Demokratik hak ve özgürlükler, güvenlik bahanesiyle tüm ülkelerde sınırlanıyor. Türlü görünümleriyle faşist ya da faşizan hareketler ileri kapitalist ülkelerde güçlenirken, burjuva demokratik rejimlerin yerlerini otoriter ya da totaliter rejimlere bırakması eğilimi güçleniyor. Tüm yaşadıklarımız, çürüyen kapitalizme bağlı olarak burjuva düzenin artık kendi demokratik biçimlenmesine pek de tahammülünün kalmadığını gösteriyor.
Yeni bir siyasal gericilik saldırısının tüm dünyada kol gezdiği bu süreçte, demokratik hak ve özgürlükleri savunma mücadelesini tutarlılık ve kararlılıkla yürütme potansiyeline sahip tek sınıfın işçi sınıfı olduğu açıktır. Günümüz tartışmalarına ışık tutucu şekilde Rosa Luxemburg bu gerçeği şu çarpıcı sözlerle ortaya koyar: “İşçi hareketinin gelişmesi ve onun son amaçları karşısında burjuva liberalizmi korkudan son nefesini verir. Bu gerçek (…) sosyalist işçi hareketinin bugün bile demokrasinin tek dayanağı olduğunu ve olabileceğini gösterir. Aynı zamanda da sosyalist hareketin kaderinin burjuva demokrasisine değil, demokratik gelişimin kaderinin sosyalist harekete bağlı olduğunu kanıtlar. İşçi sınıfının kurtuluş savaşından vazgeçtiği ölçüde demokrasi de yaşama gücü elde edemez. Tam tersine, sosyalist hareket, dünya politikasının ve burjuva kaçışının gerici sonuçlarına karşı savaşabilecek gücü elde ettiği ölçüde, demokrasi de yaşama olanağına sahip olur. Demokrasinin güçlenmesini isteyenler, sosyalist hareketin zayıflamasını değil, onun da güçlenmesini istemek zorundadırlar. Sosyalist çabadan vazgeçilmesi, aynı zamanda işçi hareketinden ve demokrasiden de vazgeçme anlamına gelir.” (Sosyal Reform Ya Da Devrim, Ma-Ya Yay, s.91)
Demokrasi dendiğinde, aklına ileri kapitalist ülkelerin II. Dünya Savaşı sonrasındaki “geniş” demokrasilerinden başka bir şey gelmeyenler, bu “geniş” demokratik çerçevenin hangi ekonomik koşullara bağlı olarak oluşturulabildiğini de, o dönemki demokratik hak ve özgürlüklerin gerçekte 150 yıllık bir proleter mücadele birikiminin sonucu olduğunu da görmezden geliyorlar. Oysa burjuva demokrasisinin gelişim tarihine baktığımızda bu tarihin aynı zamanda işçi sınıfı ile burjuvazi arasındaki sınıf mücadelesi tarihi olduğunu görürüz. Demokratik hakların genişlemesi ancak proletaryanın ileri atılımlarıyla mümkün olmuş, demokratik işleyişe dönük gerici burjuva saldırılar ancak proletarya ona karşı örgütlü bir duruş sergileyebilmişse püskürtülebilmiş, ileri atılan işçiler çok ciddi ve ağır bir yenilgiye uğradığında ise burjuvazi siyasi gericilikte sınır tanımamıştır.
Demokratik hak ve özgürlüklerin kesintisiz bir şekilde sürekli olarak geliştiği ve yavaş yavaş geri dönüşsüz evrensel standartlara kavuştuğu düşüncesi, burjuva ideologlarının çabasıyla oldukça yaygın bir kanı olsa da, en azından 20.yüzyılın ortalarına kadar Batı’nın kapitalist ülkelerinde bile durum hiç de böyle değildi. İleri kapitalist ülkelerde bile genel ve eşit oy hakkının ve diğer demokratik hak ve özgürlüklerin yaygın kabulü ancak II. Dünya Savaşının bitimiyle başlayan dönemde mümkün olmuştu. Bunların hepsi de işçi sınıfının nice mücadeleleriyle kazanıldılar. Burjuvazi, olanaklı olduğu müddetçe, işçi sınıfının kapitalist düzene karşı devrimci mücadelesini pörsütmek ve onu sistem içinde tutabilmek için emekçilere çeşitli siyasi ve iktisadi tavizler vermek zorunda kaldı; bu mümkün olmadığında ise her türlü demokratik hakkı yok ederek zalim ve alabildiğine baskıcı rejimlere başvurmaktan geri durmadı. Öte yandan tanınmak zorunda kalınan hakların da bin bir yolla içinin boşaltılmasına dönük burjuva girişimler hiç eksik olmadı. Burjuvazi, siyasal iktidarı ele geçirdiği ilk dönemlerden itibaren, halk kitlelerini pasifize etmek, onları siyaset sahnesinin dışında tutmak için elinden gelen her şeyi yapmıştır.
