AKP, iktidarının ilk döneminde, Batılı büyük emperyalist güçlerle ilişkilerinde sorun çıkartan hususları çözerek yol almak, onlarla ortaklık içerisinde bölgedeki etkisini arttırmak ve Ortadoğu merkezli yürüyen paylaşım kavgasından kendisine de anlamlı bir pay kapabilmek için uğraşıyordu. Bu doğrultuda dış politika alanında “komşularla sıfır sorun” şiarıyla Kıbrıs ve Ermenistan sorununun çözülmesini, sınır ötesine taşan kapsamıyla Kürt sorununda mesafe kaydedilmesini hedefliyordu. Ne var ki, kısa süre içerisinde, bu başlıklarda ileri sürülen “açılımlar” ve “çözüm” çabaları sonuçsuz kaldı. Bunda, AKP’nin sözkonusu sorunların çözümü doğrultusunda geleneksel devlet çizgisinin dışına köklü bir çıkış yapmayı başaramaması ve “samimiyetsizliği” bir rol oynamıştır, ama daha da önemli ve belirleyici rolü değişen uluslararası koşullar ve Ortadoğu’daki paylaşım savaşının şiddetlenmesiyle oluşan yeni durumlar oynamıştır. Koşulların değişmesiyle, ayağındaki prangalardan kurtulursa emperyal niyetleri doğrultusunda bir sıçrama yapabileceği hayalleri yerini eldekini koruma refleksine bırakmış oldu. Bir başka deyişle, AKP şefleri de TC’nin geleneksel fabrika ayarlarına geri dönüp ona uyum sağlamak durumunda kaldılar. Sonuç olarak, Ermenistan’la yaşanan sorun buzdolabına kaldırılıp gündemden düşürüldü; uluslararası bir boyut kazanan Kürt sorununda “güvenlik politikaları”na geri dönüldü. Kıbrıs sorunu ise hiçbir mesafe kaydedilemeden varlığını sürdürdüğü gibi, son yıllarda ortaya çıkan yeni olgularla yeni boyutlar kazanmaya başladı.
İngiliz sömürgeciliğine karşı savaşım, bağımsız Kıbrıs cumhuriyetinin ilanı, Kıbrıslı Rum ve Türk toplumları arasına nifak tohumları ekilmesi, karşılıklı pogromlar, TC’nin 1974’te adaya asker çıkarması ve kısa süre sonra da KKTC adında güya bağımsız bir devletin ilanıyla sorunun tam bir çıkmaza girmesi… Yakın zamana kadar Kıbrıs sorununun oluşum ve gelişiminde temel köşe taşları bunlardı. Kıbrıs sorunu geçmişte atılmış adımların yarattığı sorunların temizlenmesi olarak somutlanan bir sorun olarak gözüküyordu. Ancak son dönemde bölgede bulunan zengin hidrokarbon yatakları, soruna, bugüne ve geleceğe dair yeni bir boyut da eklemiş oldu. Meselenin odağı bu kaynakların nasıl paylaşılacağına doğru kaydıkça, Kıbrıs’ı kendi toprağı olarak gören Yunanistan ve Türkiye’nin egemenleri, sorunu giderek artan ölçüde yokuşa sürmeye başladılar. ABD, AB ve İngiltere açısından da daha düne kadar jeo-stratejik konumuyla bir önem taşıyan ada ülkesi artık doğrudan yüksek ekonomik çıkarların konusu haline gelmiştir. Kıbrıs meselesi, yeni bulunan hidrokarbon yatakları nedeniyle artık Doğu Akdeniz’in paylaşımı meselesinin kilit önem taşıyan bir parçasıdır.
Doğu Akdeniz ve hidrokarbon yatakları
Bölge, milenyumdan itibaren çok daha büyük bir önem kazanmış ve yalnızca bir ulaşım yolu olarak değil, yeni ve zengin bir hidrokarbon yatağı olarak öne çıkmaya başlamıştır. Zira özellikle 2010 yılından itibaren Doğu Akdeniz havzasında zengin petrol ve doğalgaz yatakları keşfedilmiştir. Bunların bir kısmı İsrail açıklarında, bir kısmı Mısır’ın Nil deltası açıklarında, bir kısmı da Kıbrıs adasının çevresinde bulunuyor. Kesinleşmemiş olmakla birlikte, bölgede 8 ilâ 30 milyar varillik petrolün yanı sıra 3,5 ilâ 13,5 trilyon metreküp doğalgaz rezervi olduğu söyleniyor.[1] Şu anki fiyatlara göre bu tahmini rezervlerin parasal değeri 10 ilâ 40 trilyon dolar civarındadır.
Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesine göre, bu hidrokarbon yatakları üzerinde Mısır, İsrail ve Filistin, Lübnan, Suriye, Türkiye ve Kıbrıs söz hakkına sahipler. Doğu Akdeniz’deki enerji yataklarından yararlanılabilmesi için bölge ülkeleri arasındaki ilişkilerin düzelmesi ve kronikleşen sorunların çözüme bağlanması gerekiyor. Ama tam da bu noktada tarihsel, siyasal problemler kapitalist çıkar çatışmasını daha da çetrefilli kılarak sorunu bir kördüğüm haline getiriyor. Bölgedeki en büyük güç olan Türkiye, Filistin yönetimi hariç herkesle kavgalı. İsrail hem Filistin’le hem de Lübnan ve Suriye’yle kavgalı. Lübnan ile İsrail arasındaki deniz sınırı anlaşmazlığının yanı sıra Kıbrıs’ın fiilen ikiye bölünmüş durumu da ciddi ihtilaflar doğuruyor.
Münhasır Ekonomik Bölge ve deniz sınırları
Keşfedilen hidrokarbon yatakları deniz dibinde bulunuyor. Doğal kaynakların paylaşımı sözkonusu olduğunda deniz sınırları, kara sınırlarının tersine birçok durumda ciddi ihtilaflara yol açıyor. Denizlerden faydalanmak için ülkeler Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilan ediyorlar. MEB, Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesiyle[2] düzenleniyor. Devletlerin 12 millik karasularının bittiği yerden başlayıp 200 millik bir alanı kapsıyor. Doğu Akdeniz’de karşılıklı kıyıların uzaklığı 400 milden kısa olduğundan, bu bölgelerin taraf devletlerce karşılıklı mutabakat yoluyla belirlenmesi gerekiyor.
Bölgedeki hidrokarbon kaynaklarının önemli bölümü Kıbrıs’a ait. Sorun da burada düğümleniyor; Kıbrıs kime ait? Tüm dünya Kıbrıs adasının bütününü Kıbrıs Cumhuriyeti olarak tanıyıp, kuzeydeki Türk bölgesini Türkiye’nin işgali altında bir bölge olarak değerlendirirken; TC, Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımayıp onu Güney Kıbrıs Rum Yönetimi olarak adlandırıyor. Ne var ki TC’nin tek taraflı adlandırmalarını ciddiye alan olmadığından, Kıbrıs Cumhuriyeti, burjuva hukuk açısından meşru yönetim olarak diğer ülkelerle resmi ilişkiler kurarak ilerliyor. 2004 yılında BM’ye MEB ilanında bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti, takip eden yıllarda Mısır, İsrail ve Lübnan’la yaptığı ikili anlaşmalarla MEB sınırlarını kesinleştirmişti. Ancak Kıbrıs Cumhuriyeti’ni resmen tanımayan Türkiye onunla böylesi bir anlaşma da yapamamakta ve dolayısıyla sorun çıkmaza sürüklenmektedir. Dahası BM Deniz Hukuku Sözleşmesini tanımadığı için onun düzenlediği MEB’i de ilan edemiyor Türkiye.
Türkiye hem Yunanistan’la hem de Kıbrıs Cumhuriyeti’yle deniz sınırları konusunda anlaşmazlık yaşıyor. Yunanistan’la yaşanan sorunun bir boyutunu, karasularının 6 mil mi yoksa 12 mil mi olacağı sorusu teşkil ederken, Girit ve Kıbrıs adaları arasında kalan bölgenin hangi ülkenin denetiminde olacağı da anlaşmazlık konusudur. Her ikisi de pazarlığa yukarıdan başlamak için muhatabınca kabul edilmeyeceği bariz olan iddialarda bulunuyorlar. Yunanistan, Kaş ilçesinin hemen dibindeki Meis adasının kendi toprakları olmasından hareketle bu bölgenin neredeyse tümünün kendisine ait bir MEB olduğu iddiasındadır. Bunun karşısına Türkiye de aynı oranda mantık dışı bir iddiayla Kıbrıs’ın batı ve güneybatı denizlerinde kendi adına hak talep edip, bu bölgelerde sondaj çalışmaları için TPAO’ya ruhsat veriyor.
