Erdoğan, siyasal iktidar olmayı, ekonomi üzerinde belirleyici kararları alma yetkisini elinde tutmayı yeterli saymıyor. “Kültürel ve toplumsal olarak da iktidar” olmayı hedefliyor. Bilim, kültür, sanat, hukuk alanlarında, kendi zihniyetine ters insanların hüküm sürdüğünden yakınıyor ve onları “milletine yabancı unsurlar” olarak yaftalayıp düşman ve hedef olarak gösteriyor. AKP’yi, 80 milyona “ulaşmayı” (yani kendine biat ettirmeyi) hedefleyen bir “hareket” olarak tanımlıyor. Bu hareketin hayalindeki “nesillerin yetiştirilmesi” için devletin sopasının yanı sıra eğitim alanına yükleniliyor. Tüm bunlar onun bütünsel yani totaliter bir iktidar kurma isteğinin sonucudur. Aslında bu, istek olmanın çok ötesine geçmiş ve inşasında bir hayli yol alınmıştır.
Totaliter iktidar, güce tapan, otorite sevici bireyler arzuluyor. Onlar için en makbul vatandaş, sorgusuz sualsiz biat eden, eleştirmeyen, hesap sormayan, denilen ve yapılanları kabullenip kendince onun çığırtkanlığına girişendir. “İtaatkâr, kanaatkâr ve kindar” nesillerin yetiştirilebilmesi için bu yıl içerisinde atılan bazı adımlar özellikle dikkat çekiyor. Müfredatta yapılan apaçık bilim karşıtı değişimler, solcu-ilerici öğretmenlerin KHK’larla tasfiyesi, yönetmelik değişiklikleriyle okulların adım adım medreseleştirilmesi ve ibadethaneye çevrilmesi, devlet okullarına ayrılan kaynakların aslan payının imam-hatiplere akıtılması, imzalanan protokollerle dinci vakıfların resmen okullarda faaliyetler yürütüp adeta şubeler kurmasının önünün açılması… Hepsinin ortak paydasını da, eğitim alanının daha da dinselleştirilmesi oluşturuyor. Bir yandan dindarlık kisvesi altında yeni rejimin ihtiyaç duyduğu kindar vurucu güçler daha da geliştirilmeye çalışılırken, diğer yandan da eğitim alanında Gülen cemaatinden boşalan alan ve arpalıklar diğer dinsel cemaatlere açılıyor.
Bu adımların detaylarına geçmeden önce, çok açıkça ortaya konması gereken bir gerçek var. Türkiye’de eğitim sistemi her zaman ciddi bir sorun olagelmiş, özellikle 12 Eylül faşist darbesiyle birlikte sorun giderek kangrenleşmiştir. “Türkiye’de eğitim sisteminin iki sorunu vardır, birincisi eğitim, ikincisi sistem!” sözleriyle ortaya konan ironik yaklaşım aslında gerçekliği gayet güzel anlatıyor. Örgün eğitim sisteminin, sınav sisteminin ve müfredatın sürekli olarak değişmesi, yetersiz fiziksel koşullar (derslik, laboratuar, kütüphane, spor ve sosyal aktivite mekânlarının vb. acınası yetersizliği), ailelerden “katkı” adında toplanan haraçlarla eğitimin adım adım paralı hale getirilmesi, eğitim emekçilerinin “özlük hakları”nın yetersizliğinin yanı sıra sendikal örgütlenmenin önündeki engeller ve grev yasakları, sürgünler, kadrolaşma ve her düzeyde yöneticilerin liyakate göre değil iktidara yakınlığına göre belirlenmesi… Tüm bunların üzerine, bir de öğretimin içeriğinin yani müfredatın giderek artan ölçüde dinselleştirilmesini, şovenistleştirilmesini, zaten lafta kalan bilimselliğin de iyice solup gidişini eklediğimizde ortaya karanlık bir tablo çıkıyor. Bugün AKP, 12 Eylül faşizminin ürünü olan kurum ve uygulamaları kendi totaliter rejimi doğrultusunda sonuna kadar kullanmaktadır.
