebilmemiz için; “komünizm öcüsü”nün yerine “uluslararası terörizm” gibi yeni tehditler icat edecek ve “insanî müdahale” kılıfıyla, “özgürlük ve demokrasi” dağıtmak adı altında her yere gireceğiz, NATO da artık bu planlarımıza hizmet etmeli!
Yugoslavya’nın parçalanmasıyla sonuçlanacak savaşa müdahil olmasını (hatta bu savaşı alttan alta kışkırtmasını), NATO’nun yeni rolünün ilk uygulama alanlarından biri olarak görmek gerekir. Böylece ABD, hem Avrupalı müttefiklerine hem de Rusya’ya (yani hegemonya mücadelesindeki açık ve gizli rakiplerine) mesajını net biçimde vermiş oluyordu. Almanya ilerletmeye çalıştığı Avrupa Birliği aracılığıyla kendi emperyalist planlarını hayata geçirmeye, ABD de Avrupa üzerinde NATO aracılığıyla hegemonyasını sürdürmeye çalışıyordu.
ABD emperyalizminin NATO’yu “Avrupa’yı savunma örgütü” olmaktan çıkartarak kendi küresel planlarının kod adı olan “yeni dünya düzenini kurma örgütü” olmaya ilerletmesi açısından 11 Eylül saldırıları önemli bir dönüm noktası olmuştur. Bu saldırıları bahane eden ABD, Afganistan ve Irak işgalleriyle Ortadoğu’ya dalmış, NATO içindeki bazı Avrupalı üyelerin (Almanya başta olmak üzere) ayak diremelerine de aldırmayarak planlarını hayata geçirmeye girişmiştir. Bu doğrultuda kimi zaman NATO’yu ve BM’yi devre dışı bırakarak kafasına göre ilerlemiştir. ABD’nin NATO’yu kendi istediği doğrultuda yapılandırma girişimleri çeşitli “renkli devrimler”, Büyük Ortadoğu Projesi, “Arap Baharı”, özellikle de Libya saldırısı gibi süreçlerde de devam etmiştir. Bu süreçlere, sıcak çatışma bölgeleri haline getirilen Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO’ya dâhil edilme girişimlerini de eklemek gerekir.
Bu noktada, önemli bir hususun üzerinden atlamamak ve biraz açmak gerekiyor. Kuşkusuz ki, NATO’nun yeniden yapılandırılmasında 3. Dünya Savaşı belirleyici olmuştur. ABD, NATO’yu bu savaşta kendisinin başını çektiği emperyalist kampın vurucu gücü olarak yeniden yapılandırmaya ve aktive etmeye çalışmıştır. ABD NATO’yu tam da 3. Dünya Savaşının özgünlüğüne uygun şekilde, yani büyük güçlerin açıktan birbirlerine savaş ilan etmedikleri ama dünyanın hemen her köşesinde çeşitli sorunlar ve çatışmalar üzerinden kozlarını paylaştıkları uzatmalı bir savaşa uygun şekilde yapılandırmaya başlamıştır. “Acil Müdahale Gücü” gibi yeni biçimlendirmeler aracılığıyla NATO’nun, “Soğuk Savaş” döneminin daha konvansiyonel ve SSCB’den gelecek saldırı girişimlerine karşı üye ülkelerin sınırlarını savunmaya dönük yapısı, yerini daha operasyonel ve hızlı, anında dünyanın herhangi bir köşesine el atabilecek şekilde bir yapıya bırakmaya başlamıştır.
