Bugünlerde Kıbrıs sorununda sessiz sedasız bir görüşme trafiği yürüyor. Türkiye ve Yunanistan’ın yanı sıra ABD, AB ve Birleşmiş Milletler’in de devrede olduğu bu görüşmeler, belli ki muhalif seslerin mümkün olduğunca kesilmesi ve müzakerelerin hızlı ve sorunsuz bir şekilde yol alması amacıyla medyanın gündeminden olabildiğince uzak tutuluyor. Yaklaşık iki yıl önce kesilen görüşmelerin ardından geçtiğimiz Ekim ayında yeniden başlaması kararlaştırılan bu müzakerelerde tarafların dikkat çekici ölçüdeki “yapıcı” tutumlarına bakılacak olursa, öncekilerden farklı olarak bu kez uzlaşmaya daha müsait bir ortamın varlığından söz etmek mümkün.
Müzakerelerin genel çerçeve itibarıyle Annan Planını esas aldığı söyleniyor. Ayrıntıları müzakere masasında netleştirilecek olan bu plan, iki kurucu devlete dayalı federal bir birleşik devleti öngörüyor. Müzakereler tamamlanıp liderler tüm hususlarda anlaşma sağlandığını beyan ettiklerinde, her iki kesimde eş zamanlı bir referandum gerçekleştirilmesi hedefleniyor. Bu referandumlardan evet sonucu çıkması halinde kurulacak olan Birleşik Kıbrıs Cumhuriyeti aynı zamanda AB üyesi bir devlet olarak hayata gözlerini açacak. Şubat ayında adanın kuzeyini ve güneyini temsilen bir araya gelen Derviş Eroğlu ile Nikos Anastasiadis, bu genel çerçeve üzerinde mutabık olduklarını açıkladılar.
Bu liderlerin geçmişteki müzakere süreçlerinde takındıkları tutumlara bakacak olursak, Güney’de 2013’te cumhurbaşkanı seçilen Demokratik Seferberlik Partisi (DİSİ) lideri Nikos Anastasiadis’in, 2004 sürecinde partisinin ağırlıklı bir kesiminin karşı çıktığı Annan Planını desteklediğini görüyoruz. Kuzey’de 2010’da “cumhurbaşkanı” seçilen Ulusal Birlik Partisi lideri Derviş Eroğlu ise, aynı süreçte Annan Planının öngördüğü “iki kurucu devlete dayalı federatif birleşik Kıbrıs” formülüne karşı çıkarak “iki ayrı devlet” formülünü savunuyordu. Nihayetinde, Güney’in AB üyeliği başlamadan bu sorunu çözmek üzere aceleyle referanduma sunulan Annan Planı Kuzey’de %65 oyla kabul edilirken, Güney’de %76’ya ulaşan bir oyla reddedilmiş ve böylece gündemden düşmüştü. Bu arada güneydeki Kıbrıs Cumhuriyeti AB’ye üye oldu. 2008’de tekrar başlayan görüşmeler de izleyen süreçte uzlaşmayla sonuçlanamayarak kesildi.
Şimdi ise yeni bir görüşme trafiği başlatılmış durumda ve taraflar uzlaşmaya meyilli bir tutum sergiliyorlar. Buna paralel olarak ise adanın her iki kesiminde de müzakerelerin anlaşmayla sonuçlanacağına dair yüksek bir beklenti oluşturulmuş durumda. Peki bu sorun yarım asırdır gündemdeyken ve şimdiye dek onlarca müzakere masası devrilmişken, neden taraflar bu kez anlaşmaya daha istekli görünüyorlar? Onyıllardır kendi çıkarları yüzünden halklara tarifsiz acılar yaşatan egemenler, ne oldu da şimdi böylesine heveskâr bir yaklaşım içine girdiler? Bu soruların yanıtı denizin altında saklı: Adanın güney sularında keşfedilen doğalgaz ve petrol yatakları!