Türkiye bununla da kalmıyor, Kıbrıs’ın güney ve doğusundaki denizlerde de “KKTC”nin hakkının olduğunu ileri sürüyor. Türkiye’nin yönlendirmesiyle “KKTC”, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Münhasır Ekonomik Bölge olarak ilan ettiği bölgenin parselleri üzerinde hak iddia ediyor. Dünyada hiçbir ülkenin resmen tanımadığı “KKTC”, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’na (TPAO) bu parsellerin yaklaşık yarısında arama ruhsatı vermiştir. Sözkonusu parseller Kıbrıs adasının güneyinde bulunuyor ve “KKTC” kıyısıyla bir ilişkisi dahi mevcut değil. “KKTC” bir yandan kendisinin bağımsız bir devlet olduğunu iddia ederken, işine geldiğinde Kıbrıs’ın geri kalanının karasularında da hak iddia etmekten geri durmuyor.
Rezervlerin nasıl paylaşılacağı kavgasının yanı sıra, çıkartılacak kaynakların hangi yolla Avrupa’ya ulaştırılacağı da rekabet ve çatışma konusu durumundadır. İsrail açıklarındaki hidrokarbon yatakları keşfedildiğinde bunların İsrail-Türkiye arasında kurulacak bir boru hattıyla Avrupa’ya aktarılması projesi revaçtaydı. Ancak gerek bu iki ülke arasında bozulan ilişkiler nedeniyle İsrail’in, gerekse de Kıbrıs-Yunanistan-AB’nin Türkiye’yi devre dışı bırakacak adımları sonucunda alternatif güzergâh arayışları yoğunlaşmıştı.
Gelinen noktada, Doğu Akdeniz Boru Hattı (EastMed) adıyla anılan proje üzerinde bir mutabakata varılmış gözüküyor. İsrail’in Leviathan sahasından başlayacak boru hattının Kıbrıs’a, oradan da Girit üzerinden Yunanistan’a ulaşması ve İtalya’da sonlanması planlanıyor. Ne var ki uzun zamandır konuşulmasına rağmen bu projede henüz somut adımlar atılabilmiş değildir. Zira paylaşım kavgası ve siyasi çekişmelerin dışında sorunun bir boyutunu da ekonomik maliyetler oluşturuyor. Deniz dibinden çıkarılacak oluşu, hidrokarbon ürünlerinin kalitesinin tam belli olmayışı, 2000 kilometrelik deniz dibi boru hattıyla transfer edilecek oluşu ve son yıllarda düşen petrol ve doğalgaz fiyatları, bu kaynakları çıkartıp satmayı şu dönemde çok da cazip kılmıyor. Bu alanda işlerin yavaş ilerlemesinin temel sebebi bu; yoksa sözkonusu kaynaklar üzerinde hak iddia eden kapitalist devletlerin (ve arkalarındaki emperyalist güçlerin) çoktan gerilimi en üst düzeye çıkartmış olacaklarını tahmin etmek güç değil.
Bir diğer alternatifi ise Kıbrıs ile Mısır arasında bir boru hattı oluşturularak gazın Mısır’a taşınması, oradaki tesislerde sıvılaştırılarak gemilerle Avrupa’ya iletilmesi oluşturuyor. Son haftalarda bu doğrultuda Kıbrıs Cumhuriyeti ile Mısır bir anlaşmaya vardıklarını ilan etmişlerdi. Öyle görünüyor ki, Kıbrıs Cumhuriyeti birkaç koldan yürüyerek sonuca varmak istemektedir.
Emperyalistler de devrede
Suriye’deki savaş bahanesiyle neredeyse dünyanın tüm emperyalist efendileri Doğu Akdeniz’de donanmalarıyla bayrak gösteriyorlar. Şu anda 12 ülkeye ait irili ufaklı donanma Kıbrıs adasının çevresini mesken tutmuş durumda. Bu donanmaların yanı sıra dünyanın en büyük petrol ve doğalgaz şirketleri de çoktandır bölgede faaliyet yürütüyorlar. Kıbrıs Cumhuriyeti, İtalyan ENI, Fransız TOTAL, İsrail-Amerikan ortaklığı olan Noble Energy, Amerikan EXXON Mobil’le anlaşmalar imzalamış durumda. Erdoğan iktidarının ender “dost”larından Katar’ın petrol şirketi Katar Petrol de imtiyaz anlaşması imzalayan şirketlerin arasındadır. Bir diğer “dost ülke” olan Rusya’nın Novatek adlı şirketi de Lübnan’da arama çalışmaları için ENI ve TOTAL’le konsorsiyum kurmuştur.
