Anti-emperyalist mücadelenin Marksist içeriği ve ulusal bağımsızlık mücadelesi ile aynı şey olmadığı gerçeği, geçmiş dönemlerde olduğu kadar günümüzde de en çok çarpıtılan konuların başında geliyor. Bu tartışmalı konular bizi kaçınılmazlıkla, emperyalizmin doğru bir biçimde kavranılması ve onun kolonyalizmden farkının ortaya konması noktasına götürmektedir. 20. yüzyılın başlarında Marksistler arasında emperyalizm sorunu çevresinde dönen tartışmaların üzerinden uzun yıllar geçti. Fakat bu tartışmalar içinde ortaya çıkan farklı eğilimlerin ve yanlış görüşlerin izleri günümüze dek uzanıyor. Üstelik, o günden bugüne dünyada nice olaylar ve değişimler yaşandı. Örneğin, kolonyalizm ve ulusal bağımsızlık sorunuyla ilgili tartışmalara temel oluşturan sömürge ülkelerin büyük bir çoğunluğu ulusal bağımsızlıklarını kazandılar ve kendi ulus-devletlerini kurdular. Ne var ki, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan bu gelişmelere ilişkin olarak da Marksist saflarda ideolojik ve politik bir netlik sağlanamadı. Emperyalist sistemin eşitsiz ilişkilerinden kaynaklanan “bağımlılık” olgusu, sömürge ülkelerin sömürgeci ülkeye bağımlılığı ile neredeyse bir tutularak konu çarpıtıldı.
Bunun doğal uzantısı ise, işçi sınıfının emperyalist sisteme karşı yürütmesi gereken mücadelenin, yani anti-emperyalizmin, proleter devrim mücadelesinin bizzat kendisi olarak ele alınmamasıydı. Anti-emperyalist mücadelenin Marksist içeriğini tamamen boşaltanlar, onu bir çeşit “ulusal bağımsızlık” mücadelesi anlayışına indirgediler. Böylece, aslında sömürge statüsünden kurtulup, kendi ulus-devletini kurarak kapitalizm temelinde yol alan ülkelerde de işçi sınıfının önüne bir “ulusal bağımsızlık” aşaması dikiliverdi!
Emperyalist-kapitalizm, farklı derecelerde gelişmiş kapitalist ülkelerden teşekkül eden bir dünya sistemiyken, sanki bu gerçeği gölgelemek istercesine bir Üçüncü Dünya icat edildi. Hadi diyelim ki, bu tanımlama az gelişmiş kapitalist ülkeleri adlandırmakta (hatta bu niteleme orta gelişmiş kapitalist ülkeler için bile kullanıldı!) kestirme bir yol olacağı düşüncesiyle itibar buldu. Fakat sorun bununla bitmiyordu ya da öyle göründüğü kadar masum değildi. Çünkü, “Üçüncü Dünyacılık” denen bir siyasal akım da vardı ve bu akım sosyalizm mücadelesini bir çeşit “bağımsız ulusal kalkınma” stratejisine indirgemekteydi. Stalinizmin versiyonlarından biri olan bu siyasal eğilimi benimseyen çevreler, üçüncü dünya diye niteledikleri ülkelerde burjuvazinin bir bölümünü de anti-emperyalistliğe terfi ettiriyor ve bu temelde ulusal cepheler “inşa” ediyorlardı. Ve onlara göre işte bu anti-emperyalizmdi! Böylece, az ya da orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkelerin, emperyalistler sofrasındaki kıyasıya rekabet mücadelesinde kendilerine bir yer açmak üzere şu ya da bu emperyalist güce kafa tutmalarının altında bile “anti-emperyalizm” aranır oldu. Öte yandan, ezilen ulus burjuvazisinin siyasal bağımsızlığını kazanmak arzusuyla sömürgeci devlete tutum alışı ve salt bu kapsamdaki bir mücadele de, anti-kolonyalizm düzeyinden anti-emperyalizm düzeyine yükseltildi.
İleri sürülen yanlış görüşlerden bir başkası ise şöyleydi; “20. yüzyılın başında emperyalizm aslında sömürge tekeline dayanıyordu, şimdi bu realite değiştiğine göre artık yeni bir emperyalizm dönemine girmiş bulunuyoruz”! Oysa 20. yüzyıl kapitalizminin yayılmacılığı, zaten eski döneme oranla yeni bir yayılmacılık demekti. Kapitalizmin en yüksek aşaması anlamında kullanılan emperyalizm kavramı, sömürgecilik dönemini değil, mali sermayenin inanılmaz akışkanlığına ve iktisaden boyun eğdirici gücüne dayanan yeni bir dönemi anlatmaktaydı. Çarpıtmalar bu kadarla da kalmıyordu. Kapitalist gelişme yolunda önemli mesafeler kaydetmiş bağımsız ulus-devletler, büyük emperyalist ülkelere bağımlı oldukları gerekçesiyle “yarı-sömürge” ilân edildiler. Ya da, eski sömürgecilik dönemi kapanmış olsa bile, az gelişmiş kapitalist ülkeler emperyalizme tam bağımlı olduklarına göre birer “yeni sömürge” idiler. Zaten emperyalizm “yeni-sömürgecilik” değil miydi?!