Kıbrıs Cumhuriyeti üç yıl önce ada sularında petrol ve doğalgaz araştırması için sondaj çalışmaları başlatmış ve Türkiye, bu kaynaklarda Kuzey’in de söz sahibi olduğunu söyleyerek sondaj faaliyetini engellemeye uğraşmıştı. Fakat nihayetinde Türkiye’nin bu uğraşları boşa çıktı ve söz konusu çalışmalar Kıbrıs’ın güney açıklarında beklentileri karşılayacak zenginlikte doğalgaz rezervlerinin bulunduğunu doğruladı. Egemenlerin ağzının suyunu akıtan bu zenginlik şimdi nakde dönmeye hazır bir şekilde çıkarılmayı bekliyor. Ancak bunun sorunsuz bir şekilde yapılabilmesi için öncelikle Kuzey’le Güney arasındaki ihtilafa ve adanın bölünmüşlüğüne son verilmesi gerekiyor. Bunun yanı sıra, çıkarılan doğalgazı Avrupa’ya ihraç etmenin en ekonomik yolu Türkiye üzerinden inşa edilecek bir boru hattından geçiyor ve egemenler açısından sorunun çözülmesi bu bakımdan da kendini dayatıyor. Çıkarlar büyük olunca da masalar daha bir şevkle kuruluyor ve eski düşmanların dost oluvermesi kolaylaşıyor. On yıllardır Türk ve Rum ada halkını birbirinden koparan ve düşmanlaştırıcı bir siyaset izleyen Kuzeyli ve Güneyli egemenler ve bunların Türkiye ve Yunanistan’daki ağababaları, işin içinde yeni kâr kaynakları olunca birden yumuşayıp tavırlarını değiştiriveriyorlar. Enerji kaynaklarına ulaşmak için dünyanın pek çok bölgesinde savaşlar çıkaran burjuva güçler, bu kez sulhe ihtiyaç duyuyorlar. Yağmalanacak ganimet tüm soyguncuların elbirliğini gerektiriyorsa, yaşasın barış ve birlik! İşte kapitalizmde egemenlerin dostluğunun sırrı!
Ekonomik krizin ve doğalgazın dayattığı çözüm arayışı
Bilindiği gibi, dünya ekonomik krizi Kıbrıs’ın gerek güneyini gerekse kuzeyini şiddetli bir biçimde etkiledi. Yunanistan’ın iflas noktasına gelmesi Güney’in uçuruma sürüklenme hızını daha da arttırırken, bu küçük devlet, yaklaşık bir yıldır, iflastan kurtulmak üzere sarıldığı AB-IMF Troykasının ağır yaptırım paketleri altında can çekişiyor. Kişi başına 20 bin avroyu aşan milli geliriyle övünen Güney burjuvazisi, ülkenin bir anda kişi başına 12 bin avroluk bir borçla yüz yüze kalmasına yol açmış ve tüm yükü en ağır şekilde emekçilerin sırtına bindirmiştir. Ülkenin onlarca yıllık geleceği ipotek altına alınmıştır. İflaslar, özelleştirmeler ve kamu hizmetlerinde kısıntıya gidilmesi nedeniyle işsiz kalan, izlenen kemer sıkma politikası yüzünden emeklilik yaşı artan, iş saatleri uzatılan ve ücretleri düşürülen Rum işçiler, geçtiğimiz yıl güçlü bir patlamayla dışavurdukları üzere, büyük bir öfke içindedirler.
Adanın kuzeyinde de benzer bir durum söz konusudur. Ekonomisi tümüyle Türkiye’ye bağımlı olan, memur maaşlarını bile Türkiye’den gönderilen paralarla ödeyen KKTC adındaki sözde bağımsız devlet, fiiliyatta TC’nin bir eyaleti olarak varlık sürdürüyor. 30 yıl boyunca adanın kuzeyinde TC’nin sömürge valisi olarak görev yapan Rauf Denktaş’ın oğlu Serdar Denktaş, 2003 yılında verdiği bir demeçte, Kuzey’in içinde bulunduğu durumu şöyle özetliyordu: “Türkiye’den para geldi ve burada bir memur devleti kurduk.… Bir 28 yıl işte böyle yaşadık ve iktidarda da bu yöntemle kaldık. Ama ne zamanki Türkiye’de ekonomik kriz tırmandı, Kıbrıslı Türk bu krizden sizden iki kat daha fazla etkilendi. Ayrıca düzenimizin fazla demokratik olduğu, gösteri, yürüyüş ve sendikal hakların kısıtlanması gerektiği de Türkiye’nin bürokratları tarafından bize söylenmeye başladı.”
40 yıldır Türk ordusunun işgali altında olan, gerek izolasyonlar gerekse TC’nin onyıllardır izlediği politika yüzünden eli kolu bağlanan Kuzey’in gelir kaynakları esas olarak off-shore bankacılığa ve kumarhanelere dayanıyor. TC egemenleri 35 bine yakın askerle ve kendilerine biat eden yöneticiler eliyle işgal altında tuttukları Kıbrıs’ı, kara para aklama operasyonları ve kontrgerilla faaliyetleri açısından önemli bir üsse dönüştürmüşlerdir. Kuzey’i açık hava hapishanesi haline getiren bu burjuva yapı, emekçilere işsizlik, yoksulluk ve izolasyondan başka bir şey sunmamaktadır. Bu yüzden Kuzey’de de hem TC’ye hem de onun adadaki kukla yönetimlerine karşı büyük bir öfke birikmiş durumdadır.
