Tüm belirtiler ortada. Çürüyen kapitalizm dünyamızı tam bir yabancılaşma küresine çevirmiş bulunuyor. O nedenle, günümüz dünyasında yabancılaşma kavramı ekonomiden psikolojiye, sosyolojiden felsefeye, edebiyat ve sanat dünyasına dek geniş bir kullanım alanı içinde sık sık karşımıza çıkıyor. Aslında yabancılaşma kavramı etrafında yürüyen tartışmaların uzun bir geçmişi var. Yabancılaşma kavramı 19. yüzyılda Hegel, Feuerbach gibi büyük düşünürler tarafından felsefî değerlendirmeler bağlamında gündeme getirilmişti. Marx ise, Hegel ve Feuerbach’ın yabancılaşma konusundaki açılımlarını eleştirerek konuyu gerçek maddi temellerinden hareketle ele aldı.
Marx, ilerleyen ve derinleşen çalışmaları boyunca, yabancılaşma olgusunu kapitalizmin ekonomik temelinde yatan nedenleriyle açıklığa kavuşturdu. Fakat ekonomik temel diye nitelediğimiz altyapıdan doğan sorunların, politikadan sanata, hukuktan insan ilişkilerine dek geniş bir alanı kapsayan üstyapıdaki yansımaları kuşkusuz çok boyutlu ve karmaşıktır. Marx, ekonomik temelde gerçekleşen emeğin yabancılaşmasının, insanın kendine, diğer insanlara, türüne ve doğaya yabancılaşmasıyla boyutlanarak üstyapıda yarattığı geniş kapsamlı etkilerini asla gözardı etmedi. Buradan hareketle belirtmek gerekir ki, yabancılaşma olgusunu en geniş kapsamıyla kavrayabilmek için esas kaynak Marksist çözümlemelerdir.
Hegel’den Marx’a
Geçmiş dönemlerde bazı yazarlar, yabancılaşmayı insanlık tarihinin ilk dönemlerinden beri var olan bir gerçeklik olarak ele aldılar ve ilkel komünal toplum düzeninde yaşayan insanın doğa güçleri karşısındaki zayıf, çaresiz durumunu da bir çeşit yabancılaşma olarak gördüler. Bu tür yanlış yaklaşımları bir yana bırakacak olursak, yabancılaşma konusu esasen 19. yüzyılda Hegel ve Feuerbach ile birlikte önem kazandı. Hegel’in felsefesinde yabancılaşma, her şeyin özü olarak kabul edilen varlığın (mutlak tin) kendini açığa çıkartması, bütünlüğünün dağılıp daha karmaşık hale gelmesi, dışsallaşması vb. gibi idealist felsefeye özgü kavramlar çerçevesinde ele alındı. Hegel, insanın kendi bilincine varmasındaki yabancılaşmadan söz ederek konuyu düşünce dünyasına hapsetmiş oluyordu. Feuerbach ise, dini eleştiren felsefesinde, tarihsiz ve sınıflar üstü bir soyut insanın yabancılaşmasından söz ediyordu.
Hegel’in düşüncesi, kendinden önce gelen felsefecilere kıyasla diyalektik yöntem ve değişimin kabulü gibi bazı önemli üstünlük ve katkılar içermekteydi. Ancak onun diyalektiği de, değişim kavrayışı da idealist felsefe çerçevesine hapsolmuştu ve bu nedenle de Hegel’de her şey baş aşağı duruyordu. Hegel felsefesinin eleştirisi temelinde diyalektik materyalizm kavrayışını geliştirmeye koyulan Marx, Hegel’de düşünce dünyasının çelişkilerinden türetilmeye çalışılan idealist yabancılaşma yaklaşımını da çürütmüş oldu. Sorun, maddi yaşamdan soyutlanmış bir düşünce dünyasında, insanın kendi özüne nasıl yabancılaştığını keşfetme sorunu değildi. Gerçekler dünyasına bakıldığında görüleceği üzere, aslen kapitalist üretim tarzı emeği kendi etkinliğine, kendi ürününe yabancılaştırıyor ve buradan hareketle de toplumsal yaşamda pek çok problem türüyordu. Dolayısıyla yabancılaşmaya son verecek olan da, Marx’ın 11. Tez’de belirttiği gibi, felsefecilerin dünyayı yorumlamaya çalışmakla yetinen tartışmaları değil, dünyayı değiştirmek üzere kapitalizme meydan okuyacak fiili hareket olacaktı.
