Reformizm diye adlandırılan siyasal anlayış dünyanın her yerinde ve her dönemde işçi hareketini zaafa uğrattı; bu niteliği nedeniyle de Marksist saflarda çok derin tartışmalara konu oldu. Marksizmin kurucularından başlayarak Lenin ve diğer devrimci önderler, reformizmin siyasal anlamı, sosyal kökleri ve yarattığı tahribatlar üzerinde durdular. Alman Sosyalist İşçi Partisinin tüm yönetici kadrosunu hedef alan genelge niteliğindeki mektuplarında (17-18 Eylül 1879 tarihli), Marx ve Engels, parti yöneticilerinin reformist yaklaşımlarını yerden yere vuruyorlardı. Bu reformist sosyalistler, burjuvaziye yaranmak uğruna işçi sınıfının devrim programının “keskin” görünen yanlarını törpülemekle meşguldüler. Onlar bu sayede proleter mücadelenin geniş kitlelere “ürkütücü” gelmeyeceğini ve partiye çok daha fazla sayıda insan kazanılabileceğini iddia ediyorlardı.
Marx ve Engels’in deyişiyle, sosyalist geçinen bu siyasetçiler, işçi sınıfının devrimci konumu nedeniyle mücadelede “aşırıya gidebileceği” korkusuyla dolup taşan küçük-burjuvazinin temsilcileriydiler. Partiyi işçi sınıfının partisi olmaktan çıkartan reformist yöneticilerin siyasi yaklaşımı, Marksizmin kurucularının satırlarında çarpıcı biçimde teşhir edilmekteydi. Devrimden ölesiye korkan reformist yöneticiler, uzun erimli amaçları, nihai hedefleri propaganda etmekten vazgeçmiş, anlık ve küçük başarıların peşinden koşmaktaydılar. Tüm güçlerini ve enerjilerini kapitalist topluma payanda olmaya hasreden reformistlere bakılacak olursa, insan devrimin getireceği sarsıntılardan köşe bucak kaçmalıydı. Ve toplumsal dönüşüm sürecini barışçıl bir çözülme sürecine dönüştürüp (sanki mümkünmüş gibi!), yaşamını yavaş adımlarla gerçekleşecek bölük pörçük reformlara adamalıydı.
Lenin de tüm siyasal yaşamı boyunca reformizmin amansız bir düşmanı oldu ve işçi sınıfının aydınlatılabilmesi için hemen her fırsatta bu konuya değindi. Avrupa işçi hareketini baltalayan reformizmin sosyal kökleri üzerinde duran Lenin, bu bağlamda işçi aristokrasisinin ve işçi bürokrasisinin uğursuz rolünü açıklığa kavuşturdu. İkinci Enternasyonalin sınıf işbirlikçisi ve dönek liderlerine karşı devrimci mücadele bayrağını yükselten Rosa Luxemburg’un önemli çalışmalarından biri de reformizmin teşhirine hasredilmişti. Sosyal Reform ya da Devrim adlı kitabında Rosa, burjuva devleti yıkmayıp dönüştürerek, yani reforme ederek işçi-emekçi kitlelerin yaşam koşullarının düzeltileceğini iddia eden siyasal anlayışın maskesini düşürüyordu. Kapitalist devlet altında gerçekleşecek sosyal reformların doğal sınırları bulunduğuna ve bu sınırların sermayenin çıkarlarının diktiği engelleri asla aşamayacağına işaret ediyordu Rosa.
Nihai amaçtan kopulmamalı
Devrimci Marksizm, kapitalizm altında yürütülen günlük iktisadi ve siyasi mücadele ile nihai amaç (toplumsal devrim) arasındaki bağ koparıldığı takdirde reformizme savrulmanın kaçınılmazlığını gözler önüne serer. Dün olduğu gibi bugün de bunun sayısız örnekleriyle karşılaşmak mümkündür. Hem devrimci mücadelenin zorluklarını göze alamayan hem de sosyalist kariyerlerinden asla vazgeçmeyen siyasetçiler, “aman ha neme lazım, öyle kanlı devrim süreçlerine ne gerek var” diyerek burjuva devlet aygıtı altında gerçekleşen reformları devrim diye yutturmak istemektedirler.