Sömürgecilik dönemi geçmişte kalmış olmasına rağmen bu kavramdan vazgeçmeye bir türlü yanaşmayan çevrelerin derdi ne olabilir? Neden kapitalizmin emperyalist aşaması, artık bizzat kendi temelleri üzerinde onca yol aldıktan sonra dahi, hâlâ geçmiş dönemi çağrıştıran kavramlar eşliğinde açıklanıyor? Stalinizm cephesinden bakıldığında bu soruların yanıtlarını bulmak zor değil. Stalinist tahrifat okulu, zaten proletaryanın iktidar hedefinin önüne dikilecek türlü çeşitli aşamalar icat etmekle ün kazanmış bulunuyor. Fakat işin asıl can sıkıcı tarafı, Stalinizmin karşısına doğru görüşlerle dikileceği varsayılan Troçkizm cephesinde de bu gibi tartışmalı konularda gönül ferahlatıcı bir duruşun olmamasıdır. Örneğin, İkinci Dünya Savaşı sonrasında sömürgeci imparatorlukların çöktüğü bir dünyada, çağdaş kapitalizmin özelliklerini yeniden ele almaya çalışan Ernest Mandel ve benzeri kimi Troçkistlerin yaptıkları “katkılar”, sorunları netleştirmeye hizmet etmedi. Tam tersine, pek çok noktada Lenin’in çözümlemelerinden bile geriye düşülerek, emperyalizm çağında işçi sınıfının temel siyasal hedeflerinin nasıl biçimleneceği konusunda bulanıklık yaratıldı. Üçüncü Dünya ülkeleri olarak adlandırılan ülkelerdeki küçük-burjuva milliyetçiliğine adapte olundu ve bu akımların başını çektiği ulusal kurtuluş mücadeleleri tıpkı Stalinistlerin yaptığı gibi anti-emperyalist mücadele olarak takdim edildi. Hatta bir kısmı proleter devrimlerin gerçekleşmesi kapsamında sunuldu.
İşte, emperyalizm sorunu etrafında yaratılmış olan başlıca çarpıtmaları ve yanlış görüşleri özet olarak bu şekilde sıralamak ve hatırlatmak mümkündür. Ancak geçmiş dönemler mazi olsa da bu sorunlar hâlâ önümüzde duruyor. Proletaryanın devrim mücadelesini güçlendirmenin yolu, dün olduğu gibi bugün de, her önemli sorunda doğru bir Marksist tutum almaktan, bu temelde netleşmekten geçiyor. Yukarda değindiğimiz türden kavram kargaşalarına, yanlış anlayışlara karşı yürütülecek teorik mücadelede Lenin’in Emperyalizm çözümlemesi bizce temel bir kalkış noktası oluşturmaktadır. Ne var ki, söz konusu hususlarda çarpıtmalar yaratanların ya da hatalı görüşler ileri sürenlerin çoğunluğu da kendilerini Lenin’e dayandırdıklarını iddia ediyorlar. O halde Lenin’in çözümlemelerinden ne anladığımızı açıkça ortaya koymalıyız. Kapitalizmin emperyalist aşamasının tam olarak ne ifade ettiğini ele alırken, kuşkusuz kendimizi salt geçmiş dönemin olgularıyla da sınırlandıramayız. Unutmayalım ki, 20. yüzyılın başlarında emperyalizm tartışmalarını yürüten Marksistler, önlerinde uzanan yeni bir çağın henüz yeterince olgunlaşmamış eğilimlerini kestirebilmek göreviyle yüz yüzeydiler.
Kolonyalizm onlar için yeni bir olgu değildi. Çünkü daha kapitalizmin merkantilist döneminde, ticari sermaye zenginlik elde etmek uğruna, dünyanın henüz ele geçmemiş ve ucuz hammadde cenneti bakir topraklarına göz dikmişti. Dünya ticareti bakımından güçlü ve önde giden devletler, sömürgeci fetih savaşlarıyla buraları metropol ülkenin eyaletleri ilân ederek, siyasal bağımsızlıktan tamamen yoksun bir konumla kendilerine bağlamaktaydılar. Öte yandan, emperyalizm kavramı da Batı dillerinde 20. yüzyıl başlarında beliriveriyor değildi. Bu kavramın kökü, genel bir yayılmacılık, bir dünya imparatorluğu kurma eğiliminin karşılığı olarak çok eskilere, Roma İmparatorluğu’na dek uzatılabilirdi. Fakat 20. yüzyılın başlarında Marksistlerin zihnini meşgul eden ve onları kimi çözümleme çabalarına, tartışmalara sürüklemiş bulunan emperyalizm sorunu, yeni gelişmelerle ilişkili olarak gündeme giriyordu. Bu nedenle, emperyalizm sözcüğünün çağrıştırdığı eski anlamı (imparatorluk kurma eğilimi) ile, yeni anlamı (mali sermaye imparatorluğu kurma eğilimi) arasındaki ayrım netleştirilmeliydi.