Kuşkusuz ABD’nin bu planlarının hiçbir aksama ve değişiklik olmadan ilerlediğini düşünmemek gerekir. Birincisi, İngiltere’yi saymazsak diğer NATO üyesi Avrupa ülkeleri NATO’nun fiilen ABD emperyalizminin küresel vurucu gücü haline gelmesine pek sıcak bakmamışlardır. Fransa en başından beri askeri açıdan bağımsızlığını koruyan bir NATO üyesi olarak buna pek yanaşmazken, Almanya çok daha açıktan karşı çıkmıştır. Genişleme yani yeni üyeler almak suretiyle ve elindeki ekonomik-siyasi kozları kullanarak Almanya-Fransa ikilisinin muhalefetine rağmen ABD NATO’yu istediği yönde dönüştürmek açısından epeyce yol almıştır. Ama gelinen noktada NATO’nun eski cazibesi ve imajı da kaybolmuştur. İkincisi, çeşitli yazılarımızda da vurguladığımız üzere Almanya henüz bir kutup başı olabilecek düzeyde değildir ama böyle niyetler taşıdığı da bir sır değildir. Almanya’nın Rusya, Çin ve İran’la olan ve çoğu zaman ABD’nin politikalarıyla ters düşen ilişkileri, NATO’ya alternatif olarak Fransa destekli bir Avrupa ordusu kurma çabaları, ABD’nin küresel hegemonyasını sürdürme ve pekiştirme uğraşına rağmen mevcut hegemonya krizinin dışavurumları olarak görülmelidir. İngiltere hariç Batı Avrupa ülkelerinin Yugoslavya, Afganistan ve Irak savaşlarındaki tutumları hiç de ABD’nin istediği şekilde olmamıştır. Fransa ve İtalya’nın direncini Libya saldırısıyla belli ölçüde kıran ABD, Suriye savaşında da bir miktar yol kat etmişse de ne NATO’nun ne de genel durumun istediği düzeyde olmadığı açıktır.
Öte yandan Rusya, SSCB’nin ve Doğu Bloku’nun çöküşünün ardından bir süre kafasını kaldıramamışsa da, Putin’le birlikte hızlı bir toparlanma sürecine girmiş, birçok konuda ekonomik dev Çin’le birlikte hareket ederek hegemonya mücadelesinde ABD’nin en önemli rakibi haline gelmiştir. Rusya, kısa süren Gürcistan savaşıyla birlikte de, ABD’nin kendisine yönelik kuşatma stratejisini kırmaya başlamış ve bir anlamda karşı atağa geçerek gerek Orta Asya ülkelerinde gerekse de Suriye üzerinden Ortadoğu’da tekrar “ben de varım” demeye başlamıştır. Ukrayna meselesinde de, Kırım’ı ilhak ederek ve Ukrayna’yı bölerek bu tutumunu pekiştirmiştir. En önemlisi de, küresel kapitalizmin içine girdiği uzatmalı ekonomik kriz ABD’nin hegemonyasının daha da sarsılmasına neden oluyor. Gelinen noktada ABD’nin NATO’nun kuruluşunda ortaya koyduğu “Rusya’yı dışarıda ve Almanya’yı aşağıda tutma” stratejisinin ne ölçüde başarılı olduğu tartışmalıdır. Kısacası, ABD’nin NATO’yu yeniden yapılandırma çabası, hegemonya krizi, emperyalist savaş, ekonomik kriz ve nihayetinde kapitalizmin tarihsel krizi koşullarında şekillenmektedir.
Türkiye-NATO ilişkisinin gelişimi
Türkiye’nin 1952’deki NATO’ya girme kararını, Batı kampına dâhil olma stratejik hedefinin bir parçası olarak düşünmek gerektiğini ifade etmiştik. Egemenler, yeni yeni başlayan “Soğuk Savaş” koşullarında, hem ekonomik ve siyasi hem de askeri açıdan bir büyük güce yaslanmaya ihtiyaç duyuyorlardı. TC’nin kuruluşundan beri ortaya koyduğu Batılılaşma-kapitalistleşme yönelimi, bu açıdan hangi kampın tercih edileceğini de gösteriyordu. NATO’ya dâhil olmasının ardından ordu, eski Alman ekolünün terk edilmesi ve Amerikan düzenine geçilmesi temelinde yenilenmeye, modernize edilmeye başlandı. Amerikan silahları ve teçhizatıyla donatılmaya başlayan TSK’nın subayları da ABD’de ve NATO bünyesinde eğitilmeye, görev almaya başladılar. NATO’nun SSCB’yle sınırı olan üyelerinden biri olan Türkiye’ye NATO ve Amerikan üsleri kuruldu, nükleer silahlar konuşlandırıldı.[5] Bu angajmanla birlikte TSK, artık envanterinde bulundurduğu silahlarıyla, yapısı ve düzeniyle, subaylarının aldığı formasyonla tam bir NATO ordusu haline geldi. NATO’nun temel amacı, Avrupa’ya yönelik olası bir SSCB saldırısını-işgalini önlemek olarak koyulduğundan, bir sınır-cephe ülkesi olarak TSK’nın temel görevi de kendi sınırları üzerinden başlayacak bir SSCB saldırısını durdurmak veya yavaşlatmak olarak belirlenmişti. Bu görevini yerine getirme taahhüdüne karşılık Türkiye de NATO tarafından korunma garantisine kavuşuyordu. Kısacası “Soğuk Savaş” boyunca Türkiye, gerek kendisine biçilen rol, gerekse de coğrafi konumu ve askerî kapasitesi bakımından son derece önemli bir NATO üyesi olacaktı.