Sanki kan dökmeye meraklı olanın burjuva düzen bekçileri olduğu bilinmezmiş gibi! Ve yine, bıraktık siyasal iktidarın devrimci fethini bir yana, devrimin henüz başını gösterdiği işçi eylemlerinin bile burjuvazi tarafından defalarca kana bulandığı aşikâr değilmişçesine! Reformist öze sahip sol çevre ve örgütlerin en tipik özelliği, kısmi iyileştirmeler için yürütülen mücadeleyi, kapitalizmin devrimci yöntemlerle yıkılması amacına tâbi kılmamaları ve bu hedefle bütünleştirmemeleridir.
Marksist kavrayışta amaç sosyal devrimdir, sosyal reform ancak bu amaca tâbi bir araç olabilir. Reformistler açısından ise reformlar nihai amaçtır. Bu nitelikteki sol örgütlerin çarpıcı özelliği, mücadeleyi burjuvazinin kabul sınırları içinde tutmaya yeminli olmalarıdır. İşçi sınıfını legalizmin batağına sürükleyen bu siyasal eğilimin önderlerini, Lenin yasal Marksistler olarak niteler. Bunların, Marksizmi burjuvazinin isteklerine ve ağız tadına göre değiştirmeye çalışan siyasetçiler olduğuna dikkat çeker. Devrim böyleleri için sanki hiç gelmeyecek bir tarihe ertelenmiş boş bir düştür, devrimci içeriği tamamen boşaltılmış sosyalizm sözcükleriyle bezeli yasalcı mücadele ise her şeydir.
Reformistler, devrimci iktidar propagandasını mantıklı bulmayan ve devrimci heyecanla yanıp tutuşan insanları aşırı sol (goşist) olarak algılayan “gerçekçi” siyasetçilerdir. Oysa devrimci ruh, devrimci heyecan olmadan, Marksizm de, sosyalizm inancı da, kapitalizmden kurtulma düşüncesi de canlılığını yitirip kuruyacak ve bir hiçe dönüşecektir. Ama kapitalist toplumda herkesin kendi cinsine cibilliyetine göre seçeceği bir siyaset kulvarı vardır ve burjuva dünyasına mensup bulunan ya da burjuva ideolojisine teslim olan birinin dürüst ve içten bir devrimci olması zaten beklenemez.
Sorunun bir de diğer ucu var. İşçi sınıfı devrimciliğini maceracılıkla karıştırmak, sınıf hareketinin ilerletilmesi bakımından ölümcül bir hata olurdu. Marksist kavrayışın içini her daim devrimci tutkuyla, devrimci heyecanla doldurma gereğinin, maceracı küçük-burjuva devrimciliğiyle bir ilgisi olamaz. Devrimci siyasi mücadelede, cesaretin yanı sıra aklın, bilimsel gerçekçiliğin, soğukkanlılığın, sabrın ve planlı çalışma alışkanlığının ne denli elzem olduğunu öğreten Marksizmin ta kendisidir. Bu bakımdan, devrime en uzak, en umutsuz görünen durumlarda bile isyan ateşini söndürmemek ne denli gerekliyse, koşulları hesaba katmadan yapılan “saldırı” çağrıları veya ilanları da o denli yanlış ve zararlıdır. Öte yandan Lenin’in o çok güzel ifadesiyle, devrim gökten zembille inmez; devrim mayası köpürmeye başlayınca da, ne zaman ve nasıl gerçek bir devrime götüreceğini kimse bilemez. Dolayısıyla bir komünist, daima içinde bulunulan somut koşulların gerektirdiği doğrultuda bir devrimci faaliyet yürütmekle yükümlüdür.