Ne var ki yüzyılın başında emperyalizm, gerçek yaşamda henüz önceki dönemlerden uzanan kimi somut olgularla iç içe geçmiş bir biçimde yol almaktaydı. 1900’lü yılların başlangıcında, dünyada, özellikle 1870’ler sonrasında yükselen sömürge fetihlerinin sonucu olan geniş sömürge imparatorlukları göze çarpıyordu. Fakat öte yandan, tekelci banka sermayesi ile tekelci sanayi sermayesinin bileşiminden oluşan mali sermaye güçleniyor ve bu temelde yeni bir egemenlik ve yayılmacılık tarzı doğuyordu. O yılların gerçekliği buydu. O dönemin Marksistlerinin içinde yaşadıkları somut koşullardan hareket etmemeleri, gerçek yaşamda varolan bu iç içe geçmişliği çözümlemelerine yansıtmamaları düşünülemezdi.
Lenin’in 20. yüzyıl dünyasının kavranabilmesine yönelik devrimci Marksist tezleri, henüz geçmiş dönemin izlerini taşıyan yeni bir tarihsel dönemin karmaşık sorunlarıyla boğuştu. Onun Emperyalizm çözümlemesi, asıl olarak kapitalizmin yükseldiği yeni aşamanın kavranabilmesine yönelik olsa da, bazı vurgulamaları ve formülasyonlarında sömürgecilik olgusuyla emperyalizm olgusu sanki iç içe geçti. Belki de kimilerine bugün hatalı ya da bulanık gibi görünecek olan bu iç içe geçmişlik, Lenin’in yaklaşımındaki temel bir yanılgıdan değil, bizzat o günün dünyasının somut koşullarından kaynaklanmaktaydı. Patlak veren emperyalist dünya savaşı ortamında, siyasal bağımsızlığını kazanmamış sömürge ya da bu bağımsızlığını yitirmekte olan yarı-sömürge ülkelerin yer aldığı ve sömürgeci tarzda yayılmacılık eğiliminin hâlâ varlığını sürdürdüğü bir dünyada, Lenin’in bu sorunlara yaklaşımı doğruydu.
Yıllar ilerledikçe, büyük kapitalist devletlerin yeni sömürgeler elde etmek ya da varolan sömürgeleri yeniden paylaşmak üzere yürüttükleri savaşlar, asıl olarak yeni nüfuz alanları yaratmak ve bunları yeniden paylaşmak için çıkartılan emperyalist savaşlara dönüşmüştür. Kapitalizmin emperyalizm aşamasının bizzat kendi özellikleri temelinde olgunlaşması, emperyalist yayılmacılığın özünün sömürge tekeline değil, daha zayıf kapitalist ülkeler ve bölgeler üzerinde hegemonya tesisine dayandığını gözler önüne sermiştir. Yine somut gerçeklere dayanarak vurgulamamız gerekir ki, sömürgecilik döneminin uzantısı olarak ortaya çıkan ve siyasal bağımsızlığına, yani kendi ulus-devletine sahip olmayan ezilen ulusların yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşları da asıl olarak geçmiş dönemin kapatılmasına ilişkin bir hesaplaşmadır. Nitekim, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında pek çok sömürge ülkenin siyasal bağımsızlığını kazanmasıyla birlikte, emperyalizm çağında kurtuluş kavramının artık ulusal bağımsızlık sorunu çerçevesine sıkıştırılamayacağı çok daha açık hale gelmiştir. Yanlış anlaşılmasın, günümüzde sayıları azalmış olsa da henüz siyasal bağımsızlığını kazanmamış ezilen ulusların ve sömürgelerin ulusal kurtuluş mücadeleleri tıpkı geçmiş dönemlerde olduğu gibi haklılıklarını korumaktadırlar. Ancak bugünün dünyasında “ulusal sorun” artık doğrudan kapitalizmin emperyalist aşamasının özellikleri temelinde biçimlenmektedir.