Marx ve yoldaşı Engels, insanlık tarihinin gizlerini çözmeyi ve kavramayı mümkün kılacak tarihsel materyalist dünya görüşünü ve diyalektik yöntemi geliştirdiler. Zaman içinde değişen toplumsal yaşam koşullarının ve buradan hareketle insan ilişkilerindeki ve insan psikolojisindeki değişimin gerçek nedenlerini ortaya koymaya çalıştılar. Marksizm gerçekliği açıklığa kavuştururken, insanın toplumsal yaşamdaki davranış, tutum, düşünce, değer yargısı, ilişki biçiminin değişmezliğini savunan görüşleri de yere serdi. Buradan hareketle vurgulamalıyız ki, farklı üretim biçimlerinin tümünü kucaklayan ve insan doğasından kaynaklanan bir yabancılaşma olgusu mevcut değildir. Marksizmin incelediği yabancılaşma, kapitalist üretim tarzından türeyen bir sorundur, bu üretim tarzına özgüdür ve bu üretim tarzının tamamen tasfiyesiyle birlikte yabancılaşma da son bulmuş olacaktır.
Marx yoldaşı Engels’in de katkılarıyla, erken dönem çalışmalarından itibaren yabancılaşma sorununun irdelenmesini tarihsel materyalizm temelinde ele aldı. Sorunun köklerinin, kapitalizmde işçinin üretim süreci içindeki ve ürettiği ürün karşısındaki nesnel pozisyonunda yattığını açığa çıkardı. Hegel ve Feuerbach gibi düşünürlerin gerçek maddi temellerden hareket etmedikleri için açıklığa kavuşturamadıkları yabancılaşma olgusunu Marx, “emeğin yabancılaşması” noktasından hareketle irdeledi. Böylece, yabancılaşma olgusunun felsefe dünyasının veya psikoloji alanının spekülatif yaklaşımlarından arındırılmış biçimde, iktisadi, sınıfsal ve tarihsel temellerde kavranmasını mümkün kıldı. Kapitalist toplumda çeşitli çelişki ve problemlerin ifadesi olan yabancılaşmanın, aslında kapitalist üretim sürecine egemen olan koşullardan kaynaklandığı gerçeği Marx’ın çözümlemeleri sayesinde gözler önüne serildi. Ve doğru görüşler oradan hareketle geçmişten günümüze uzandı.
1844 Elyazmaları ve yabancılaşma
Hegel ve Feuerbach’ı eleştirerek onları aşan Marx, daha 1844 Elyazmaları’ndan başlayarak, “politik iktisat” olarak nitelediği burjuva iktisadın çarpıtmalarıyla hesaplaşmaya koyulmuştur. Ne var ki, Grundrisse gibi son derece önemli bir çalışma nasıl ki ancak yıllar sonra gün ışığına çıkabilmişse, 1844 Elyazmaları da 1930’lara kadar yayınlanmadan kalmıştır. Elyazmalarında yer alan ve fakat Marx’ın ilerleyen yıllarda geliştireceği pek çok önemli açılım, akademisyenler tarafından, yalnızca gençlik dönemine özgü olduğu ve daha sonra vazgeçildiği gibi gerekçelerle düşüncenin gelişen halkalarından kopartılarak değerlendirilmiştir.
Aslında bu durumda şaşılacak bir yön yoktur. Çünkü Marx’ın gerçekleri derinden kavramaya yönelik diyalektik yöntemi ile, karmaşık toplumsal çözümlemelerin çeşitli parçalarını bütünlüğünden kopartarak ayrı bir “kuram” haline getiren akademik yöntem arasında kapanmaz bir uçurum vardır. Burjuva akademisyenlerin, inceledikleri eserlerde kendi alıştıkları çerçevede bir “kuram” bulamadıklarında, hareket halindeki düşüncenin farklılaşan ifade ve kavramlarını bütünsel ilerleyişten kopartarak değerlendirmeleri onların genel bir eğilimidir. O nedenle akademik Marksistler dahil genelde akademisyenler dünyasına, Marx’ta yabancılaşma konusunun Hegel etkisiyle yalnızca gençlik döneminde ele alındığı şeklindeki yaklaşımlar damgasını basar. Netice olarak, Marx’ın çözümlemelerini bu gibi yaklaşımların tesirinde kalmadan kavramaya çalışmak doğru olacaktır.