Çok açıktır ki, devrimci düşüncenin işçi sınıfına taşınması fikri ve siyasi gericilik koşullarında adeta iğneyle kuyu kazarcasına gerçekleştirilen devrimci örgütlenme, bir reformiste beyhude siyaset olarak görünecektir. “Gerçekçi” sosyalist, burjuva siyaset âleminde tanınmak veya parlamentoda bir köşe kapmak uğruna her türlü tavizi verebilecek ve siyasi başarı ölçütü olarak da, diyelim parlamentodan bir reform tasarısı geçirmenin çok büyük bir kazanım olduğuyla övünecektir.
Bu noktada da bazı yanlış kavrayışlara fırsat vermemek gerekiyor. Devrimci Marksizm kapitalist toplumda gündelik mücadelenin parlamento ayağını toptan yadsımaz. Ne var ki, parlamento kürsüsünden yararlanmanın da muhtelif siyasal tarzları mevcuttur. Yani bu konuda da devrimci tutumla reformcu anlayış birbirinden kalın bir çizgiyle ayrılmaktadır. Zaten bu yüzdendir ki, Lenin önemli bir gerçeği dile getirme gereğini hissetmiştir. Sosyalizm ve Savaş adlı çalışmasında şöyle der: “Parlamento faaliyeti, bazılarına bakan koltuğu sağlar, bazılarını ise hapishaneye, sürgüne, kürek cezasını çekmeye gönderir. Kimileri burjuvaziye, kimileri proletaryaya hizmet eder. Kimi sosyal-emperyalisttir, kimisi devrimci marksist.”
Reformculuk, revizyonizm (yeniden “gözden geçirme” iddiasıyla Marksizmi devrimci özünden uzaklaştırmak) ve oportünizm (işçi sınıfının çıkarlarını değil kendi siyasal çıkarlarını öne alan fırsatçı politika izlemek) gibi siyasi tutum ve davranışlarla da yakından akraba bulunuyor. Revizyonizm için sıralanan özellikleri (örneğin ilkeli davranmayıp duruma göre tutum belirlemek, küçük kazançlar elde etmek adına proletaryanın temel çıkarlarını feda etmek gibi) rahatlıkla reformizmin günahları arasında da sayabiliriz. Keza reformist sosyalistler, kendi çıkarları için fırsatçı politikalar sürdüren oportünist siyasetçilerdir. Oportünist bir sosyalist, çubuğu eninde sonunda kendi siyasal hesaplarına doğru bükecek, birtakım ayrıcalıklar peşinde koşarken işçi sınıfını da burjuvaziyle işbirliği politikasına doğru çekecektir.
Burada reformist çevreleri somutlamak amacıyla, ulusal ya da uluslararası düzeyde bazı kişi ve örgütlerin adlarını sıralamaya hiç gerek yok. Zira onlar önemli sorunlar veya gelişmeler karşısındaki siyasal tutum ve davranışlarıyla zaten kendilerini belli ediyorlar. Ayrıca da reformistlerin gerçek siyasal işlevleri ve gerçek toplumsal özleri, sosyalizmin yerine neticede liberal işçi siyasetini koyan programlarında ve taktiklerinde ifadesini bulmaktadır.
Büyük bir dikkatle yaklaşmayı gerektiren önemli bir husus daha var. Unutulmasın ki, reformizm devrimci sözlerle örtündüğünde daha da tehlikeli hale geliyor. Sinsi reformizm diye adlandırabileceğimiz bu tür bir siyasi çizgiyi izleyenler genelde devrimin gerekliliğini açıkça yadsımaktan kaçınıyorlar. Fakat siyasal mücadele anlayışlarına damgasını vuran temel öğe, devrim uğruna örgütlenmekten ve işçi sınıfını devrim için hazırlamaktan uzak duruşlarıdır. Lenin’in dikkat çektiği gibi, bu tür “devrimciler” işçi sınıfının Enternasyonal örgütüne bağlı olduklarına ilişkin resmen güvence verdiklerinde bile, bu güvenceler aslında birer vitrin süsünden ibarettir.