Güçlü emperyalist ülkelerin çeşitli uluslar üzerinde uyguladığı baskılar, bağımsız devletlerde silah zoruyla gerçekleştirilen siyasal iktidar değişiklikleri, bölgesel emperyalist savaşlarda farklı ulusların birbirine düşürülmesi, ulusal çelişkilerin emperyalist güçler tarafından keskinleştirilmesi çağımızın yakıcı gerçekleridir. Dolayısıyla, kapitalizmin emperyalist aşamasında ulusal sorunun artık ortadan kalktığı, aşıldığı söylenemez. Ama unutmayalım ki, asıl tartıştığımız konu, kendi ulus-devletinden yoksun ezilen ulusların dünden bugüne uzanan ulusal bağımsızlık sorunudur; bu temelde gelişen ulusal kurtuluş savaşlarıdır. Eğer genel olarak ulusal eşitsizliklerden, baskılardan, haksızlıklardan, çatışmalardan söz ediyorsak, ulusal sorunun bu kapsamıyla ancak ve ancak kapitalist sistemin yıkılmasıyla yok edilebileceğini en baştan belirtelim.
Emperyalizm döneminde büyük kapitalist güçlerin daha güçsüz ulusları dize getirebilmesi için, onları sömürgeleştirmeleri, siyasal bağımsızlıklarından, kendi ulus-devletlerinden yoksun bırakmaları gerekmiyor. Emperyalist sömürü ve hegemonya mekanizması, siyasal bağımsızlığını kazanmış, kendi devletini kurmuş ulusların varoluşuyla çok da güzel uyuşuyor. Bu gerçekliğin kavranması için, 20. yüzyılın ikinci yarısında ve son dönemlerinde cereyan eden olaylara kısaca göz atmak yeterlidir. Örneğin, eski sömürge ülkelerde ulusal bağımsızlığın kazanılması, emperyalist sömürü mekanizmasını hiç de sekteye uğratmamıştır. Keza emperyalist çıkarlar uğruna çıkartılan bölgesel savaşlarda ulusal ayrılıklar körüklenmiş, daha önce tek bir ulus-devlet çatısı altında yaşayan uluslar birbirlerine düşürülmüş, fakat sonuçta yeni sömürgeler değil, çeşitli emperyalist devletlerin nüfuz alanına giren yeni ulus-devletler biçimlendirilmiştir.
Emperyalizm çağını tüm bu somut gelişmeler temelinde kavrama çabası, bu doğru çaba bizleri, Lenin’in asıl olarak kapitalizmin emperyalist aşamasının ana eğilimlerini sergilemeye çalıştığı satırlar üzerinde odaklaşmaya götürür. Bu yolu tuttuğumuzda temel vargılarımız şunlar olmaktadır: 1) Emperyalizm mali sermayenin egemenliğine dayanan bir dünya sistemidir. 2) Emperyalizm bir yeni-sömürgecilik sistemi olmayıp, uluslararası mali sermayenin nüfuz alanlarını yeniden ve yeniden paylaşmasına dayanan bir yayılmacılık tarzıdır. İşte bu gibi temel noktalardan bakıldığında görülecektir ki, Lenin’in daha 20. yüzyılın başlarında emperyalizmin özüne dair değerlendirmeleri, artık 21. yüzyılı yaşamakta olan bizleri hâlâ aydınlatmaya devam ediyor.
Geçmişten uzanan kimi gerçekliklerin arasından geleceğe dair ana gelişme eğilimlerini kavrayıp çözümleyebilmek, ancak Marx, Engels, Lenin, Troçki gibi devrimci Marksist önderlerin harcı bir işti. Ne var ki, onların ışık tuttuğu noktadan geriye düşmeme becerisini göstermek ve bu konuda kararlı ve ısrarcı bir tutum takınmak da bizlerin görevidir. Unutmayalım ki, emperyalizm çağının ve bu çağda işçi sınıfının devrimci hedeflerinin kavranması niyetiyle yola çıkıp da, yarı yolda pusulayı şaşırıp yolculuğunu sıradan bir üçüncü dünyacı ya da ulusal kurtuluş savaşı sempatizanı olarak bitirenlerin sayısı hiç de az değil.
Günümüzde ulusal bağımsızlık, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, savaşlar ve hepsinden önemlisi de anti-emperyalizm gibi hususlarda Marksist tutum alabilmek için, emperyalizm konusunu doğru biçimde kavramak gerekiyor. Lenin dönemi Komintern kongrelerinde ele alınan ulusal sorun ve sömürgeler sorunundaki açılımların irdelenebilmesi bakımından da bunun elzem olduğuna inanıyorum. O nedenle önce kolonyalizmden emperyalizme ilerleyen süreçte ortaya çıkan değişim ve emperyalist sistemin temel özellikleri üzerinde duracağım. Daha sonra ise yukarda sıralanan hususlara değineceğim.
link: Elif Çağlı, ÖNSÖZ, Ağustos 2002, https://marksist.net/node/6276