1844 Elyazmaları’ndan itibaren Marx’ın yazıları ve eserleri, yabancılaşma konusunu şu ya da bu kavrama hapsolmaksızın, gerçek ekonomik temellerinden hareketle ele almamızı mümkün kılan engin çözümlemelerle örülüdür. Kuşkusuz zaman içinde incelemenin ve düşüncenin olgunlaşması nedeniyle, konunun analizi boyunca kullanılan kavramlarda ve açıklamaların içeriğinde de değişim olmuştur. Zaten bu da gelişimin doğası gereğidir. Nitekim Marx’ın gençlik eseri olan 1844 Elyazmaları’nda, yabancılaşma konusundaki değerlendirmeleri henüz Hegel felsefesinin izlerini taşıyan “dışsallaşma” gibi kavramları da içerir. Ne var ki zamanla diyalektik ve tarihsel materyalist kavrayışını geliştiren Marx, eskinin bu gibi gereksiz izlerinden de kurtulacaktır. Bunun dışında, ilerleyen yıllar içinde Marx, işçinin kendi çalışmasına ve kendi ürününe yabancılaşmasını içeren kapitalizm analizlerinde, yabancılaşma kavramı yerine daha çok “meta fetişizmi” kavramını kullanmayı tercih edecektir. Fakat bunlar konunun özünü değiştirmeyen detaylardır ve ister yabancılaşma diyelim ister meta fetişizmi, bunu yaratan kapitalist özel mülkiyet ve kapitalist işbölümü koşullarıdır.
Üç ayrı bölüm oluşturan 1844 Elyazmaları boyunca Marx, kapitalist toplumda “emeğin yabancılaşması” konusunu ele almıştır. Marx’ın yabancılaşma analizi, takip eden satırlarda özetleyerek değineceğimiz gibi, kapitalist sömürü sisteminin gizlerini gözler önüne serer. Emeğin yabancılaşması, işçinin üretim araçlarından kopmasını, bu nedenle işgücünü kapitaliste satarak yaşamak zorunda kalmasını ve neticede emeğinin ürününün kendisine değil kapitaliste ait olmasını anlatır. Böylece işçinin kendi çalışma süreci, kendi emeği ve yarattığı ürün, işçinin karşısına yabancı bir güç olarak dikilmektedir. İşçinin kendi alınterini dökerek metaya aktardığı hayat, kendi karşısına kapitalistin emrindeki yabancı ve düşman bir şey olarak çıkmaktadır. Kısacası, emeğin ürünü onu yaratana geri dönmemekte ve yabancılaşmanın bir başka görünümü olarak, yabancı bir güce gitmektedir. Kuşkusuz bu sonucu doğuran neden üretim sürecinde yatmaktadır. Zira ürün, üretici etkinliğin sonucudur ve işçi bizzat üretim sürecinde üretim araçlarına ve kendi emeğine yabancılaşmış olmasaydı, kendi ürününe de yabancı kalmazdı.
İşçinin ürettiği ürünün sahiplenilme tarzı yabancılaşmanın somut bir göstergesidir ve kapitalist üretim tarzının çarpıcı çelişkisini açığa vurur. Çünkü işçi kendi yarattığı ürünle aslında sermayeyi yaratır ve işçi ne kadar çok üretirse, o kadar da çok sermayenin egemenliği altına girer. İşçi ne kadar çok meta yaratırsa, kendi işgücü bir meta olarak o kadar ucuzlar. Metalar dünyasının değeri arttıkça insanlar dünyası değersizleşir. Kapitalizmin temel çelişkisini oluşturan emek-sermaye çelişkisi, sermaye palazlandıkça işçinin yoksullaşması gerçeğinde somutlanır. Böylece emeğin yabancılaşması da kendini bu çelişkinin derinleşmesinde yansıtır.
Burjuva iktisat yani politik iktisat kapitalizmin işleyiş yasalarını ve çelişkilerini açıklamaktan acizdir ve kendi öğretileri boyunca geliştirdiği teorileri bir yasa gibi sunarak gerçeklikten uzaklaşmaktadır. Oysa Marx’ın kapitalizm analizi, gençlik çalışmalarından başlayarak gerçek iktisadi olgulardan yola çıkmıştır. Bu derinlikli ve kapsamlı analizleri sayesinde, Marx, özel mülkiyetle emeğin yabancılaşması arasındaki diyalektik ilişkiyi de çarpıcı biçimde ortaya koymuştur. Özel mülkiyet yabancılaşmış emeğin bir dışavurumudur ve özel mülkiyet emeğin yabancılaşmasını yaratırken, emeğin yabancılaşması da özel mülkiyeti yeniden üretmektedir. Kısacası, kapitalizm çerçevesinde yabancılaşmayı ortadan kaldırmak mümkün değildir ve aslında kapitalist üretim süreci, emeğin yabancılaşmasının da yeniden üretildiği bir süreç olmaktadır.