Sinsi reformizm kendisini gizlemek amacıyla kabul eder göründüğü kimi devrimci açılımlardan, bulduğu ilk fırsatta kurtulmaya veya bunların içini boşaltmaya bakar. Burada önemli örneklerden birkaçını hatırlatabiliriz. Bilineceği gibi, devrim fikrini proletarya diktatörlüğünün kabulüne kadar ilerletmeyen biri devrimci Marksist değildir. İşte bir sinsi reformist, proletarya diktatörlüğüne açıktan karşı çıkmıyormuş gibi görünecek, ama sıraladığı bin bir bahaneyle aslında bunu reddetmiş olacaktır. Keza örgüt sorunlarında Leninist parti anlayışını lafta kabul etmiş gibi yapacaktır. Fakat sıra öncü partinin inşası konusundaki önemli ayrıntılara geldiğinde (örneğin Lenin’in Ne Yapmalı’da sıraladığı bazı prensipler), Lenin’in daha sonra bunlardan vazgeçtiği şeklindeki saçma iddialardan medet umacaktır. Ya da proletarya iktidarına geçiş sorunu bağlamında Lenin’in aydınlattığı yoldan yürüdüğünü söyleyecek, gerçekte ise burjuva parlamentosuna dayanan bir “işçi hükümeti”ni devrimci geçiş yolu diye yutturmaya kalkacaktır.
Yanlış olan ne?
Bir konu yanlış anlaşılmamalı. İşçi ve emekçi kitlelerin yaşam ve çalışma koşullarında iyileştirme sağlamak (reformlar elde etmek) için yürütülen kısmi mücadelelerin kabulü, bu kadarıyla yanlış bir siyasal tutuma işaret etmiş olmuyor. Reformizm bu değildir. Reformizm, işçi-emekçi kitlelerin mücadelesinin egemen sınıfın dayanaklarını ortadan kaldırmayan uzlaşmacı bir çizgiye çekilmesidir. Kitlelerin, düzenin temellerini yıkmayacak tersine koruyacak değişikliklerle yetinmeye zorlanmasıdır. Kısacası yanlış olan, kapitalist düzenle devrimci tarzda hesaplaşma mücadelesinden vazgeçmek ve sol siyaseti yalnızca burjuvaziden bazı reformlar koparmaya indirgemektir.
Çalışma ve yaşam koşullarında belirli ölçüde iyileştirmeler sağlansa bile, sermayenin egemenliği devam ettiği sürece işçi ücretli köle olarak kalır. O nedenle reformculuk işçi sınıfını tesellilerle uyutan bir burjuva aldatmacasıdır. Kaldı ki kitlelerin alttan gelen basıncı ve doğrudan mücadeleleri tarafından zorlanmadıkça, burjuvazinin en liberal kesimleri bile kapsamlı reformlar konusunda ayak sürümeye, bir eliyle verdiğini öteki eliyle almaya ya da kriz dönemlerinde hepten geri devşirmeye meyyaldir. Neticede burjuvazi burjuvazidir ve reformculuk da sosyalist kılıklara büründüğünde dahi işçileri devrimci mücadele yolundan saptıran burjuva işçi siyasetidir; burjuvazinin siyasal silahlarından biridir. Proletaryanın mücadele tarihi, işçilerin reformistlere güvenip destek verdiklerinde aldatıldıklarını kanıtlayan nice örnekle doludur.
Marksizm reformlar uğruna mücadeleyi yadsımaz, ama ona devrimci tarzda yaklaşır. Zaten tarih, kapsamlı sosyal reformların ancak devrimci mücadelenin yan ürünü olarak gerçekleştirilebildiğini gözler önüne sermektedir. İşçi sınıfının devrimci savaş yöntemleriyle desteklenmediği takdirde hiçbir reform kalıcı, sağlam ve ciddi olamaz. Marksist devrimcilik kuşkusuz anarşizmden farklıdır ve Marksistler reformlar için verilecek mücadeleden yan çizmezler. Fakat reformlar için yürütülecek mücadeleyi kabul etmek, reformizmle savaşmanın önemini de asla ortadan kaldırmaz.