Anti-bilimsel, dinci, şoven bir müfredat
Bu yılın başında yandaş öğretmenler sendikasının oluşturduğu taslak, eğitim camiasından gelen tüm eleştirilere rağmen neredeyse değiştirilmeden yeni müfredat olarak ortaya konmuştur. Milli Eğitim Bakanının müfredatın oluşturulmasında izlenen demokratik usullere dair açıklamaları tam bir yalandır. Müfredat hakkında resmi olarak ne eğitim fakültelerinden, ne muhalif eğitim sendikalarından ne de diğer demokratik kitle örgütlerinden görüş alınmıştır. Dahası ilk taslağa ilişkin açıklanan itirazların neredeyse hiçbiri dikkate alınmamıştır.
Değindiğimiz gibi, 12 Eylül’den bu yana müfredat giderek çok daha artan ölçüde anti-bilimsel, dinci ve şoven bir hale sokulmuştur. Demokratikleşme iddialarında olduğu dönemde bile müfredatın bu içeriğine dokunmayan AKP bugün onun bu özelliklerini daha da pekiştirmektedir. “İslamın inanç, ibadet ve ahlâk esaslarını içselleştiren; ibadetlerle ilgili uygulama becerisine sahip, dünya ve ahiret dengesini kurabilen; Kur’an ve sünneti merkeze alarak güncel meseleleri çözümleyen; İslamın temel kaynaklarını tanıyan, toplumu din konusunda aydınlatan ve dini bilgilerle ilgili ihtiyaçlara cevap verebilen bireyler yetiştirmek” iddiasıyla ortaya konan bir müfredattan başka türlüsünü beklemek de mümkün değildir. Laikliğin “devletin her dine eşit mesafede olması olarak tanımlandığını” işine gelen her durumda hatırlatan AKP şefleri, sözümona laik devletin sözümona laik eğitim sistemini, tek bir dine ve üstelik de onun tek bir mezhebine dayandırmakta ve bunu da müfredatın gerekçesi olarak savunmakta bir beis görmemektedirler.
Devlet okullarında zorunlu din derslerinin kaldırılması talebine din derslerini çeşitlendirerek ve sayısını arttırarak karşılık veren AKP, bugün de din derslerine “cihat” kavramını “temel ibadetlerden biri” olarak sokuyor, üstelik de önde gelen bazı ilahiyat profesörlerinin itirazlarına rağmen. Gerekçe de, cihadı doğru kavratmak ve böylelikle cihatçı örgütlerin suiistimalinin önüne geçmek! Gerçeğin tam tersi olacağı, zorunlu okutulan din dersleriyle gençlerin kafasına cihadın İslamın şartlarından biri olarak nakşedilmek istendiği gün gibi açıktır.
Yeni müfredatla, siyasal İslamın söylemleri din derslerinin içeriğine daha çok nüfuz ettirilirken, evrim teorisi müfredattan çıkarılmıştır. Evrimsiz biyoloji dersinin haftalık ders saati süresi azaltılırken, din dersinin süresi arttırılmıştır. Bunların birbirini tamamlayan değişiklikler olduğu açıktır. Bakan, evrimin müfredattan kaldırılmasını, “tartışmalı konuları öğrencilerin henüz kavrayabilecek bilimsel arka plana sahip olmadıkları kademelerde devre dışı bıraktık” gibi saçma bir açıklamayla gerekçelendiriyor. Oysa evrimin bir gerçek olduğu, bilim camiasında neredeyse tüm bilimcilerin (bazı şarlatanları bir tarafa bırakırsak) hemfikir olduğu bir konudur. Tartışmalı bir husus varsa, o da canlıların evriminin mekanizması üzerinedir. Bakanın “yeterli bilimsel arka plan yetersizliği” savunması ise daha da anlamsızdır, zira eğitim-öğretimin görevi tam da o arka planı oluşturmak değil midir? Dahası aynı arka plan bilgi yetersizliği dini konularda çok daha fazlasıyla geçerli olmasına ve üstelik de bu inanç konuları üzerinde türlü ve keskin ayrımlar olmasına rağmen, en detaylı dini konuların derslerde okutulmasına ne demeli?