Burjuvazinin demokratik ikiyüzlülüğü
Yunanca halk anlamına gelen demos kavramından türeyen demokrasi, orijinal haliyle, halkın, halk için, halk tarafından yönetilmesi anlamına geliyordu. Bu tanımda özellikle “halk tarafından” ifadesi demokrasinin doğrudan içeriğine ilişkin önemli bir unsurdu; burjuva demokrasilerinin tamamında daha baştan devre dışı bırakılan bir unsur! Tüm demokratik burjuva cumhuriyetlerin anayasalarında, siyasal egemenliğin “halk”a ait olduğu birbirine yakın ifadelerle ortaya konulur ve hemen ardından da “halk”ın bu egemenliği, anayasada tanımlanan devlet organları aracılığıyla ve serbest seçimler (ve referandumlar) yoluyla kullandığı belirtilir. Fakat burjuva düzen, yasalarında halka ait olduğu belirtilen egemenliği türlü yollarla halktan esirgeyerek, parlamenter sistemde halkın temsilini halkın egemenlerle aynı olanaklara sahip olmadığı ve kendi seçtiklerini denetleyemediği, değiştiremediği bir burjuva egemenlik sistemine dönüştürür. Örneğin, günümüzde tüm gerici burjuva politikacılar, demokrasiyi sandığa indirgemekte, halkın önüne dört ya da beş yılda bir sandık konulmasını demokrasinin varlığının en güçlü kanıtı olarak sunmaktadırlar.
Kuşkusuz, bireylerin yasalar karşısında eşit olması gerektiği düşüncesini (uzun ve sancılı bir oluşum sürecinin arkasından da olsa) hayata geçiren parlamenter demokrasi, geçmişin monarşileriyle kıyaslandığında toplumu siyaseten ileriye taşıyacak bir devlet biçimini temsil ediyordu. “Tüm” bireyler siyasal ve hukuki açıdan eşit, özgür ve aynı haklara sahip olacaklardı. Burjuvazinin sınıf egemenliğinin bu anayasal biçiminde eninde sonunda genel oy hakkıyla emekçilere de siyasal haklar tanınmak zorunda kalınacaktı. Halkın kendisini kendi seçtiği kişiler aracılığıyla yöneteceği vazediliyordu, ama halkın çoğunluğu (ve üstelik bu çoğunluk hem oran olarak giderek artıyor hem de proleter bir nitelik kazanıyordu) emekçilerden oluşuyordu. Bu durumda halk çoğunluğunun iradesi, halkın içinde bir azınlık oluşturan burjuvazinin egemenliğine tehdit oluşturabilirdi. O nedenle, burjuvazi bir taraftan emekçilerin seçme ve seçilme hakkı taleplerini kabullenirken, diğer taraftan da siyasal hak ve özgürlüklerin içeriğini daha da sulandırarak, doğabilecek riskleri minimuma indirmeye çabaladı. İlerleyen süreçte, emperyalizm çağıyla birlikte, kitlelerin bilincini bulandırarak onları kendi peşine takmak üzere kullandığı ideolojik aygıtları alabildiğine yetkinleştirmesi ve bizzat sendikaları ve reformist işçi partilerini işçi sınıfını dizginlemenin aracı olarak kullanması da egemen sınıfın kendi iktidarını güvence altına alabilmesinde temel bir rol oynayacaktı.