Onyıllardır adayı arka bahçeleri gibi gören ve buna uygun bir statüko oluşturan Türkiye ve Yunanistan’a gelecek olursak… Yunanistan, boğuştuğu derin ekonomik kriz nedeniyle Kıbrıs konusundaki eski dayatmacılığını ve uzlaşmaz tutumunu yumuşatmak zorunda kalmıştır. Türkiye ise bir yandan adaya biçtiği stratejik misyondan vazgeçmemekte ama öte yandan aktardığı ekonomik kaynakları büyük bir yük olarak görmekten ve sürekli olarak kısmaktan da geri durmamaktadır. TC’nin sözde bağımsız “KKTC”ye bakış açısı, birkaç yıl önce Erdoğan’ın Kuzey’deki kitlesel protestolar karşısında çileden çıkarak sarf ettiği şu sözlerde gayet net olarak ortaya konmaktadır: “Bize «defol» diyorlar. Ülkemizden beslenenlerin bu yola girmesi manidardır. Yunanistan’ın orada ne işi varsa Türkiye’nin de stratejik olarak o işi var. Türkiye’ye karşı böyle bir eyleme hakları yoktur. … Türkiye’ye «buradan çek git» diyor. Sen kimsin be adam?... Şehidim var, gazim var, stratejik olarak ilgiliyim.”
İşte bu koşullarda, Kıbrıs karasularında tespit edilen doğalgaz kaynakları, sadece Kuzey’in ve Güney’in değil, Yunanistan ve Türkiye’nin egemenlerine de ilaç gibi gelmiştir. Bu durum Türkiye’ye doğalgazı daha uygun koşullarda temin etmenin yanı sıra Rusya ve İran’a olan enerji bağımlılığını azaltma fırsatı sunmaktadır. Ayrıca, doğalgazın çıkarılma ve nakil işlemleri, Türk enerji ve inşaat şirketlerine de çok kârlı bir kapıyı aralamaktadır.
Öte yandan, söz konusu kaynaklar ABD ve AB’nin de iştahını kabartmaktadır. Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaş ve Avrupa’nın ana doğalgaz tedarikçisi olan Rusya’yla AB arasında giderek tırmanan gerilim, Batılı emperyalist güçlerin yeni enerji kaynaklarına olan ilgisini alabildiğine arttırıyor. Dolayısıyla bu emperyalist güçler ve enerji tekelleri (Kıbrıs’ta sondaj çalışmalarını Amerikan Noble Energy şirketi yürütüyor ve İtalyan ENI ile Fransız Total şirketleri de Kıbrıs’la anlaşmalar yapmış durumdalar), Kıbrıs sorununun bir an önce çözülüp bu enerji kaynaklarına ulaşmanın önündeki engellerin kalkması için yoğun bir gayret içindedirler.
Bu emperyalist güçlere eklemlenen diğer bir devlet ise, sürecin perde arkasında duran İsrail’dir. Doğu Akdeniz’de keşfedilen doğalgaz yataklarının önemli bir bölümü İsrail sularında, Hayfa açıklarında bulunuyor (bu konuda Lübnan’la İsrail arasında bir gerilim olduğunu ve Lübnan’ın da kıta sahanlığı gerekçesiyle söz konusu kaynaklarda hak iddia ettiğini not düşelim). Kıbrıs ve İsrail açıklarında bulunan doğalgaz yatakları birbirine yakın bölgelerdeler (Kıbrıs’a ait doğalgaz yatağı “Afrodit”, İsrail’e ait olan iki yatak ise “Leviathan” ve “Tamar” adıyla anılıyor). Bu nedenle Kıbrıs doğalgazının Avrupa’ya sevkiyatı için kurulması şart olan boru hattı ya da sıvılaştırma tesisi, bu kanaldan kendisi de yararlanacak olan İsrail’i yakından ilgilendiriyor. İsrail, Türkiye’yle ilişkilerinin gergin olması nedeniyle, boru hattı yerine Kıbrıs’ta bir doğalgaz sıvılaştırma merkezi kurulmasını ve sevkiyatın gemiler aracılığıyla yapılmasını tercih ediyor. Ancak bu, boru hattına göre çok pahalı bir proje. Bu nedenle Batılı büyük emperyalist güçler ve Kıbrıs buna en son seçenek gözüyle bakıyorlar ve siyasi anlaşmazlıkları gidermeye odaklanıyorlar. Bunun için de Kıbrıs’ı birleştirme çabalarının yanı sıra İsrail ile Türkiye arasındaki problemi ortadan kaldırma çabasına da hız vermiş durumdalar. İsrail’in Mavi Marmara gemisinde katlettiği Türkiyelilerin ailelerine tazminat ödemeyi kabul etmesi ve özür dilemesi de bu sürecin bir parçasını oluşturuyor. Bu arada, Türkiye’yle anlaşmazlığın giderilmesi halinde, İsrail, Manavgat’tan Kıbrıs’a döşenmekte olan su boru hattından da yararlanmayı arzuluyor. Zira İsrail’in büyük bir su sorunu var ve yıllardır bu ihtiyacını Türkiye’den karşılama planları yapıyor.