90’lara kadar yaşanan süreçte, Türkiye-NATO ilişkileri genelde istikrarlı bir şekilde ilerlese de, özellikle Kıbrıs sorunu etrafında şekillenen kimi problemler olmuştur. Kore Savaşına asker göndererek 1952’de NATO’ya giren Türkiye, aradan çok geçmeden 1964’te Kıbrıs meselesi üzerinden ABD’yle bir siyasi kriz yaşamıştır. Türkiye’nin Kıbrıs’a müdahale etme durumu ortaya çıktığında, dönemin ABD başkanı Johnson’un meşhur mektubu İnönü’ye gelmiş ve bu mektupta ABD “olası bir savaşta SSCB’nin de Türkiye’ye müdahale ihtimalinin doğacağını ve NATO’nun böyle bir durumda Türkiye’yi savunma konusunda isteksiz olacağı”nı ima etmiştir. Bunun üzerine de Kıbrıs çıkarmasından vazgeçilmiştir. Ancak sorun Türkiyeli egemenler açısından devam ettiğinden, 1974’te Türkiye adaya çıkartma yapmış ve ABD de Türkiye’ye 3 yıl süreyle ambargo uygulamıştır. Türkiye de buna karşılık olarak ABD Savunma İşbirliği Anlaşmasını yürürlükten kaldırmış ve tüm Amerikan üslerini kendi denetim ve kontrolüne almıştır. Türkiye’nin kendi silah sanayiini geliştirme çabalarının başlaması ve ASELSAN’ın kurulması da bu döneme rastlar. Kısacası NATO üyesi olması, Türkiye’nin her konuda ABD veya Batı’nın dediğini yapması anlamına gelmemiştir.
Bununla birlikte, Kıbrıs sorunu nedeniyle yaşanan geçici gerilimler bir yana bırakılırsa Türkiye NATO’nun her daim “sadık ve güvenilir” müttefiklerinden biri olmuştur. NATO’nun SSCB ve komünizm karşıtı tüm politikalarına Türkiyeli egemenler tam destek vermişler, ülke içinde Özel Harp Dairesinin örgütlenmesinden sosyalist hareketin ve işçi sınıfının önünün kesilmesine kadar her alanda NATO’nun ve ABD’nin yönlendirmesine harfiyen uymuş, NATO’nun genel siyasi-askeri çizgisine tam manasıyla uyum sağlamışlardır. Tüm bu süreç boyunca TSK da askeri açıdan tamamen NATO’ya uyumlu ve “bağımlı” bir ordu haline gelmiştir. TSK, NATO’nun askerî komuta kademesi dâhil tüm organlarına ve anlaşmalara dâhil olmuştur. Türkiye 1992’de Adriyatik’e ve Somali’ye, 1993’te Bosna’ya, 1999’da Kosova’ya, 2001’de Makedonya’ya, 2006’da Lübnan’a, 2002’den itibaren Afganistan’a ve son olarak da 2011’de Libya’ya asker göndererek NATO’nun yeni küresel rolüne de belli ölçüde adapte olmuştur. Halen NATO’nun en büyük ikinci ordusu olarak anılan TSK’nın silah envanterinin neredeyse tamamı NATO üyesi ülkelerden alınan silahlardan oluşmaktadır. Mevcut durum itibariyle TSK bünyesindeki silahların çoğunluğu ABD malıyken, ikinci sırada Almanya yer almakta, onu da Fransa ve İtalya takip etmektedir. Özellikle hava gücünde TSK tam anlamıyla ABD’ye bağımlı durumdadır. Hava kuvvetlerindeki toplam 300 savaş uçağının tamamı, 606 helikopterin ise yaklaşık 500’ü ABD malıdır. Tanklarının da çoğunluğu ABD’den ve Almanya’dan alınmadır. TSK bünyesindeki 2435 tankın yaklaşık 1700’ü ABD, 750’si Alman malıdır. Son yıllarda envanterindeki kendi ürettiği silah sayısını arttırmaya çalışan Türkiye’nin bunu Amerikan, Alman, Fransız ve İtalyan firmalarının patentleriyle yaptığı, çoğu durumda motor ve kontrol sistemleri gibi kilit parçaları oralardan aldığı düşünülürse mevcut durumda TSK’nın silahlarının %90 oranında Amerikan ve Alman silah sanayiine bağlı olduğu açıkça görülecektir.