Kuşkusuz burjuva demokrasisinin gelişimi çeşitli ülkelerde farklı seyirler izledi ve kapsamı da bu seyre göre belirlendi. Halkın geniş kesimlerinin mücadelesiyle cumhuriyet hedefine ulaşılan ABD ve Fransa’da demokrasi, daha sonraki örneklere kıyasla daha zengin bir içeriğe sahip olmuştu. Sürekli ordunun olmayışı, silahlı halk milisi, mahkemelerde halk jürisinin oluşu, yerel ve merkezi devlet görevlilerinin önemli bir kısmının seçimle göreve gelmesi gibi demokratik uygulamalar geniş halk kitlelerinin devrim süreçlerinde oynadığı rolün bir ürünüydü. Ne var ki, aşağıdan yükselen devrimlerin ürünü olan bu gibi uygulamalar Fransa’da Napolyon’un darbesiyle ortadan kaldırılmış, daha sonra kurulan burjuva cumhuriyetler de hiçbir zaman bu genişlikte bir demokratik çerçeveye oturmamışlardı. ABD’de de bu demokratik hak ve uygulamalar süreç içerisinde pörsütülmüş, etkisizleştirilmiş, kâğıt üzerinde kalarak anlamını yitirmişti. Dipten gelen mücadele dalgalarına dayanan bu burjuva devrimlerin, sorunları ortaya koyuş ve çözüş tarzlarıyla neredeyse birer istisna olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim kapitalist gelişmenin dayattığı burjuva siyasal-iktisadi-toplumsal dönüşüm sorunu diğer ülkelerin çoğunda, bu ilk örneklerde olduğu gibi tabandan ve “avamca” çözülmemiş, eski mülk sahibi sınıflarla uzlaşma temelinde, tepeden, sınırlı bir kapsamda ve sürece yayılarak hayata geçirilmişti. Bu durum burjuva demokrasisinin gelişimine de damgasını basacaktı. Bunun kökeninde hiç kuşku yok ki mülk sahibi sınıfların sömürüp ezdikleri emekçi sınıflardan duydukları giderek artan korku yatmaktaydı. Burjuvazi bir yandan siyasal iktidarda söz sahibi olabilmek ve çeşitli burjuva kesimlerin talep ve eğilimlerinin iktidarda yansımasını bulabilmesi için parlamenter bir düzeni arzuluyor, diğer yandan da böylesi bir yönetime emekçilerin bulaşmaması için yollar arıyordu. Dolayısıyla diyebiliriz ki, burjuva demokrasisinin yaşam bulması da, yaşam bulduğu yerlerde kapsam ve genişliği de, emekçilerin giriştiği mücadelenin boyutlarına, burjuvazinin onların taleplerini karşılayabilecek olanaklara sahip olup olmamasına, ülkelerin kültürel ve tarihsel arka planına bağlı olarak şekillenmiştir.
Büyük burjuvazi, ister bir devrim yoluyla ister çeşitli uzlaşmalarla olsun, siyasi iktidarı ele geçirdiğinde ya da ona ortak olduğunda, çok kısa süre içerisinde gerici eğilimlerini sergilemeye başlamıştır. Burjuva devrimlerin halk devrimi şeklinde gerçekleştiği Fransa ve ABD’de bile, burjuvazinin en ileri kesimleri ve onların temsilcisi durumundaki aydınlar, daha radikal ve daha geniş bir demokratik çerçeveyi savunurken, büyük burjuvaların önemli bir kısmı, devrimi bir an önce sona erdirmek, onun tüm nimetlerini kendilerine yontmak ve halk yığınlarına çok da fazla hak vermemek niyetindeydiler. Bu sonuncular, “eşitlik ve özgürlük” hedefini açıkça reddetmeseler bile, bunları sadece kendi sınıfları ile sınırlı bir kapsamda benimsemişlerdi. Dile getirdikleri kimi açılımlar, demokrasinin burjuva karakterini apaçık ortaya koyuyordu. Burjuvazi kendi