Temel derslerden biri olarak “değerler eğitimi” adı altında bir dersin müfredata eklenmesi, sosyal bilimler alanındaki derslerden Marx’ın, Sartre’ın, Camus’nün vb. isminin tümüyle çıkartılması, bilim, felsefe ve sanatın evrensel yanlarını vurgulayan öğe ve kişilerin yerine İslam ve Türklüğün öğelerinin ve isimlerinin öne çıkartılması vb. gibi “yenilikler”, itaat edip sorgulamayan, şükredip hakkını aramayan, kendini insanlığın bir parçası olarak değil bir mücahit ve Türklüğün koruyucusu olarak gören nesillerin yetiştirilmesine dönük yeni adımlardır.
Türkiye’de halkın çoğunluğunun dini inanç bağlamında kendisini Müslüman olarak tanımladığı biliniyor. Ama yine halkın önemli bir bölümünün Müslümanlığı algılayışı ve “yaşayışı” ile AKP’nin dayattığı Müslümanlık anlayışı arasında büyük fark vardır. AKP toplumun tarihsel-kültürel dokusunu giderek daha büyük ölçüde bozarak, kendi işine gelen türde bir Müslümanlığı devlet eliyle topluma dayatmak ve eğitim aracılığıyla gençlerin kafasına sokmak istiyor. Sözkonusu müfredat bu doğrultuda elden geçirilmiş bir müfredattır ve bu tarz değişiklikler artarak devam ettirilecektir.
Eğitim emekçilerine saldırılar artarak sürüyor
İçeriği itibarıyla her anlamda daha da gericileştirilen müfredatın sorunsuz hayata geçirilebilmesinin yanı sıra, kurulan baskı rejimine karşı muhalefet odaklarından biri olarak demokrat-solcu-ilerici-sosyalist öğretmenlerin çeşitli gerekçelerle okullardan tasfiye edilmesi için de OHAL’in tanıdığı yetkiler sonuna kadar kullanılıyor. Dahası bu yetkilerin çok daha ötesine geçilerek tümüyle keyfi kararlarla bu tasfiye hızla yürütülüyor. Tasfiye süreci ilk ve orta öğretim kurumlarının yanı sıra üniversitelerde de tüm hızıyla devam ediyor. Tasfiye edilen öğretmen ve akademisyenlerin önemlice bir bölümünün mesleklerini icra etme hakları ellerinden alındığı gibi, oluşturulan kara listeler nedeniyle bu insanlar kendi meslekleri dışındaki herhangi bir alanda bile iş bulmakta büyük zorluklar çekiyorlar. Bugüne kadar ilk ve orta öğretim kurumlarından tasfiye edilen eğitimcilerin sayısı 34 bine ulaşmış durumda. Üniversitelerden de 5 binden fazla akademisyen tasfiye edilmiş durumda.
Öte yandan her düzeydeki öğretim kurumlarında çalışanların haklarına dönük saldırılar sürerken, esnek ve güvencesiz çalışmayı kural haline getiren adımlar atılmaya devam ediliyor. KHK’larla, üniversitelere atanan binlerce araştırma görevlisinin kadro garantisi ortadan kaldırıldı; Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı (ÖYP) kapsamında atanan araştırma görevlileri önce geçici kadro statüsüne geçirilmişti, şimdiyse tam bir güvencesizlikle karşı karşıyalar. Dahası bu güvencesizliğin tüm araştırma görevlilerine yaygınlaştırılması için hükümet ilgili bir maddeyi zeytinliklerle gündem haline gelen “Sanayinin Geliştirilmesi ve Üretimin Desteklenmesi” kanun tasarısına da gizleyerek geçirmeye çalışıyor. Benzer saldırılar ilk ve orta öğretim kurumlarında da yürürlükte; Milli Eğitim Bakanının müjde diye pazarladığı 20 bin yeni kadronun tamamı güvencesiz ve sözleşmeli statüsünde istihdam edilecek. OHAL ihraçlarından önce bile eğitim sisteminin temel sorunlarından biri yeterli öğretmen bulunmaması iken, yeni açılan kadroların sayısı, ihraç edilen sayıdan az! Bir başka deyişle umut pompalanarak üniversitelere doldurulan öğretmen adaylarının yüzde 80’inden fazlası işsiz kalmaya devam ederken, öğrenciler de devlet okullarında öğretmensiz kalmayı sürdürecekler.