Ancak tüm bunlara rağmen 90’lardan itibaren hem NATO üyesi ülkelerin Türkiye’ye hem de Türkiye’nin NATO’ya bakışı değişikliğe uğramaya başlamıştır. Bu değişikliğe yol açan temel faktörün, NATO’nun kuruluş sebebi olan “Sovyet tehdidi”nin ortadan kalkması olduğunu söylemiştik. Bu “büyük ortak tehdidin” ortadan kalkması ve ardından gelen süreçte gittikçe daha fazla açığa çıkan hegemonya krizi, NATO ittifakının gevşemesine ve sallantılı bir hal almaya başlamasına yol açmıştır. ABD’nin tartışmasız hegemonyasında şekillenmiş dış politika ortaklıklarının çözüldüğü, farklı tehdit algılarının oluştuğu veya tanımlanan tehditleri herkesin kendine göre algıladığı, ülkeler arasındaki uyuşmazlıkların daha fazla su yüzüne çıktığı, ülkelerin bir anlamda dondurucuda bekleyen çeşitli siyasi sorunlarının ortaya çıktığı, Batılı emperyalist güçler arasında da rekabetin arttığı bir dönem açılmıştır. Bu süreçte, ABD’nin bir anlamda tüm NATO üyesi ülkelere dayattığı küresel planlarına, birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de egemen sınıf içinden, esas olarak da ordudan sorgulayıcı ve eleştirel sesler yükselmeye başlamıştır. Bu bağlamda Türkiye açısından Kürt sorununun özel bir yeri olduğunun da altını çizmek gerekir, çünkü ABD’nin yeni planlarıyla TC egemenlerinin (daha doğrusu egemen sınıfın statükocu kanadının) Kürt sorunundaki geleneksel yaklaşımı giderek artan oranda çelişmeye başlamıştır. Kürt meselesi nedeniyle ABD’yle arası açılmaya başlayan statükocu kanadın çekirdeğini oluşturan ordunun, değişen konsept nedeniyle NATO içindeki dolayısıyla da ABD’nin gözündeki önemi de azalmış olduğundan, ABD için bu statükocu ordu, Türkiye’de arzu ettiği dönüşümleri ve Ortadoğu’ya yönelik planlarını hayata geçirebilmesi açısından potansiyel bir engel haline gelmeye başlamıştır. Bu süreçte statükocu kesim/ordu içinde, ABD’nin kendi planlarına alet etmeye çalıştığı NATO’nun kimi operasyonlarının Türkiye açısından tuzaklarla dolu olduğu yönünde bir algı da gelişmeye başlamıştır. Bu algının kaynağı, hiç kuşkusuz, ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik uzun vadeli planlarında Kürtlerin bir statü kazanmasının sağlanmasıdır.
AKP’nin iktidara geldiği 2002 dönemeci ise Türkiye-NATO ilişkilerinde farklı dinamiklerin devreye girmesine vesile olmuştur.[6] AKP, başlangıçta ABD’nin ve Batı’nın desteğiyle iktidara gelmiş ve statükocu burjuva kesimlere karşı amansız bir mücadele yürütmüş, Erdoğan ABD’nin BOP’unda “eşbaşkan” olarak yer almış ve Türkiye “model ülke” olarak gösterilmiştir. Ancak ilerleyen süreçte Erdoğan ve ekibinin boylarını aşan bir ihtirasla Ortadoğu’da kendi planlarını hayata geçirmeye girişmeleri ve bu esnada ABD ile birçok konuda ters düşmekten de kaçınmamaları, Türkiye’nin Batı’yla olan ilişkilerinde de ciddi bir bozulmaya yol açmıştır. Bu durum da kaçınılmaz olarak NATO’yla ilişkilere yansımıştır. “Arap Baharı”nın ardından yaşanan gelişmeler ve Suriye savaşıyla birlikte AKP-Erdoğan’ın emperyal heveslerinin suya düş(ürül)meye başlaması, Erdoğan’ın iktidarını koruyabilmek için daha otoriter (nihayetinde de totaliter) bir yola girerek eski “düşmanları” olan statükocu orduyla ve MHP’yle ittifak kurması, ABD ve Batı üzerinden gelen basıncı dengeleyebilmek için Rusya-Çin eksenine yanaşması gibi faktörlerin hepsi de Türkiye-NATO ilişkilerini olumsuz etkileyen dinamikler olmuştur.