cumhuriyetini halktan korumanın yolları üzerine kafa patlatıyor, önlemler arıyordu. ABD’nin “kurucu babaları”, avam takımı olarak adlandırdığı “halk çoğunluğunun tiranlığına” karşı tedbirler alınması gerektiğini savunuyorlardı; insanların “iktidarla mümkün mertebe az ilgilenmelerinin iyi olacağını” söylüyorlardı. Örneğin ABD’nin ikinci başkanı John Adams, genel oy hakkının tanınmasının “ihtilaflar ve görüş ayrılıklarıyla dolu bir çeşmeyi açmak” anlamına geleceğini söylüyor ve ekliyordu: “Bu hiç sonu olmayan bir hikâye. Hep yeni talepler gelecek. Kadınlar oy kullanmak isteyecekler. On iki ile yirmi bir yaş arasındaki çocuklar haklarının yeterince korunmadığını düşünecekler ve beş parasız adamlar devlet işindeki herhangi biriyle aynı oya sahip olmayı talep edecek.” Dördüncü Başkan ve Amerikan Anayasasının yazarlarından biri olan James Madison ise, yukarıda değindiğimiz çelişkiyi apaçık ifade ediyordu: “eğer seçimler halkın bütün sınıflarına açık olsaydı, mülkiyet güvencesi olamazdı.” Ona göre, ABD’deki temsili sistem, “halkı, doğrudan kamusal meselelere katılmaktaki kolektif yeteneğinden tamamen soyutluyor” olmasından ötürü övgüyü hak ediyordu. Gerçekten de seçme ve seçilme hakkı, belli bir mülkiyete sahip olan yurttaşlarla sınırlıydı. O yıllarda yurttaş erkek demekti. Ama bu “erkek demokrasileri”nin siyasal yaşamdan dışladıkları sadece kadınlar değildi; mülksüzlerin, vergi ödemeyenlerin, belli bir süre boyunca bir yerde ikamet etmeyenlerin, yerlilerin ve kölelerin de oy hakkı yoktu. ABD’de 1800’lerin ortalarına kadar bu böyle devam etti; ardından kadınlar, köleler ve yerliler dışarıda bırakılmak kaydıyla vergi ödeyen tüm reşit erkeklere oy hakkı tanındı. Kadınların dünyanın çoğu bölgesinde olduğu gibi ABD’de de oy kullanabilmesi için çok ciddi mücadelelere girişmeleri gerekecekti. Çok rahatlıkla denebilir ki, kadınlar oy hakkına, esas olarak 1917 Ekim Devriminin sarsıcı etkileri dünyayı sardığında kavuşmaya başlayacaktı. Siyahlara gelince, onlar ABD’nin güney eyaletlerinde ancak 1965’ten itibaren oy hakkına kavuşacaklardı.
Fransa’da burjuva devrim sürecinde Jakobenler dışındaki Fransız burjuva devrimcilerinin görüşleri de halkın egemenliğine karşıydı. Örneğin, devrimin manifestosu olarak kabul edilen Üçüncü Katman adlı kitapçığı kaleme alan Emmanuel-Joseph Sieyes, sınırlı oy hakkından yanaydı. Devrim sonrasında dile getirdiği görüşlerinde, Fransa’nın iki büyük ulustan oluştuğunu belirtiyordu: bir yanda akıllı, düzgün insanlar, “üretimin patronları”; diğer yanda “her zaman çocuk kalan kalabalık”, yani işçi ve köylü kitleler. Onun önerileri üzerine, kamu görevlerine seçme ve seçilme hakkı, “aktif yurttaşlar”la yani yetişkin ve vergi ödeyen erkeklerle sınırlanmıştı. “Vergi yoksa oy da yok” Fransa’da da İngiltere’de de burjuvazinin düsturuydu. Bu uygulamaları halkın aşağılanması olarak gören Robespierre gibi daha militan burjuva devrimciler (Jakobenler) tasfiye edildiler. Sieyes gibi burjuva “devrimciler” ise burjuva demokratik cumhuriyetin çanına ot tıkayan Napolyon Bonarparte’ın önünü açıp ona akıl hocalığı yaptılar!