Okul mu, ibadethane mi?
Demokrat ve solcu öğretmenler okullardan mümkün olduğunca tasfiye edilince, okulların ibadethaneye dönüştürülmesinin önündeki engellerden biri de temizlenmiş oluyor. Hükümete biat eden, ona yaranmaya çalışan kadrolar aracılığıyla öğrencilerin üzerindeki baskıların artacağı kesindir. Milli Eğitim Bakanlığının (MEB) “Kurum Açma, Kapatma ve Ad Verme Yönetmeliği”ndeki değişiklikler de son dönemki saldırının önemli bir parçasını oluşturuyor. Bu değişikliklerle, anaokulları ve ilkokullar da dâhil yeni açılacak her öğretim kurumunda “kız ve erkekler için ayrı” olmak üzere abdesthane ve mescit olması bir zorunluluk haline getiriliyor. Bu zorunluluk özel okullar ve devlet okullarının yanı sıra kurslar için de geçerli olacak! Böylelikle okul ve kurslar fiilen adeta birer ibadethaneye dönüştürülüyor.
Bu uygulamanın öğrenciler üzerinde büyük bir baskı yaratacağı, onları mescide gidenler-gitmeyenler olarak bölüp kutuplaştıracağı, gerek not korkusuyla gerekse de hocaların ya da idarecilerin gözüne girmek ve dışlanmamak için mescide gitmenin bir zorunluluk olarak algılanacağını tahmin etmek zor değildir. İbadet, evlerde ve ibadethanelerde kişinin kendi isteğiyle ifa edeceği bir eylem olmaktan çıkarılmakta ve adı konmamış bir zorunluluk haline getirilmeye çalışılmaktadır. Bu uygulamanın laikliğe açıkça aykırı olduğu ve hatta 12 Eylül Anayasasına göre bile bir suç olduğu apaçık ortadadır. Zira laikliğin anlamı devletin “tüm inançlara” eşit mesafede olması, şu ya da bu dinin ya da onların herhangi bir mezhebinin lehine ya da aleyhine uygulamalardan kaçınması, dini ilkelerle yönetilmemesi ve aynı zamanda dine karışmamasıdır. TC devletinin hiçbir zaman gerçek anlamda bir laik devlet olmadığını, her zaman belli bir dini (İslam) ve onun belli bir mezhebini (Sünni) referans aldığını biliyoruz. TC her zaman diğer dinsel inançları baskı altında tutarken, Sünniliği kendi resmi yorumu aracılığıyla kontrol altında tutmaya çabalamış ve bu inancı egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda kullanmıştır. Tüm bunlar yetmezmiş gibi şimdi de eğitim kurumları, diğer tüm mülahazalar bir tarafa, sanki toplumun tüm bireyleri Sünni Müslümanmış gibi, birer ibadethaneye çevriliyor.
Eğitimin dinselleştirilmesi sürecinin bir ayağını da, Diyanet İşleri Başkanlığı ile dini vakıfların gerek doğrudan gerekse de belediyeler aracılığıyla hem örgün öğretim kurumlarında (okullar vb.) hem de yaygın öğretim kurumlarında (halk eğitim merkezleri vb.) kurslar ve kulüpler açabilmesinin, “sosyal etkinlikler” düzenleyebilmesinin mümkün kılınması oluşturuyor. Üstelik de vakıflar bu kurs ve etkinliklerin içeriğini kendileri belirleyecekler, gerekli personeli de kendileri sağlayacaklar. Bu kurslara, kulüplere ve etkinliklere katılımın fiilen zorunlu kılınacağını tahmin etmek zor değil. Üstelik bu “etkinlikler”in giderlerini karşılamak üzere öğrenci velilerinden “aylık brüt asgari ücretin dörtte birini geçmemek kaydıyla” katkı payı alınabilecek! MEB’in Ensar Vakfıyla imzaladığı benzer içerikteki protokol ise daha da ileriye giderek Ensar Vakfının bu kulüpler ve etkinlikler için görevlendireceği personelin ücretlerinin Bakanlık bütçesinden, yani emekçilerden kesilen vergilerden karşılanmasını gerektiriyor. Okulları ibadethaneye çevirmeye uğraşan AKP iktidarı sayesinde artık hem okullar hem de yaygın eğitim kurumlarında dini cemaatler açıkça ve resmi olarak faaliyet yürütebileceklerdir.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının tarikat vakıflarıyla imzaladığı protokollerle, yetim ve öksüz çocukları bu dini vakıfların kurduğu “çocuk evleri”ne teslim etmesi ve bu “ev”lerin masraflarının devlet tarafından karşılanması da aynı politikanın uzantısıdır. Açıktır ki, çocuklar küçücük yaşlardan itibaren bir kapana kıstırılarak AKP’nin ideolojisiyle beyinleri yıkanan bireyler haline getirilmek istenmektedir.