Meta üretimi tarih sahnesine kapitalizmle birlikte çıkmış değildir ama yalnızca kapitalizm, değişim için üretimi yani meta üretimini genelleştirmiştir. Kapitalizmde işçi yalnızca meta üretmez, kendi işgücünü de meta olarak yeniden üretir. Bu noktada eski dönemlerin farklılığını hatırlayalım. Kendi ufak toprağında geçimlik ürün üreten köylü veya kendi üretim araçlarıyla iş gören zanaatkâr, ürettiği ürüne kendisi sahiptir. İşçinin emek ürünü ise işçiye ait değildir. Yarattığı zenginlik büyüdükçe işçi yoksullaşmaktadır. Bu açılardan bakıldığında, kapitalizmin insanı kendi üretici etkinliğine, kendi yarattığı ürüne ve dolayısıyla doğaya yabancılaştıran bir düzen olduğu gerçeği çarpıcı biçimde ortaya çıkar. Gerçekten de yabancılaşma, Marx öncesi düşünürlerin veya Marx’tan uzaklaşan bazı çağdaş yazarların ileri sürdüğü gibi, insanın doğasından kaynaklanan, değişmez, insanlık tarihi boyunca var olan bir olgu olmayıp kapitalizme özgüdür. Çünkü kastettiğimiz yabancılaşmanın oluşması için, insanlık tarihi içinde belirli maddi koşulların oluşması gerekmektedir. Emeğin yabancılaşmasını yaratan, üreticinin temel üretim araçlarından kopması ve o nedenle de artık işgücünü başkalarına satarak yaşamak zorunda kalmasıdır.
Bir an için kapitalizmin gerçeklerini değil de olması gerekeni düşünürsek, insanlar aslında kendilerini kendi ürettikleri yapıtları ile varederler ve birbirlerini de karşılıklı olarak kendi yapıtları ile zenginleştirirler. İnsanların kendi emek ürünleri aracıyla yaptıkları değişim, gerçek toplumsal ilişkilerin temelini oluşturur. Ne var ki kapitalist üretim tarzında üretim süreci, üretimi bizzat gerçekleştiren işçinin egemenliğinden çıkmıştır ve ona yabancı, ekonomik zor yoluyla ona dayatılan bir niteliğe bürünmüştür. Böylece çalışma artık işçinin özsel varlığının ifadesi değildir; kapitalizmde işçi çalışma dolayımıyla kendini olumlamış olmaz, tam tersine varoluşunu inkâr eder. Çalışmak kapitalizmde işçi için yaşamın doğallığı olmaktan çıkmıştır, yaşayabilmesi için kendine dayatılan yabancı bir zorunluluğa dönüşmüştür. Bu koşullardan türeyen sonuç ise, işçiyi içten içe kemiren derin bir mutsuzluktur. İşçi çalışma sürecinde fiziksel ve zihinsel enerjisini geliştirememektedir, bedenini harcarken zihnini yok etmektedir. İnsanı kendine yabancılaştıran emek, Marx’ın deyişiyle, kendini kurban etme, kendini alçaltmadır. İşte kapitalizmdeki bu üretim koşulları nedeniyle, işçi ancak çalışmadığı zaman kendinde olabilmektedir ve bu nedenle de mecburiyet olmasa çalışmaktan vebadan kaçılır gibi kaçılmaktadır.
Marx, eski dönemlere oranla üretici güçleri muazzam ölçüde geliştiren kapitalist üretim tarzının, diğer yandan insan ilişkilerini meta ilişkilerine indirgeyerek insanı tam bir yabancılaşma küresinin içine hapsettiğini daha gencecik yaşındayken keşfetmiştir. İnsanın doğaya ve bizzat kendi hayat etkinliğine yani kendine yabancılaşması, insanı kendi türüne de yabancılaştırmış ve türün hayatını amaç olmaktan çıkartıp bireyin hayatının aracına çevirmiştir. Gerçekte doğa içinde üretici hayat türün temel özelliği iken, çalışmanın yaşayabilmek için başkaları tarafından dayatılan bir zorunluluk olması, insanı türünün nesnelliğinden kopartmıştır. Marx bu noktadan hareketle, yabancılaşmış emeğin doğayı ve insanın manevi özünü kendine yabancılaştırdığı gibi, insanı kendi bedenine de yabancılaştırdığını vurgular. Bunun dolaysız sonucu ise, insanın insana yabancılaşmasıdır. Çalışma işçi için kendini toplumsal yaşamda varedecek bir zevk kaynağı olacakken, kapitalist üretim koşulları nedeniyle, kendi etkinliği kendisi için bir acı kaynağı oluşturur. Çalışma süreci işçinin yaşamından çalan bir sürece dönüşür ve işçi sınıfı yarattığı dünyanın efendisi olacak yerde, onun kölesi durumuna düşer. Kapitalizm gönüllü elbirliğini yok ettiğinden, insanı diğer insanlara bağlayan derin bağlar, dayanışma ve paylaşım duyguları da çözülür.