Sonuç olarak gelinen noktada, emperyal heveslerin yerini “beka sorunu” almış, “bir koyup üç alma” niyetleriyle yola çıkanlar Türkiye’yi ABD-Rusya arasındaki emperyalist kapışmanın alanı haline getirmişlerdir. ABD’nin Kürt sorununa ve Kıbrıs ila Doğu Akdeniz meselesine yaklaşımının yanı sıra İran meselesi de Türkiye açısından ciddi bir kaygı kaynağıdır. ABD’nin öyle ya da böyle İran’da bir rejim değişikliği istediği ve bunun için gerekirse savaşı göze alacağı bilinmektedir. ABD’nin İran’a yönelik ekonomik ambargosu Türkiye’yi de vurmaktadır. İran’a yönelik olası savaşın yahut İran’ı içerden karıştırarak bölgeyi daha da istikrarsızlaştıracak gelişmelerin mevcut iktidarın şu anda işine gelmediği açıktır. Bu durum, Kürt sorununu Türkiye açısından çok daha çetrefilli hale getirebilir ve Kürtlerin bağımsız ve birleşik bir devlet kurma yolunda ilerlemelerinin zeminini güçlendirebilir. İran’dan sonra sıranın Türkiye’ye geleceği korkusu da iktidardakilerin aklından hiç çıkmamaktadır. Bu tabloya Türkiye’nin Ortadoğu’daki ABD destekli diğer ülkelerle, S.Arabistan başta olmak üzere Körfez ülkeleriyle (şimdilik Katar dışında tutulmak kaydıyla), Mısır’la, İsrail’le yaşadığı gerilimi de ekleyecek olursak, iktidarın “beka sorunu”nun büyüklüğü daha net anlaşılacaktır.
İşte bu ahval ve şerait içinde mevcut iktidarın, çeşitli zaman kazanma ve oyala(n)ma taktiklerini bir yana bırakacak olursak, Batı’yla ve NATO’yla eski “güzel” günlere dönmesi olası değildir. İktidar açısından, Batı’dan ve NATO’dan kopmak bugün için kolaylıkla göze alabileceği bir seçenek olmasa da, mevcut iktidar veya ABD’nin stratejik planları değişmediği sürece gidişatın yönü bellidir. Erdoğan’ın koltuğunu koruma güdüsü ve pragmatizmi ona her türlü manevrayı, u-dönüşünü yaptırabilecek denli güçlü olsa da, mevcut konjonktürde koltuğunun devamı iktidar koalisyonunun devamına endeksli olduğundan, bu koalisyonun dağılmasına yol açabilecek hiçbir adımı göze alamamakta, bu yüzden de efelenmeleriyle gizlemeye çalıştığı ciddi kararsızlıklar yaşamaktadır. Bugünün gündemini yoğun biçimde işgal eden S-400 meselesini de bu bağlamda ele almak gerekir.
S-400 krizi
Gerek bizzat Erdoğan’ın gerekse de Rusya’nın yaptığı açıklamalar S-400 meselesinin çoktan hallolduğu, yani anlaşmanın zaten yapılmış olduğu ve Temmuz sonunda S-400’lerin teslim edileceği yönünde. ABD ise bu konuyu ne kadar ciddiye aldığını, alım gerçekleşirse yürürlüğe koyacağı yaptırımların bazılarını şimdiden hayata geçirmeye başlayarak göstermiş durumda. Rusya da ABD de farklı araçlarla iktidar üzerinde baskı kurmaya ve onu kendi tarafına çekmeye çalışıyor. Rusya açısından S-400 satışı kuşkusuz birkaç milyar doların kazanılmasıyla ilgili değil, Türkiye’nin Batı kampından-ABD’den ve NATO’dan uzaklaştırılması, kendi tarafına daha fazla çekilmesiyle ilgilidir. Dolayısıyla ABD de katı bir tutum takınarak Türkiye’ye S-400 alımının kendisi için ne anlama geldiğini ve eğer alım gerçekleşirse yaptırımlar sonucu Türkiye’nin ne kadar zor durumda kalacağını göstermektedir. Almanya da S-400 konusunda ABD’yi destekleyen bir tutum içindedir. Türkiye ise, şimdilik ibre Rusya’dan yana ağır basıyor gözükse de bu iki kutup arasında salınmaya devam etmektedir.