Kuşkusuz geçmişi bugünün kriterleriyle yargılamak yöntemsel olarak doğru değildir. Ama demokratik hak ve özgürlüklerin nasıl geliştiğini ve işçi sınıfının bu süreçte oynadığı rolü kavramak bakımından şöyle bir karşılaştırma yine de aydınlatıcı olacaktır: Bugün genel kabul gören demokratik standartlarla (kadın ve erkek tüm yurttaşların özgür, eşit, gizli oy hakkı; düşünce, toplantı, örgütlenme, basın özgürlüğü, adil yargılanma hakkı, sendikal haklar vb.) baksak, 19. yüzyılda dünyanın hiçbir yerinde demokrasiyi göremezdik. I. Dünya Savaşının hemen öncesinde, 55 devletten ancak 4’ü bu standartlara göre kısmen demokratik olarak adlandırılabilir: Yeni Zelanda, Avustralya, Finlandiya ve Norveç. Bunlara, kadınlara oy hakkı vermeyen Fransa ve İsviçre’nin “erkek demokrasi”lerini de ekleyebiliriz. Dünya yetişkin nüfusunun sadece %12’si oy hakkına sahipti ve bunlar da erkeklerden oluşuyordu; insanlığın üçte birinden fazlası mutlak monarşilerin hükmü altındaydı. Burjuva demokrasisine, bu standartlarla, ancak II. Dünya Savaşından sonra göreli yaygın olarak rastlayabiliyoruz. 1950’de bağımsız 80 devletten 22’sinde burjuva demokratik bir rejim vardı. 2000 yılında 192 devletten 120’sinde genel oy hakkı vardı ve seçimler yapılıyordu. Demek ki, bugün demokrat geçinen burjuva ideologlarının iddia ettiği gibi demokratik hak ve özgürlükler burjuvazinin kitlelere lütfettiği bir şey değildir! Tersine, burjuvazinin halkı aşağılayan, elitist yaklaşımları tarih boyunca hiç eksik olmamış, burjuvazi mecbur kalmadığı sürece halkın demokratik haklarını tanımamış, burjuva demokrasisi aslında emekçilerin devlet yönetimi işiyle “mümkün mertebe az ilgilenmesi” üzerine kurgulanmıştır.
Demokratik hak ve özgürlükler burjuvazinin lütfu değil sınıf mücadelesinin ürünüdürler
Burjuvazinin emekçileri siyasetten dışlamaya dönük tüm çabalarına rağmen, kapitalist gelişmeyle birlikte işçi sınıfının alabildiğine hızlı gelişmesi burjuvazinin çabalarını boşa çıkartmıştır. Katlanarak büyüyen işçi sınıfı, başlangıçta yasadışı da olsa kendi örgütlülüğünü geliştirmekten geri durmamıştır. 19. yüzyılın ortalarından itibaren burjuvazi Avrupa’da gelişen işçi sınıfı hareketi karşısında “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” bayrağını terk edip aristokrasiyle işbirliğine girişirken, demokrasi ve cumhuriyet kavgası işçi sınıfının omuzlarına binmişti. Kuşkusuz işçi sınıfı bu kavgaya kendi damgasını basacak, cumhuriyet hedefini “sosyal cumhuriyet” ve “evrensel cumhuriyet” karakteriyle sahiplenecekti. Demokrasi kavgasında ise yalnızca burjuva demokrasisinin dar ufuklarını genişletmek üzere değil, kendi doğrudan demokrasisine ulaşma hedefini güdecekti.
Fransa’da 1830 Lyon ayaklanması, Almanya’da Silezyalı dokumacıların isyanı, İngiltere’de Çartist hareketin gelişimi, işçi sınıfının siyaset sahnesine bağımsız bir sınıf olarak çıkışının ilk işaretleriydi. Avrupa’nın önemli merkezlerinin çoğunu sarsan 1848 devrimleri, burjuvazinin cumhuriyet davasına ihanetini tescillerken, işçi sınıfı artık bir anayasa ve meclisin kendisine yetmediğini, cumhuriyetin içeriğinin sosyal önlemlerle doldurulması gerektiğini, eşitliğin gerçek bir toplumsal eşitlik olarak kazanılması gerektiğini ilan ediyordu. Avrupa’daki bu hareketler geçici bir yenilgiyle sonuçlansa bile yarattıkları tehdit karşısında burjuvazi 1860’lardan itibaren kendi demokrasisinin sınırlarını genişletmekten başka bir yol olmadığını, aksi takdirde toplumsal düzeninin kökten sarsılacağını idrak etmeye başlamıştı. 1871 Paris Komünü bunu çok açık bir şekilde göstermişti. Halen çeşitli sınırlamalar olsa da en azından tüm reşit erkekler için genel ve eşit oy hakkının kazanılması da bu yıllardaki mücadeleler sayesinde mümkün oldu. Bu süreçte kitlesel işçi partileri yasal olarak kurulmaya başlandı; sendikalar ve grev hakkı yasalaştı; işçi örgütlerine sağlanan haklar genişletildi; işçi basını üzerindeki kısıtlamalar gevşetildi. Tüm bunlar sosyalist hareketin demokrasi bayrağını taşıyarak giriştiği mücadelelerin bir sonucu idi, kazanımlar elde edildikçe, işçi sınıfı taleplerinin çıtasını daha da yükseltti.