İlerleyen yıllar ve derinleşen yabancılaşma
Kapitalist toplumda işbölümünün gelişmesi bir yandan üretici güçleri geliştirip tarihsel ilerleyişte olumlu bir rol oynarken, diğer yandan işçiyi çok sınırlı bir etkinlik küresine hapsederek, onu bir otomat, fiziksel ve entelektüel bir hayalet durumuna getirmektedir. Bilindiği üzere, sınıflı toplumlarda egemen fikirler son tahlilde egemen sınıfın fikirleridir. Kapitalist toplumda düşünce ve ideoloji üretimi burjuvazinin hegemonyası altındadır ve bu hegemonya delinmediği ölçüde, işçi-emekçi kitleler toplumsal ve politik açıdan muazzam yanılsamalar altında yaşarlar. Onları çok yönlü gerçeklere yabancılaştıran ve kavrayışlarını donduran burjuva ideolojisi, işçi-emekçi kitleleri sınıf eşitsizliğini doğal ve değişmez kabul etmeye, dinsel hurafeleri ve kendilerini ezen otoriteleri gönüllüce benimsemeye sürükler.
Marx’ın o unutulmaz ifadesiyle, “Emek zenginler için mucizeler üretir ve saraylar kurarken, işçiler için sefaletten başka bir şey doğurmaz ve izbelerden başka bir şey kurmaz; güzellik yaratırken, makine durumuna indirgeyerek barbarlık içine düşürdüğü işçiyi fizik ve törel bakımdan alçaltır; kafa alanını geliştirirken, alıklık ve budalalığı işçinin yazgısı durumuna getirir”. İşçinin kendi emeğinin ürününe yabancılaşmasının sonuçları yalnızca artı-değer sömürüsü gibi ekonomik olgulardan ibaret değildir. Yukarıda vurguladığımız üzere, emeğin yabancılaşması aynı zamanda insanın kendine ve hemcinsine yabancılaşması gibi sonuçlar doğurarak pek çok toplumsal ve psikolojik hastalık da yaratmaktadır. Özetle, kapitalist toplumun derinlerinde yatan nesnellikten yabancılaşma sorunu bağlamında türeyen pek çok öznel sonuç vardır. Kapitalist işbölümü ve üretim ilişkileri insan ilişkilerini atomize eden, insan psikolojisini bozan özelliklere sahiptir. Zaman içinde çeşitli yazarların üzerinde durduğu toplumsal ve psikolojik sorunların kaynağında, ekonomik temelde gerçekleşen yabancılaşma yer alır.
Marx, ilerleyen yıllar içinde Engels’le birlikte kaleme aldığı Alman İdeolojisi adlı çalışmada tarihsel materyalizm kavrayışını daha da geliştirmiştir. Bu çerçevede, insanların varlığını belirleyenin onların bilinci olmadığı, tersine bilinci belirleyenin onların varoluş koşulları olduğu ortaya konmuştur. Marksizmin analizleri sayesinde, farklı toplumsal formasyonların sırlarının onlara egemen olan farklı üretim ilişkileri bağlamında kavranabilmesi mümkün kılınmıştır. Alman İdeolojisi’nde ya da Marx’ın Kapital çalışmalarında özel olarak yabancılaşma olgusu üzerinde durulmamıştır ama bu olgunun en çarpıcı görünümü olan “meta fetişizmi” (meta tapınmacılığı) derinlemesine ele alınmıştır. Meta fetişizmi analiziyle anlatılmak istenen, meta üretimi koşullarını genelleştiren kapitalist sistemin, toplumsal yaşamı metanın emri altına sokması, adeta bir meta imparatorluğu kurmasıdır. Kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olmasıyla birlikte, insana dair kıymetler (insan emeği ve onun emeğinin ürünleri) metalaşmıştır. Bu durum, insanların kendi aralarındaki ilişkileri de metalar arasında kurulan ilişkiler şeklinde algılamaları yanılsamasını yaratmıştır, yani kapitalizm insan ilişkilerini de metalaştırmıştır.
Kapitalizm ilerledikçe egemenleşen meta, onu üretenden bağımsız özerk bir yaşama kavuşmakta, kendini yaratanın elinden kaçmakta ve dahası ona düşman bir kimlik kazanmaktadır. Meta fetişizmini en üst derecede somutlayan meta, paranın ta kendisidir. Bu meta insanları boyunduruğu altına alır, onları kendisine kul köle eder. Yabancılaşmanın en çarpıcı ifadesi olarak, aslında insanların toplumsal eyleminin ürünü olan para, onlardan ve onların bunu kavrayabilmesinden bağımsız biçimde onların karşısına dikilir. Ve onları ezer geçer. O nedenle yabancılaşma olgusu en çok parada somutlanmakta ve kapitalizmin ürettiği toplumsal ilişkiler de paranın ardına gizlenmektedir. Bu gerçeklik olgunlaşıp dünya ölçeğinde yaygınlaştığı derecede, kapitalizm de büsbütün çürüyen bir toplumsal düzen olarak kendini ortaya koymaktadır. Çünkü paranın egemenliği ölçüsünde, insanlar arası ilişkiler paraya bağımlı ve paraya tapınan pespaye bir ilişkiye dönüşür. Böylece kendine ve hemcinsine yabancılaşan insan, neticede çürüyen bir düzenin içinde kendi benliğini yitirerek çürür.