Mevcut durumda ibrenin Rusya’dan yana ağır basmasının sebebi Erdoğan’ın ABD’den istediklerini alamamasıdır. Erdoğan iktidarının ABD’den birinci talebi Rojava’daki Kürtlere dönük planlarını değiştirmesi, en azından Türkiye lehine revize etmesidir. Mesela bu kapsamda birkaç gün önce ABD temsilcisinin “güvenli bölgede Türkiye’yle temelde aynı noktadayız” açıklaması önemlidir, ama detaylara bakıldığında ortada bir anlaşma olmadığı, çünkü ABD’nin Türkiye’nin isteklerini karşılamak yerine oyalama taktiklerini sürdürdüğü rahatlıkla görülecektir. Türkiye’nin “güvenli bölge”de tam kontrol, YPG’nin sınırdan en az 32 kilometre güneye çekilmesi ve elindeki ağır silahları iade etmesi gibi taleplerinin hiçbiri kabul edilmiş değildir. Bu tür açıklamalar halen pazarlıkların sürdüğü dışında hiçbir anlam taşımamaktadır. İkinci talebi de kendi silah envanterini NATO’ya bu denli bağımlı olmaktan kurtarmak üzere, teknoloji paylaşımının yapılması ve ortak üretime geçilmesidir. Kuşkusuz iki konu da, yani Kürt sorunu ve bağımsız silah sanayisinin geliştirilmesi, iktidarın özellikle dış politika alanında kendi planlarını uygulamaya sokabilmesi veya devam ettirebilmesi açısından çok önemlidir. Ancak ABD’nin stratejik planları her iki konuda da Türkiye’ye taviz vermesine imkân tanımamaktadır.
Bugünkü S-400 krizinin temelini oluşturan hava savunma sistemi meselesi 90’lardan beri gündemdedir. İlkin 1991’de ve sonra da 2003’te Türkiye’de erken uyarı sistemlerinin ve Patriot füze sistemlerinin konuşlandırılması gündeme gelmiştir. Bu kapsamda Kürecik’te radar üssü kurulmuş ve NATO’nun belirlediği noktalara Patriot bataryaları yerleştirilmişti. Ancak birçok noktada Türkiye ile NATO-ABD arasında anlaşmazlık yaşanmıştı. Birincisi, NATO bu erken uyarı ve füze sistemlerini asıl olarak Rusya-İran merkezli bir tehdit algısına göre kurmuştu. Oysa Türkiye hem İran’la arasında gerilim yaratacak gelişmeler istemiyor hem de sistemin güneyden gelebilecek saldırıları kapsayacak şekilde genişletilmesini istiyordu. Yani Türkiye’yle NATO’nun tehdit algıları farklıydı. İkincisi Türkiye maliyetin tüm NATO ülkelerince paylaşılması gerektiğini söylüyordu ki bu da özellikle Avrupalı NATO üyesi ülkelerin karşı çıktığı bir husustu. Üçüncü olarak da Türkiye, bu sistemler kurulurken Rusya’nın mutabakatının da alınması gerektiğini ve hatta mümkünse Rusya’nın da bu projeye dâhil edilmesi gerektiğini savunmuştu. Dördüncü olarak Türkiye, erken uyarı sistemlerinden elde edilen istihbaratın NATO üyesi olmayan ülkelere (yani İsrail’e) verilmemesi gerektiğinde ısrar etmişti. Sonuçta bu anlaşmazlıklar çözülemedi ve süreç Patriot bataryalarının geri alınmasıyla sonuçlandı. Bunun üzerine Erdoğan iktidarı, önce Çin’den sonra da Rusya’dan füze sistemi alma yoluna giderek bir anlamda NATO’ya ve ABD’ye “size mahkûm değilim” mesajı vermek istedi.