Emperyalizm çağına girildiğinde kapitalist ülkelerin çoğunda son derece gelişmiş kitle partilerine ve sendikalara dayanan bir sosyalist hareket şekillenmişti. Ne var ki tam da emperyalizmin kendisine sunduğu fırsatlar sayesinde burjuvazi, işçi örgütlerinin yöneticilerinden oluşan bir “işçi aristokrasisi” yaratmayı ve onlar aracılığıyla sınıf hareketini dizginlemeyi başarmıştı. Bu bürokratik ve reformist zihniyete karşı sosyalist hareket içerisinde muhalefet gelişse bile, devrimci kanadın küçük bir azınlık olmaktan kurtulmayı başarması ancak I. Dünya Savaşının yarattığı yıkımın emekçi kitlelerin bilincinde somutlanmasıyla mümkün oldu.
I. Dünya Savaşı patlak verdiğinde, bıraktık günümüz standartlarıyla burjuva demokrasisini, cumhuriyet bile Avrupa’da yalnızca Fransa ve İsviçre gibi birkaç ülkeyle sınırlıydı. Avrupa topraklarının geri kalanı ya Rusya’da olduğu gibi mutlak monarşinin ya da diğerlerinde olduğu gibi meşruti monarşilerin yönetimleri altındaydı. Bu monarşiler burjuvazinin desteğine sahiplerdi ve ya çoktan burjuvalaşmış ya da hızla o yolda yürümekteydiler. I. Dünya Savaşının yarattığı yıkımdan doğan devrimler Avrupa’nın (İngiltere hariç) en büyük monarşilerinin (Almanya, Avusturya-Macaristan, Rusya) sonunu getirdi. Bu monarşiler, işçi sınıfının giriştiği devrimlerle yıkıldılar. Çarlık işçi sınıfının devrimiyle yıkılırken, proletarya burjuva cumhuriyetle yetinmeyeceğini ve kendi Sovyet cumhuriyetinin (işçi demokrasisi) tek kurtuluş yolu olduğunu 1917 Ekiminde iktidarı ele geçirerek tüm dünyaya ilan ediyordu. İtalya da dâhil olmak üzere Orta Avrupa’nın işçileri bu çağrıya cevap vermekte gecikmeyecek, onlar da isyan ederek kendi imparatorluk devletlerinin sonunu getirecek ve cumhuriyetle tanışacaklardı. Ne var ki, yeterince güçlü ve etkili devrimci önderliklere sahip olmadıklarından Almanya’da, Avusturya’da, Macaristan’da ve İtalya’da işçi sınıfı ya iktidarı merkezi olarak ele geçiremedi ya da elinde tutmayı başaramadı. Fakat proleter devrimci ayaklanmalar bu ülkelerde yenilseler bile, monarşilerin yıkılıp cumhuriyetin kurulmasını sağlamışlardı. Ama tam da bu yenilgiler nedeniyle güçten düştükleri için kendini toparlayan burjuvazinin karşı saldırıya geçmesine de engel olamadılar. Burjuvazinin beyaz terörü, II. Dünya Savaşının sonuna kadar sürecek ve tüm Avrupa’yı şu ya da bu ölçüde etkileyecek otoriter ve totaliter rejimlerle sonuçlanmıştı. Yenilen işçi sınıfı, o süreçte, o güne dek kazandığı demokratik haklarını da kaybetmiş, sınırlı burjuva demokrasisi bile rafa kaldırılmıştı.