Marx Kapital çalışmasında, takip eden satırlarda değineceğimiz gibi, kapitalist üretim tarzının derin çelişkilerine dikkat çeker. Bu üretim tarzı bir yandan toplumsal emeğin üretkenlik gücünün gelişmesini teşvik eder ve bu da değişmeyen sermayenin (makine, teçhizat, hammadde vb.ye yapılan çeşitli harcamalar) arttırılmasını gerekli kılar. Diğer yandan kapitalizm değişmeyen sermayenin kullanılmasında tasarrufu kamçılar. Böylece kapitalist üretim tarzı çelişkili ve zıt niteliği gereği, emekçinin yaşamını ve sağlığını bol keseden harcar. Genelde kapitalistler, üretim sürecini işçi için daha insani ve dayanılabilir hale getirebilecek sermaye harcamalarına tamamen fuzuli israf diye bakarlar. Kapitalist düzen işçinin çalışma ve yaşam koşullarının kalitesini alabildiğine düşürme işini çok ileri boyutlara götürür.
Kapitalistler, madencilik, gemi inşası vb. gibi tehlikeli üretim süreçlerinde en can yakıcı biçimde somutlandığı üzere, fazla masraf olmasın diye makine, teçhizat vs. harcamalarını kısmakta ve işi güvenlik kurallarını inanılmaz ölçüde ihmal etmeye kadar vardırmaktadırlar. Böylece kapitalist üretim biçimi, Marx’ın vurgusuyla, bütün pintiliğine karşın kendi insan malzemesi konusunda ne denli hovarda olduğunu ortaya koymaktadır. İşçinin yaşamının çok büyük kısmını üretim sürecinde geçirdiği hesaba katılırsa, kapitalizm işçiyi antik dönemlerin kölelerini aratacak koşullara iterek, adeta bir dolap beygirine çevirmekte ve onu insanlığından çıkartarak daha fazla artı-değer üretme aracına indirgemektedir.
Marksizme yabancılaşanlar
Marksizmin yabancılaşma olgusuna ilişkin çözümlemeleri zaman içinde pek çok edebiyatçı, sanatçı, yazar ve psikoloğu etkilemiştir. Fakat istisnalar bir yana, genelde edebiyat ve sanat dünyasına, psikoloji alanına sınıf ayrımlarının ve sınıf mücadelesinin dışından bir bakış egemendir. Bu gerçekliğin bir yansıması olarak, onlar yabancılaşma olgusunu da çağdaş insanın bir durumu, hemen herkesi aynı derecede saran bir toplumsal hastalık hali olarak ele alırlar. Bu temelde günümüz dünyasında insan, çeşitli psikolojik sorunlar içinde kıvranan yalnız bir insan olarak tasvir edilir. Kapitalist düzenin insanı çeşitli fiziki ve psikolojik hastalıklara sürüklediği, toplumu atomize ederek insanı yalnızlaştırdığı, insan ilişkilerini metalaştırarak onun iç dünyasını yoksullaştırdığı vb. doğrudur. Ancak farklı sınıfların bu tür sorunları farklı boyutlarda yaşadığı gerçeği asla unutulmamalıdır. Burjuvazinin yaşam koşullarının farklılığı zaten bir yana, işçi sınıfının yaşam gerçekliği, edebiyat ve sanat dünyasının pek severek genellediği, yalnız ve psikolojik sorunları içinde debelenip duran küçük-burjuva tipolojisiyle uyuşmaz.
20. yüzyıl içinde yabancılaşma konusunda ileri sürdükleri görüş ve çalışmalarla sivrilen kişileri örneklemek gerekirse, Erich Fromm (1900-1980) en başta gelen isimler arasında yer alır. Fromm, Marx’ın yabancılaşma konusundaki analizlerini bireysel psikoloji alanından yaklaşarak değerlendirmiş ve Freud’un psikanaliz bağlamındaki çalışmalarının etkisiyle de eklektik sonuçlar üretmiştir. Marx’tan etkilenmiş gibi görünseler de, sıra bu düzeni ortadan kaldıracak devrimci mücadeleye geldiğinde Marksizmi yadsıyan ve işçi sınıfının devrimci rolünü reddeden yazarlar çeşitlemesi hayli kabarıktır. Bu bağlamda ün yapmış çeşitli isimleri hatırlamak mümkündür. Önemli bir örnek, insanı mücadeleden uzak biçimde kendiyle uğraşmaya sevkeden varoluşçu felsefe akımının savunucularından Fransız romancı-düşünür Jean Paul Sartre’dır (1905-1980).