Bütün bunlarla birlikte, bölgede birbiri ardı sıra patlak veren halk isyanları da egemenleri fazlasıyla tedirgin ediyor ve Kıbrıs bu noktada iki açıdan önem kazanıyor. Birincisi, her iki kesimde de artan emekçi tepkisinin bu isyanların tetikleyiciliğiyle daha ileri bir noktaya evrilme potansiyeli egemenler açısından endişe kaynağı oluşturuyor. İkincisi ise emperyalist güçler açısından ada bölgeye müdahalede stratejik bir üs olarak görülüyor. Her iki etken de, soruna müdahil olan tüm burjuva güçler açısından, birliği geçmişe göre daha elzem kılıyor.
Madalyonun öbür yüzü
Burjuva güçlerin “çözümü” bu koşullar ve çıkarlar ekseninde şekillenirken, tüm iyimserlik mesajlarına rağmen, emperyalist savaş ve ekonomik krizin son derece belirleyici olduğu aynı koşullar, bu çözüm açısından güçlü bir kırılganlık zemini oluşturuyor.
Şu anda masada bulunan plan, tıpkı bundan öncekiler gibi sermayenin çıkarlarına dayanıyor. Görüşmelerin burjuva güçlerce ve kapı arkasında yürütüldüğü bu süreçte, emekçiler hiçbir şekilde sürece dahil edilmiyorlar. Ayrıca genel çerçevenin Annan Planının ötesine geçmediği de görülüyor. Eğer o planın koşulları kabul edilirse, bu, ada halkının bölünmüşlüğünün tümüyle ortadan kalkmayacağına, dolaşım hakkına sınırlar getirileceğine, yönetim ve yetki paylaşımı konusunda sürekli sorunlar çıkacağına işaret edecektir. Bunların yanı sıra, garantörlük sisteminin devam etmesi nedeniyle Türkiye’nin ve Yunanistan’ın adaya müdahaleleri son bulmayacaktır. İngiltere’nin askeri üslerine dokunulmaması ise, adanın emperyalist güçlerin Ortadoğu ve Afrika’ya yönelik saldırganlıklarında bir askeri üs olarak kullanılmaya devam etmesi anlamına gelecektir.
Öncelikle şunu belirtelim ki, öngörülen federe Kıbrıs, mevcut duruma kıyasla daha ileri bir adım olacaktır. Ancak çok köklü sorunlarla boğuşan işçi ve emekçilerin bundan çok daha fazlasına ihtiyaçları vardır. Sosyalistler mevcut durumun devamını savunmak anlamına gelen çözümsüzlük tutumundan net bir şekilde kaçınırken, burjuva çözümlere yönelik yanılsamalar yaratmaktan da bir o kadar uzak durmalıdırlar. Sosyalistlere ve işçi sınıfına düşen görev, Kıbrıs’ta emekçilerin çıkarlarını temel alan gerçek bir çözüm yönünde devrimci mücadeleyi yükseltmektir.
Kıbrıslı işçiler, son yıllarda, kapitalist saldırılar karşısında gerek Kuzey’de gerekse Güney’de yüzbinler halinde meydanlara çıkarak nasıl büyük bir güç oluşturduklarını egemenlere göstermişlerdir. Her iki kesimde de işçi sınıfı ve emekçiler, krizin yükünün kendilerine yıkılmasına karşı çıkmakta, sınıfsal taleplerini seslendirmektedirler. Yunanistan’da son yıllarda işçi sınıfının yükselen mücadelesi ve bunun Güney’e yansıması da hesaba katıldığında, bu durum Annan Planının gündeme geldiği döneme göre önemli bir değişikliğe işaret etmektedir. Dolayısıyla işçi sınıfının burjuva planların dar sınırlarına hapsolmayıp kendi talepleri ve çözüm planlarını öne çıkarmalarının zemini çok daha güçlüdür. Kıbrıs işçi sınıfı, kendisini çok yakından ilgilendiren bu süreçte, kaderini burjuvazinin ellerine teslim etmemelidir. Kıbrıslı emekçiler adanın bölünmüşlüğü ve Kuzey’in işgal altında oluşu nedeniyle ortaya çıkan ulusal sorunun tüm yıkıcı etkilerine karşı mücadeleyi, onları sefalete iten ekonomik krizin nedeni olan kapitalizme karşı mücadeleyle birleştirmelidirler.
link: İlkay Meriç, Kıbrıs’ta Yeni Müzakere Süreci, Nisan 2014, https://marksist.net/node/3440
IRMT ve Worker’s Liberty’ye 1 Mayıs Mesajımız
IRMT’den Marksist Tutum’a 1 Mayıs Mesajı