II. Dünya Savaşından sonra, gerek faşizmin yaşattığı acıların doğurduğu tepkiler, gerek işçi sınıfının kimi ülkelerdeki atılımları, gerek SSCB’nin varlığının yarattığı basınç, gerekse de burjuvazinin I. Dünya Savaşının devrimci sonuçlarından çıkardığı derslerin etkisiyle, burjuva demokrasileri Batı’nın kapitalist ülkelerinde yaygınlaşmaya başladı. Avrupa, Kuzey Amerika ve Japonya’nın dışındaki kapitalist dünyanın emekçileri ise, her türlü olağanüstü devlet biçimleriyle boğuşmaya ve en iyi durumda güdük bir burjuva demokrasisiyle idare etmeye zorlandı. İleri kapitalist ülkelerde II. Dünya Savaşının ardından yaşanan 20 yıla yakın süren hızlı büyüme dönemi ve bunun burjuvaziye sunduğu iktisadi olanaklar, gerekli maddi zemini sağlayarak, burjuva demokrasisinin sınırlarının bir ölçüde genişletilmesinde büyük rol oynamıştı. Bu ekonomik zemin işçi sınıfına birtakım ekonomik tavizlerin verilmesini mümkün kıldığı ölçüde, sendikalar, işçi örgütleri ve kitlesel işçi partileri giderek büyüdüler. Ne var ki, sosyal-demokrasinin bu zeminde düzenle bütünleştiği tescil olunurken, Avrupa’daki resmi komünist hareket (Stalinist KP’ler) de onun boşalttığı klasik reformist pozisyona kaymıştı. Yine de türlü düzeydeki güçlü işçi örgütlerinin varlığı demokratik hak ve özgürlüklerin güvencesi rolünü oynadı uzun bir zaman boyunca.
Öte yandan, ileri kapitalist ülkelerde burjuva demokratik haklardan yararlananların sayısı artarken, bu demokrasinin kapsamı daralıyordu. Demokratik hak ve özgürlükler görünüşte daha geniş toplum kesimlerini kapsar ve genişlerken, demokrasinin içeriği daha da boşaltılmış, onun kâğıt üzerinde kalan niteliği daha da açığa çıkmış, burjuva devletin topluma yabancılaşmış doğası daha da belirginleşmiş, siyaset alanı süper zengin burjuva kesimlerin tekeli altına çok daha büyük oranda girmişti. Tüm bunların en dolaysız sonuçlarından biri, kitlelerin, özellikle de 70’li yıllarla birlikte ileri kapitalist ülkelerde seçimlere giderek soğumalarıydı. İster solda gözüksün ister sağda, düzen partilerinin hiçbirinin emekçi kitlelerin çıkarları doğrultusunda adım atmaması, özellikle 80’li yıllarla birlikte tüm düzen partilerinin “neoliberal mutabakatın” sözcüsü durumuna gelmesi kitlelerin siyasete olan ilgisini de azaltmıştı. 90’lı yıllarla birlikte ise yepyeni bir dönem açıldı. SSCB’nin çöküşü ve buna paralel olarak sosyalist hareketin ve işçi hareketinin gerilemesiyle birlikte burjuvazi üzerindeki basınçtan çok büyük ölçüde kurtuldu. Takip eden süreçte kapitalizmin içine girdiği tarihsel kriz koşulları ise burjuvazinin gerici, milliyetçi, anti-demokratik ve militarist eğilimlerini dizginsiz bir şekilde arttırdı.
İnsanlığın kurtuluşuna giden yol: İşçi demokrasisi
Lenin, emperyalizm çağının siyasal gericilik çağı olduğunu tespit ediyordu. Kuşkusuz bu tespiti, dönemin tüm ülkelerinde eşzamanlı bir gericileşme olduğunu anlatmak için yapmıyordu. Lenin, tekelleşmenin, büyük banka ve sanayi sermayesinin kaynaşmasının ve oluşan finans-kapital hâkimiyetinin, “serbest rekabet dönemi”ne kıyasla siyasal gericilik eğilimini güçlendirdiğini anlatmak istiyordu. Bu eğilim kendisini ileri kapitalist ülkelerde burjuva demokrasisinin şeklen korunduğu durumda bile “demokratik ruhunu” kaybetmesi, çürümesi olgusuyla dışa vurmuştur. Daha 19. yüzyılın sonlarında kimi Amerikalı aydınlar, görünüşteki demokratik örtüye rağmen aslında seçilmişlerin “çağdaş plütokratlar” haline geldiğini gözlemlemişlerdi.