Keza, Avrupa’da ve çeşitli ülkelerde gençlik eylemlerinin yükseldiği 60’lı yıllarda, özellikle “Tek Boyutlu İnsan” kitabıyla öğrenci gençlik arasında ün kazanmış olan Herbert Marcuse’u (1898-1979) hatırlayabiliriz. Marcuse, kapitalizmin egemenliği altındaki teknolojinin insanı esir aldığını, insanı teknolojinin kölesi durumuna indirgediğini vurgularken haklıdır. Fakat Marcuse görüşlerinde bu noktada durmamış ve işçi sınıfının bu kahrolasıca sistemi yıkma potansiyelini tamamen yitirdiğini iddia etme noktasına savrulmuştur. Bu yaklaşımın inandırıcı hiçbir yönü bulunmamaktadır. Avrupa ya da Amerika işçi sınıfının bir dönem boyunca elde ettiği sosyal haklar, bu tür yazarlar tarafından sınıfın devrimci rolünün inkârının gerekçesi yapılmıştır. İşçiler eski dönemlere oranla fazladan üç-beş tüketim maddesine sahip oldular diye, artık zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olduğu iddia edilmiştir. Marcuse’a göre, böylece silahsız kalan toplum tek boyutlu bir insana (tüketen robot) dönüşmektedir ve bu durum ancak toplumun marjinal kesimlerinin eylemi sayesinde aşılabilecektir. Marcuse veya işçi sınıfının devrimci rolünü inkâr ederek kurtuluşu toplumun marjinal kesimlerinin eyleminden bekleyen tüm yazarlar, pratikte yaşanan gelişmelerin onların görüşlerini açıkça çürüttüğü gerçeğini kabul etmeden bu dünyadan göçüp gitmişlerdir ve de gitmektedirler.
Ele aldığımız örneklerde somutlandığı üzere, yabancılaşmanın aşılmasında işçi sınıfının rolü reddedilmekle, aslında insanın kapitalizme karşı kendi kurtuluşunu sağlayabileceği fikri reddedilmiş olmaktadır. Bazı yanlış anlamalara fırsat vermemek üzere vurgulamak gerekirse, yabancılaşma konusunun insan ilişkileri, insan psikolojisi açısından yarattığı etkiler üzerinde durmak kuşkusuz fuzuli bir iş değildir ve önemlidir. Keza kapitalizmde meta fetişizminin insanı egemenliği altına aldığını, onu sorgulamadan tüketen bir robota dönüştürdüğünü ifade etmekte, bu gibi konuları tüm yansımalarıyla derinlemesine incelemekte de bir sorun yoktur. Temel sorun, yabancılaşma olgusunun çeşitli yansımalarına orasından burasından birtakım doğrular temelinde yaklaşırken, problemin ana kaynağına inilmemesidir. En önemlisi, probleme dair doğru ve kapsamlı analizler ortaya koyan Marksizmden kaçılmasıdır. Şurası bilinmelidir ki, Marksizm ve dolayısıyla işçi sınıfının devrimci rolü inkâr edildiği sürece, yabancılaşma sorununu tatmin edici şekilde kavramak da ve ondan kurtulmak da asla mümkün olmayacaktır.
Yabancılaştıran düzenin sonu
Marksizm, yabancılaşmanın kapitalist üretim tarzında yatan temel nedenlerini gözler önüne sermekle, bu olgunun tarihsel olarak geçiciliğini ve aslında insanın kendi özgürlüğünü yaratabileceğini kanıtlamıştır. İnsanlık işçi sınıfının devrimci eylemi sayesinde kendini kapitalist düzenden de ve onun eseri olan yabancılaşmadan da kurtarma olanağına ve gücüne sahiptir. Marksizm, kapitalist yabancılaşmanın prangalarından kurtulmanın ve böylece ileri düzeyde insanlaştırılmış bir dünyayı gerçekleştirmenin yolunu göstermiştir. Bilinmelidir ki, özel mülkiyet rejimine son verecek olan işçi devrimi, emeğin özel mülkiyetle ilişkisinden kaynaklanan her türlü kölelik koşullarına ve yabancılaşmaya son verecektir. İşçi sınıfının kurtuluşu, Marx’ın vurguladığı gibi, o nedenle insanlığın evrensel kurtuluşu anlamına gelecektir.