Kaynaklar imam-hatiplere!
Son yıllarda birçok kent merkezinde mevcut ortaöğretim okulları imam-hatiplere dönüştürülmüştür. Ama bu bile AKP’yi kesmemiş olacak ki, yeni imam-hatipler açabilmek için mevcut sınırlamalar da ortadan kaldırılmıştır. Aslına bakarsak, AKP’nin bu sınırlamalara kulak asmadığını zaten biliyoruz. Çevre ve Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki’nin, belediye başkanlığı döneminde yasaları hiçe sayarak kaçak binalarda 10’dan fazla imam-hatip okulunu açmakla övünmesi her şeyi yeterince anlatıyor.
Yukarıda bahsettiğimiz MEB yönetmeliğinin pek üzerinde durulmayan ama önemli değişikliklerinden biri de, belli bir yerleşim yerinde imam-hatip okulu açılması için gerekli nüfus sınırlamasının küçültülerek diğer okul türleri arasında en düşük sınıra getirilmesidir. İmam-hatipler için “okulun açılacağı yerleşim birimi merkez nüfusunun 5000 olması gerekir” denirken, aynı gereklilikler, Anadolu liseleri ve meslek liseleri için 10.000, fen liseleri için ise il merkezlerinde 50.000 olarak belirlenmiştir. Bu sayıların güzel sanatlar lisesi için 200.000 olması da bir başka çarpıcı veridir. Bir başka deyişle, imam-hatipler artık en küçük kasabalarda bile açılabilecekken, fen ve güzel sanat liselerinin açılması zorlaştırılmaktadır. Mesaj açıktır: gençliğin bilim ve sanata, hatta ortalama bir eğitim ya da meslek eğitimine değil, din eğitimine ihtiyacı vardır! Ne de olsa, TBMM Milli Eğitim Komisyonu üyesi bir AKP milletvekilinin sözleriyle, “cihat bilmeyen çocuğa matematik öğretmenin faydası yok”tur!
Bu değişikliğin anlamı açıktır: imam-hatiplerin açılması kolaylaştırılmakta, küçük yerleşim birimlerinde “düz liseler” yerine imam-hatiplerin açılması teşvik edilmekte, buralarda yaşayan öğrenciler lise eğitimi için ya başka kentlere göç etmek ya da tek seçenek olarak imam-hatiplerde okumakla karşı karşıya bırakılmak istenmektedir. Şu ya da bu gerekçeyle kapatılan okul yurtlarından ötürü, küçük kentlerde yatılı okuyan çocukların nasıl çeşitli dini cemaatlerin açtığı yurtlarda barınmaya mecbur bırakıldıklarını, geçtiğimiz aylarda böyle bir yurtta çıkan yangınla kül olan çocuklarımızdan hatırlayalım. AKP’nin adını resmen koymadan yasak getirmekte ve zorunluluklar türetmekte ne denli mahir olduğunu bir kez daha görüyoruz.