Bölgedeki kaynakların nasıl paylaşılacağı sorunu TC’nin yalnızca bölge ülkeleriyle değil AB ve ABD ile ilişkilerine de yeni bir sorun başlığı olarak eklenmiş durumdadır. TC bölgeyle ilgili tüm projelerde kendi onayının da alınmasını isterken, Avrupa Komisyonu, Türkiye’ye Kıbrıs sahasındaki kaynaklardan uzak durması konusunda uyarılarda bulunuyor. Ham petrolün %90’ını, doğalgazın da %66’sını dışarıdan alan Avrupa Birliği, Rusya’ya alternatif bir enerji tedarikçisi bulmak kaygısıyla bölgeyle doğrudan ilgilenmekte ve EastMed projesine doğrudan destek vermektedir; aslında Kıbrıs AB üyesi olduğundan, zaten AB doğrudan konunun tarafı durumundadır.
ABD de, Yunanistan-Kıbrıs-İsrail ortaklığını geliştirmeye çalışıyor. ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, bu ülkeleri sayarak “bölgedeki demokratik müttefiklerle” ilişkileri güçlendireceklerini söylüyor. Konunun taraflarından biri olan Türkiye’nin adının geçmemesinin yanı sıra “demokratik müttefikler” vurgusunun yapılmasının imalı bir mesaj olduğu açıktır. ABD bu ülkelerle birlikte hem bölgenin gaz ve petrol kaynakları üzerinde ayrıcalıklar elde etmeyi, hem de bölgenin gazını Avrupa’ya ulaştıracak yeni bir enerji hattı inşasıyla Rusya’nın Avrupa’nın yegâne gaz tedarikçisi olma konumunu kırmayı hedefliyor.
TC’nin Kürt sorunu nedeniyle ABD’nin Ortadoğu politikalarına çomak sokma gayretlerine karşın ABD bölgede Yunanistan’ı öne çıkarmaya çalışır bir görüntü çiziyor. Pompeo’nun “Birleşik Devletler Yunanistan’ın bölgesel istikrar ve işbirliğini teşvik etmekte sergilediği liderlik ve vizyonu, bilhassa Atina’nın Doğu Akdeniz’de ve Balkanlar’da ortak bölgesel ekonomik ve güvenlik çıkarlarını geliştirme yönündeki girişimlerini övgüyle karşılıyor” şeklindeki açıklaması bunu yansıtıyor. ABD, Yunanistan’ın yanı sıra EastMed projesine resmen dâhil olan İtalya’yla da “stratejik diyalog” başlığı verilen görüşmeler yürütüyor.
Türkiye’yi köşeye sıkıştıran ve bölge kaynaklarından uzak tutan girişimlerin sonuncusu ise geçtiğimiz ay Kahire’de Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nun kurulması oldu. İtalya, Yunanistan, İsrail, Mısır, Kıbrıs, Filistin ve Ürdün, Kahire’de yaptıkları bir toplantıyla, Doğu Akdeniz Gaz Forumu’nun (DAGF) kurulduğunu ilan ettiler. TC’yi dışarıda bırakan bu forum, merkezi Kahire’de olan kurumsal bir yapı teşkil edecek. Amacı da “doğalgaz arz ve talebini temin ederek, oluşacak gaz piyasasını üyelerin çıkarlarına uygun hale getirmek” olacak. Forumun yapısı ve nasıl bir iç işleyişe sahip olacağı gibi hususlar Nisan ayında yapılacak bir zirvede belirlenecek. Avrupa Birliği bu foruma doğrudan destek veriyor. TC’nin yanı sıra, Lübnan ve Suriye’nin de bu forumun dışında bırakılması, ABD’nin sözünü geçirdiği ülkeleri bloklaştırması olarak düşünülebilir. Bu foruma Filistin’in de dâhil edilmesi, Türkiye’nin elindeki kozlardan birinin daha zayıflatılması anlamına da geliyor.
AB ve ABD’yle sorunlar yaşayan TC, bu konuda da Rusya’dan destek bulmaya çabalıyor. Rusya ise, bir yandan Türkiye’yle ABD arasındaki ihtilafları büyüterek onu daha çok yanına çekmeye çalışırken bir yandan da Kıbrıs’la ilişkilerini bozmamaya çalışıyor. Zira Kıbrıs, Rusya’nın Avrupa’da iyi ilişkilerinin olduğu sayılı ülkelerden biridir, birçok Rus şirketi Kıbrıs üzerinden çalışıyor. Dolayısıyla her iki tarafa birden destek olamayacağından Rusya’nın açıkça taraf tutmayarak bu soruna mesafeli durması daha güçlü ihtimal olarak gözüküyor.