Marx’ın ilerleyen yıllar içinde geleceğin sınıfsız toplumuna ilişkin öngörüleri bir yana, henüz gençlik eseri olan 1844 Elyazmaları bile bu konuda geleceğe ışık tutan dâhiyane düşüncelerle bezelidir. Marx, gerilik ve yoksulluk koşullarındaki ütopik bir eşitlikçiliği anlatan kaba komünist yaklaşımlara meydan okumuş, ancak, insan ve doğa arasındaki, insan ve insan arasındaki çelişkilere son veren, evrensel duyularla donatılmış ve son derece gelişmiş insanı üreten bir toplum düzeninin komünist olarak kabul edilebileceğini belirtmiştir. Düşler âleminde soyut kategorilerle boğuşan düşünceler sayesinde değil, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldıracak gerçek bir komünist eylem sayesinde yeni bir dünya kurulacaktır. İşçi ve emekçi kitleler devrimci mücadeleleriyle kapitalist düzeni yerle bir edip sınıfsız toplum inşasına giriştiklerinde, bu onurlu tarihsel yolculuk onları gerçek komünizm dünyasına ulaştıracaktır. Bu toplumsal düzen, artık her açıdan gelişkin toplumsallaşmış insanın, kendi özüyle ve diğer insanlarla barışık yaşadığı, mutlu bir evrensellik dünyası olacaktır.
Bu düşünceler günümüzün çürüyen kapitalizm koşullarında büsbütün yakıcı bir önem taşıyor. Çünkü kapitalizm, Marx dönemine kıyasla, insan yaşamını ve doğayı ciddi biçimde yokoluş tehlikesiyle yüz yüze getirdi; yabancılaşma çok daha derinleşti ve boyutlandı. Egemenlerin kâr düzeninin emri altındaki teknoloji, insanı diğer insanlarla birlikte üretilmiş mutluluktan uzaklaştırarak yalnızlığa ve tecride mahkûm etti. Çürüyen kapitalizm toplumda bencilliği, bireyciliği, çıkarcılığı körükledi. Finans baronlarının elinde tekelleşen medya, işçi-emekçi kitleleri gerçeklere karşı körleştirerek tam bir yanılsama ve yalan dünyası içinde yaşamaya itti. Teknolojik yeniliklerin çürüyen kapitalizmin emrine koşulması, yeni kuşakları eski kuşaklardan daha da talihsiz biçimde gerçekler dünyasından uzaklaştırdı ve onları, beyinlerini uzun vadede dumura uğratacak sanal âlemlere hapsetti.
Fakat! Fakat tüm bu olumsuzluklara karşın, kapitalist düzen diğer taraftan kendi sonunu getirecek çelişkileri olgunlaştırarak yol alıyor. Tarihsel krize sürüklenen kapitalizm, gelişmiş kapitalist ülkeleri de içine alarak, kazanılmış sosyal haklara saldırıyor, iş saatlerini uzatıyor, iş kazaları ve iş cinayetlerini fütursuzca tırmandırıyor, kısacası çalışma ve yaşam koşullarını alabildiğine kötüleştirerek yaşamı işçi-emekçi kitleler için çekilmez bir çileye dönüştürüyor. Normal koşullarda kitlelerin bu gidişata uzun süre seyirci kalmaları beklenemez. Nitekim çeşitli ülkelerde işçiler, emekçiler, gençler daha önceki yıllarda görülmeyen ölçüde bir hareketlilik içine girerek tepkilerini ortaya koymaktadırlar. Zaten dünya genelinde otoriterleşme eğiliminin yükselmesinin, olağanüstü rejimlerin kurulmasının, baskıların arttırılmasının, faşizmin hortlatılmasının nedeni bu gerçeklik değil midir? Uzağa gitmeye gerek yok, Türkiye’deki durum çarpıcı bir örnektir.
Ama egemenler ne denli çırpınsalar da ve neticeyi görmedikçe inanmayan gözler ne denli reddetse de, aslında dünya genelinde işçi sınıfının devrimci mücadeleyi yükselteceği koşullar içten içe mayalanıyor. İnsanlığın kurtuluşunu sağlayacak işçi devrimi şimdilik öznel koşullarının olgunlaşmasını bekliyor. Kapitalist düzenin egemenliğine son verecek olan devrim gerçekliğe dönüştüğünde, insanlığı sermayenin köleliğinden kurtaracak, insanın kendine, hemcinsine ve doğaya yabancılaşmasına son verecek ve nihai ereğinde kelimenin gerçek anlamında özgür insanı yaratacaktır.
link: Elif Çağlı, Yabancılaşma Üzerine, 5 Aralık 2017, https://marksist.net/node/6096
Öğretmenimiz Ekim Devrimi
Vergiler Emekçilerin Sırtına, Sermaye Vergi Cennetlerine!