Zenginlerin yönetimi anlamında kullanılan plütokrasi, kapitalist toplumda demokrasinin sınıfsal özünün gizlenemez hale gelmesini anlatıyor aslında: “Plütokrasi kavramı, yönetme erkinin toplumun tepesinde sivrilen zengin ve ayrıcalıklı bir zümre tarafından ele geçirilmesine dayanan oligarşik bir yönetim biçimini anlatıyor. Özetle ‘zenginlerin yönetimi’ anlamına gelen plütokrasi kavramı, kapitalizmin ilerici barutunu yitirmesi ve buna koşut olarak burjuva düzenlerde demokrasinin daralmasıyla ortaya çıkan siyasi gerçekliğe işaret ediyor. Siyaset bilimi ve hukuksal açıdan faşizm benzeri olağanüstü bir rejimin kurulması söz konusu olmasa dahi, kapitalist ülkelerde genelgeçer pek çok husus hesaba katıldığında, burjuva yönetimlerin bir zenginler yönetimine, plütokrasiye dönüştüğü doğrudur. (…) Amerika ve Avrupa örneklerinde, başlangıçta halkın daha geniş kesimlerine dayanan siyasi iktidarların yerini giderek bir zenginler yönetimi almıştır. Bu ülkelerde görünürde yine bilinen burjuva parlamenter rejimler işbaşında olsa da, siyasal iktidarın yapılanmasının derinlerine indikçe, bunların başlangıçtaki burjuva demokrasisinden ne denli uzaklaşmış olduğu açıkça görülür.” (Elif Çağlı, Demokrasi ve Plütokrasi, marksist.net/node/3475)
Bugün yaşadığımız tarihsel kriz dönemi, kapitalizmin eski parlak dönemlerindekine benzer canlı bir büyüme dönemi yaşama şansının artık kalmadığını, bu doğrultudaki potansiyellerini büyük ölçüde tükettiğini gösteriyor. Buna paralel olarak burjuva demokrasisi de can çekişmekte, plütokratik nitelikleri gözlerden saklanamaz hale gelmekte, dahası otoriterleşme eğilimi tüm dünyada güçlenmektedir. Tıpkı kapitalist ekonomi gibi, burjuva demokrasisinin de parlak günlerine dönmesi mümkün değildir. Zira bugün tık nefes hale gelmiş bir kapitalizmden demokratik bir siyasal yaşama temel teşkil etmesi de beklenemez. Gelinen noktada, burjuvazinin toplumsal düzeni kendi burjuva demokrasisini bile artık taşıyamaz, kaldıramaz hale gelmiştir. Bir başka deyişle, üzerinden 100 yıl geçtikten sonra Lenin’in siyasal gericileşme eğilimine dair tespiti geçmişe kıyasla çok daha somut ve küresel çapta bir gerçek olarak karşımızda durmaktadır.
Tüm dünyada hüküm süren otoriterleşme eğilimine karşı verilecek demokrasi mücadelesini, burjuva demokrasisinin parlak günlerini yeniden canlandırmak sanki mümkünmüş gibi onunla sınırlamak, bu mücadeleyi kapitalist düzenin sınırlarında tutmaya çalışmak, işçi sınıfının mücadelesini de düzene yönelik boş ümitler deryasında boğmak anlamına gelmektedir. İşçi sınıfının hedefi, artık kapitalizmin kendisinin bile taşıyamadığı burjuva demokrasisini restore etmeye çabalamak değil, kendi işçi demokrasisini kurmak olmalıdır. Bu toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi ve emekçiler, siyasal iktidarı bir devrimle ele geçirerek, sömürenleri mülksüzleştirecek ve toplumun geniş çoğunluğunun yani halkın gerçekten de kendi kendisini yönetmeye başlamasını sağlayacaklardır. Bugün “gerçek demokrasi” istiyorum, onun mücadelesini veriyorum diyenler için tek gerçekçi yol işçi sınıfının mücadele saflarına katılmaktır.
link: Oktay Baran, Burjuva Demokrasisi ve Proleter Sınıf Mücadelesi, 21 Mart 2018, https://marksist.net/node/6275
Sermaye, Emeği ve Doğayı Talan Ederek Büyüyor
ÖNSÖZ