Kıbrıs meselesi nedeniyle TC’nin diplomatik alanda karşılıksız kalan adımları onu fiili durumlar yaratmaya zorluyor. Geçen yıl Türk donanmasının Kıbrıs Cumhuriyeti adına sondaj aramalarına başlayan İtalyan enerji devi ENİ’ye ait sondaj gemisini engellemesi, meselenin askeri bir kriz boyutuna ulaşma potansiyeline işaret ediyor. Keza bu olaydan sonra devreye giren Amerikan EXXON Mobil’e ait araştırma gemilerine ABD’nin 6. Filosunun eşlik etmesi, Türkiye’nin fiili engelleme çabalarına pabuç bırakılmayacağına dair net bir mesajdı.
TC egemenleri, “savaş gemilerimiz, hava kuvvetlerimiz ve diğer güvenlik birimlerimiz şu anda bölgedeki gelişmeleri her türlü müdahaleyi yapma yetkisiyle yakından takip ediyorlar. Kıbrıs açıklarında faaliyet yürüten yabancı şirketlere Rum tarafına güvenerek, haddi olmayan işlere alet olmamalarını tavsiye ediyoruz. Bizim için Afrin ne ise Ege’deki, Kıbrıs’taki haklarımız da odur” diyerek kuyruğu dik tutmaya çalışıyorlar. Ama bu efelenmelerin pek bir karşılığı olmadığını bildiklerinden, tek taraflı olarak hak ilan ettikleri bölgelerde araştırma ve sondaj çalışmalarına hız vermeye yöneliyorlar. Türkiye, geçen yılın sonbahar aylarından bu yana Alanya açıklarında sondaj çalışmaları yürütüyor. Şimdi satın aldığı ikinci bir sondaj gemisiyle Kıbrıs’ın güneyinde de araştırmalara başlayacağını açıklıyor.
Öyle gözüküyor ki, önümüzdeki dönemde Doğu Akdeniz’de sular çok daha fazla ısınacaktır. Türkiye’nin egemenleri, güney kara sınırlarının derdine düşmüşken, güney denizlerinde de giderek artan ölçüde bir sıkışma yaşamakta ve Batılı güçlerle bir de bu hususta gerilimler büyümektedir. Gerek Yunanistan’ın gerek Türkiye’nin gerekse de adadaki Rum ve Türk elitlerinin paylaşım kavgası nedeniyle çözümsüz kalan Kıbrıs meselesinin acısını en çok adanın Rum ve Türk emekçilerinin yaşadığı apaçık bir gerçektir.
Kapitalist olmayan bir dünyada insanlığın refahını arttıracak olan yeni doğal kaynaklar, kapitalist bir dünyada halkların başına yeni çorapların örülmesine, yeni paylaşım kavgalarına, var olan kavgaların daha da büyümesine yol açıyor. Kapitalist egemenlerin paylaşım kavgaları ve siyasi hırsları, halkları birbiriyle kaynaşmaktan da, bölgenin zenginliklerinden faydalanma şansından da mahrum ediyor.
[1] “ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi tahminlerine göre Kıbrıs, Lübnan, Suriye ve İsrail arasında kalan bölge olan Levant Havzasında 3,45 trilyon metreküp doğalgaz ve 1,7 milyar varil petrol bulunuyor. Yine Nil Delta Havzasında yaklaşık 1,8 milyar varil petrol, 6,3 trilyon metreküp doğalgaz ve 6 milyar varil sıvı doğalgaz yatağı olduğu tahmin ediliyor. Kıbrıs Adası çevresinde olduğu düşünülen 8 milyar varil petrol yatağının dışında Heredot olarak adlandırılan Girit’in güney ve güneydoğusundaki alanda ise toplam 3,5 trilyon metreküplük doğalgaz bulunduğu tahmin ediliyor.” (http://www.hurriyet.com.tr/gundem/dogu-akdenizde-buyuk-oyun-3-trilyon-do...)
Dünyada kanıtlanmış doğalgaz rezervleri toplam 190 trilyon m3 civarındadır. Bunun dağılımında Rusya 45 trilyon m3’le ilk sıradadır. Onu 34 trilyon m3’le İran ve 25 trilyon m3’le Katar takip ediyor.
[2] 12 millik karasuları tanımlaması gibi nedenlerle Türkiye bu uluslararası anlaşmayı tanımıyor.
link: Oktay Baran, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de Paylaşım Kavgası Kızışıyor, 3 Şubat 2019, https://marksist.net/node/6587
Fransa-Almanya Anlaşması Ne Anlama Geliyor?
Tehlikenin Ortasında…