İmam-hatipler MEB’in en ayrıcalıklı, en müstesna okulları haline getirilmiştir. Zira AKP’nin en yetkili ağızlarına göre, “imam hatip camiası, bir mektep mensubiyeti ya da bir diploma değildir. Bir zihniyettir, bir misyondur”. Cumhurbaşkanından başbakanına en üst devlet ricalinin katılımı, teşviki ve himayesiyle gerçekleşen büyük etkinliklerle imam-hatipler en gözde okullar olarak sivriltilmeye çalışılmaktadır. İmam-hatiplerin önünün açılmasının bir başka göstergesi de MEB bütçesinden aldıkları paydır. Önümüzdeki yıl için MEB bütçesinden okul türlerine ayrılan payda en büyük artış oranı imam-hatiplerin payında yapılmış, fen liselerinin bütçesinde ise sıfır artışa gidilmiştir!
Yıllardır birikimli bir şekilde gelen tüm bu uygulamalarla, imam-hatip liselerinin sayısı AKP döneminde 450’den 1500’lere çıkarken, kapasiteleri de muazzam ölçülerde arttırılmış, 71 binden 1,5 milyona yakın bir öğrenci sayısına fırlamıştır. 20 katlık bu devasa artışın toplumsal ve siyasal sonuçlarını aslında uzun yıllardır yaşıyoruz. Üstelik 2012’den bu yana açılan imam-hatip ortaokullarıyla (sayıları 1960’ı aşmış, öğrenci sayıları ise 500 bine çıkmıştır), eğitimde dinselleşme katlanarak artmıştır.
AKP çeşitli adımlarla toplumu yapay temellerde daha da kutuplaştırmak istiyor. Eğitim kurumları içerisinde imam-hatiplerin oranı arttırılarak bir yandan en yoksul kesimler bu okullara mecbur bırakılıyor, bir yandan da çocuklarını buralarda okutmak istemeyen ailelere özel okullar işaret edilerek, öğrenci başına devlet bütçesinden teşvik sağlanarak eğitim alanındaki sermayeye kaynak aktarılıyor, eğitimin özelleştirilmesi süreci tırmandırılıyor. AKP’nin tutumu, tıka basa dolu minibüste yolcuların şikâyetini “beğenmiyorsan taksiye bin” diye karşılayan yüzsüz şoförlerin tutumunu hatırlatıyor insana.
Hitler, “hiçbir kız veya oğlan çocuk, saf kanın gerekliliği ve önemini tam olarak anlamadan okuldan ayrılmamalıdır” diyordu. Irk üstünlüğü, milliyetçilik, yanılmaz önder kültü, bireysel hakların reddi, faşist söylemin temeliydi. AKP şefleri de, “İslamın inanç, ibadet ve ahlâk esaslarını içselleştiren; Kur’an ve sünneti merkeze alarak güncel meseleleri çözümleyen bireyler yetiştirmek”ten dem vuruyor ve aynı üstünlük söylemini, tekçiliği, Reis kültürünü empoze ediyorlar topluma.
AKP iktidarı artık topluma pozitif vaatler verememenin sıkıntısı içinde çaresizce daha çok baskıya sarılıyor. Tehdit altında olduğumuz korkusuyla toplumu kendisine biat ettirmek, açık ya da örtülü savaşlarla arkasında kalmasını sağlamak, tüm bunların ideolojik çimentosu olarak da Türk milliyetçiliği ile siyasal İslamın karmasından oluşan bir harcı kullanmak istiyor. Ne var ki, etnik, mezhepsel ve kültürel çeşitliliğin böylesine geniş olduğu bir toplumda, AKP’nin bu doğrultudaki dayatmaları siyasal kutuplaşmayı daha da derinleştirmekten ve öfkeyi büyütmekten başka bir işe yaramıyor. Her ne kadar bunun üstesinden baskıyı daha da arttırarak gelmeye çalışsa da, şurası açık ki, iç ve özellikle dış koşullardan kaynaklı olarak AKP’nin çıkışsızlığı daha da artacak, eninde sonunda bu baskıcı rejime karşı muhalefet büyüyecek, mücadele yükselecek ve totaliter gericiliğin defteri dürülecektir.
link: Oktay Baran, Eğitimde Çok Boyutlu Gerici Saldırılar, 8 Ağustos 2017, https://marksist.net/node/5791
Nükleer Savaş Tehdidi Artıyor
Ateşten Tuğlalar