Bu sebeple de S-400 krizini basit ve teknik bir ayrıntı olarak değil, bugünkü siyaset sürdürüldüğü koşullarda, işi Türkiye’nin NATO’dan çıkması veya çıkartılmasına varabilecek kadar ciddi bir sürecin parçası olarak ele almak gerekiyor. İktidarın S-400 füze sistemini almak istemesi Batı’yla-ABD’yle ilişkilerde gelinen durumu özetler niteliktedir. İktidar, ABD’nin kontrolündeki NATO sistemiyle kendini sınırlamayı çıkarları açısından uygun görmemektedir. Erdoğan dönemiyle birlikte Türkiye, NATO’daki ve Batı kampı içindeki eski pozisyonunun kendine yetmediğini ve daha “eşit” bir üye olmak istediğini her fırsatta dile getirmiş fakat istediğini elde edememiştir. Bu da ilişkilerde gerilime ve soğumaya neden olmuştur. Ancak Türkiye’nin bir bütün olarak Batı’yla ilişkileri ABD’yle olan ilişkisine ve NATO üyeliğine sıkı sıkıya bağlı olduğundan, iktidar NATO’dan çıkmayı ya da o anlama gelecek adımları atmayı da şimdilik göze alamamakta fakat askeri ve siyasi açıdan NATO’ya olan bağlılığını azaltmaya dönük her fırsatı değerlendirmeye çalışmaktadır. Ne var ki iktidarın bu niyetinin hayata geçmesinin önünde ciddi engeller bulunmaktadır. Türkiye silah envanteri açısından ABD’ye ve Almanya’ya o denli bağımlı durumdadır ki, yüzlerce tankın, uçağın, füze sistemlerinin vb. yerine Rus veya Çin malı silahların geçirilmesi mümkün değildir. İkinci olarak Türkiye’nin ABD ve Batı’ya bağımlılığı sadece askerî alanda değil en başta ekonomik-mali alandadır ve Batılı ülkeler her fırsatta bu kozu Türkiye’ye karşı kullanmaktadırlar.
Yine de, Türkiye’nin NATO’yla ilişkilerinin geldiği noktaya ve gidişata ilişkin söylediklerimizin de ışığında, Türkiye’nin S-400’leri alması ve hatta kurması (kimilerine imkânsız ve saçma görünse de), normal zamanların mantığıyla değil de içinden geçilen olağanüstü dönemlerin özelliklerine göre düşünenler açısından hiç de imkânsız değildir. Unutmamak gerekir ki, bu tür olağanüstü dönemlere has koşullar, merkezkaç kuvvetlerin artmasının da etkisiyle, bilhassa Türkiye gibi ciddi açmazlar içindeki ülkelerin iktidarlarını maceracı ve saçma görünen kararlar almaya götürebilir. Kuşkusuz ağır ekonomik ve siyasi bedelleri olacak böylesi tarihsel-stratejik kararların alınması, en maceracı iktidarlar veya liderler açısından bile kolay değildir, ama mümkündür. Elbette yüz yüze kalınacak yaptırımların o iktidarlar için doğuracağı yaşamsal tehdit baki kalmak koşuluyla! Sonuçta S-400 krizi de dâhil olmak üzere Türkiye ile ABD arasındaki gerilimlerin hepsi de yürüyen emperyalist savaşın ve hegemonya mücadelesinin bir parçasıdır. Bu kapışmanın ana tarafları olan ABD ve Rusya arasındaki mücadele, güçler dengesi, Türkiye gibi ülkelerin politikalarını belirlemektedir. Mevcut iktidar da kendi çıkarları doğrultusunda ABD’nin politikalarında değişikliğe gitmesini sağlamaya çalışmakta ve bunun için de her türlü kozu kullanmaya çalışmaktadır.
Öte yandan mevcut iktidarın bir koalisyon olduğunu unutmamak ve dolayısıyla yapılacak tercihleri de homojen bir iktidar yapısının tercihleri olarak düşünmemek gerekiyor. İktidar koalisyonunun bileşenlerinin öznel çıkarları, ideolojik-tarihsel arka planları ve buna uygun stratejik-politik yönelimleri söz konusudur. Bir an önce NATO’dan çıkılmasını ve Batı kampından ayrılınmasını savunanlar olduğu gibi, olayların gidişatı buna zorlasa da ayak direyenler ve farklı çıkış yolları arayanlar da mevcuttur. Erdoğan ve ekibinin zaman kazanmaya dönük taktiklerinin de gösterdiği gibi, iktidarın yönelimini esas olarak ABD’nin izleyeceği politikalar ve taktikler belirleyecektir. Sürecin şimdiki gibi ağır aksak ilerlemesi veya hızlanması ABD’nin atacağı adımlara ve buna karşı Türkiye’nin yapmak durumunda kalacağı hamlelere veya karşı adımlara bağlıdır. Eğer Türkiye, bizzat Erdoğan’ın söylediği gibi S-400 füzelerini alırsa (sistemi kurup kurmayacağı da gerilimi bir üst seviyeye çıkaracak ikinci bir konudur), belki bir anda NATO’dan çıkartılması değil ama ciddi ekonomik-siyasi-askerî yaptırımlara maruz kalması yahut bazı NATO anlaşmalarından ve/veya organlarından çıkartılması gündeme gelebilecektir. Erdoğan bir yandan ABD ile Rusya arasında, öte yandan koalisyon ortakları ile burjuva muhalefetin basıncı arasında sıkışmış vaziyettedir.
Öngörmek gerekir ki, S-400’lerin alımı gibi, mevcut iktidarın Türkiye’yi NATO’dan uzaklaştıracak her adımı Batı kampından da uzaklaşmak anlamına gelecektir. Türkiye’nin içinde bulunduğu sıkışmışlık, açmaz ve bu durumun yarattığı basınç, iktidar koalisyonu içindekiler de dâhil olmak üzere burjuva kesimler arasındaki çelişkileri ve gerilimi arttırmaktadır. S-400 krizi, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz ve 31 Mart seçimlerinin iktidar açısından hiç de hoş olmayan sonuçlarıyla birleşerek Erdoğan’ı ciddi biçimde zorlayan bir faktöre dönüşmüş durumdadır. Erdoğan, böylesi bir sıkışmışlık sürecinde ABD ve Batı’yla ters düşmeyi, hele de ciddi ekonomik ve siyasi yaptırımlara maruz kalmayı hiç istememekte ancak iktidar ortaklarının basıncını da üzerinde hissetmektedir. Mevcut tablo, çeşitli açıklamalarla kuyruğu dik tutmaya çalışsa da Erdoğan’ın karar vermekte zorlandığını ve zaman kazanmak için debelendiğini göstermektedir.
Sürecin ve S-400 krizinin nasıl ilerleyeceğini önümüzdeki günlerde göreceğiz. Kendi sınıf çıkarları açısından Türkiye burjuvazisinin iki emperyalist bloktan hangisinin içinde olacağına dair tartışmalarda işçi sınıfı bir taraf olamaz. Bugün bedelini emekçilerin ödediği bir emperyalist paylaşım savaşı yürümektedir ve bu savaşın sorumluluğunu her iki emperyalist blok da taşımaktadır.
[1] Berlin Ablukası (1948), Çekoslovakya’da Komünist Partinin SSCB desteğiyle iktidarı alması (1948), Avrupa’da Komünist Partilerin güç ve prestij kazanması, o dönemde Batı Avrupalı kapitalist devletlerin, en başta da İngiltere ve Fransa’nın Sovyet korkusunu körüklemişti.
[2] Selim Fuat, NATO’nun Naturası, Mayıs 2009, marksist.com
[3] Bu konuda daha detaylı bilgi için bkz. Deniz Moralı, “Yeni Dünya Düzeni” ya da Yeni Emperyalist Paylaşım, marksist.com
[4] Bkz. Selim Fuat, NATO’nun Naturası
[5] Üye olmasıyla birlikte Türkiye’de 5 adet ana NATO üssü kurulmuştur; İstanbul NATO Hızlı Dağıtım Kolordusu, İzmir Kara Kuvvetleri Komutanlığı, Konya 3. Ana Hava Jet Üssü, Adana İncirlik Hava Üssü, Diyarbakır Hava Üssü. Barındırdığı nükleer silahlar ve Körfez Savaşından itibaren ABD tarafından yoğun biçimde kullanılması itibariyle İncirlik Üssü en çok bilinendir.
[6] Bu konuda ayrıntılı bir okuma için Mehmet Sinan’ın Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP adlı yazı dizisine bakılması faydalı olacaktır.
link: Kerem Dağlı, Türkiye-NATO İlişkisi Üzerine, 16 Haziran 2019, https://marksist.net/node/6686
Sorunlarımızın Asıl Nedeni Göçmenler mi?
Harlan Madeninin Sembolleşen Şarkıları