Bu noktada sorunun bir başka boyutunu ise, devrim-reform ilişkisinin doğru tarzda ele alınmasının önemi oluşturuyor. Reform ihtiyacını devrim zorunluluğunun karşısına diken reformistler, bu ikisi arasındaki diyalektik ilişkiyi de keyfi biçimde parçalayarak aslında kitlelere bir hiç sunmaktadırlar. Zira tarihsel ilerleyiş içinde devrimci zor olmadan reform da olmamıştır. Kapitalist gelişme sürecinde kazanılan çeşitli demokratik haklar, anayasal reformlar son tahlilde hep devrimin ürünüdürler. O bakımdan reformculuk, devrim şıkkının karşısında yer alan ve aynı toplumsal dönüşümleri sağlayabilme kapasitesine sahip bulunan bir seçenek değildir.
Tarihsel deneyim, kitlelerin esasen kendi deneyimleri temelinde öğrendiklerini ve kolay görünen yolları deneyip tüketmeden zorlu devrimci mücadeleyi göze alamadıklarını ortaya koymaktadır. Ancak kitlelerin tamamen kendi hallerine bırakılmaları durumunda, onların deneyerek öğrenebilmeleri asla mümkün olmayacaktır. Bu bakımdan söz konusu gerçeklik hiç de kendiliğindenliğe (kitle mücadelesinin kendiliğinden doğru yolu bulacağı anlayışı) prim vermeyi gerektirmiyor. Mücadele içindeki kitleler, ancak yanı başlarında güvenebilecekleri bir devrimci önderlik olduğu ve doğruyu yanlışı gösterdiği takdirde kendi deneyimlerinden öğrenebilirler. Bunun için kitlelerin nabzına göre şerbet vermeksizin, onlara gerçekleri olduğu gibi söylemek gerekir.
İşte reformizm yakayı en çok bu gibi noktalarda ele veriyor. En başta da, sınıfın devrimci örgütlülüğünün inşası konusunda yaratılan çarpıtmalar reformist sosyalistlerin ortak özelliğini oluşturuyor. Reformizm, ulusal ya da enternasyonal düzeyde karşılaştığımız üzere, Leninist öncü parti fikrine açık ya da utangaç biçimde karşı çıkan siyasal anlayışlar geliştiriyor ve kendiliğindenliği yüceltiyor. Kitlelerin neredeyse tüm siyasi gerçekleri kendi kendilerine öğrenecekleri anlamına gelen bir kitle kuyrukçuluğu, kitle dalkavukluğu yaratılıyor.
Bu gibi tutumlara günümüzden örnek verebiliriz. Diyelim devrimci kabarmaların yaşandığı Latin Amerika ülkelerinde kitleler solcu görünen devlet adamlarının peşinden mi sürükleniyorlar, o halde devrimciler de kitlelere ters düşmemek adına aynı kervana katılmalıdırlar! Bu gibi tutumlar tamamen yanlıştır ve devrimci işçi hareketini güçsüz düşürmekten başka bir sonuca da hizmet edemezler. Kitlelerin mücadelesi elbette fevkalâde önemlidir, o olmadan salt öncünün çaba ve iradesiyle bir devrimin başarılması da asla mümkün değildir. Zaten Lenin önderliğinde biçimlenen Bolşevik Parti ve mücadele anlayışı, Marksizmin bu gibi temel doğrularına sahip çıkmaktan ve bu doğruları yaşama geçirmek için çabalamaktan başka bir şey değildir. Lenin’in özellikle dikkat çektiği husus, kitlelerin kendiliğinden eyleminin önemini küçümsememek, fakat bunu daha da etkili kılmak üzere kitlelere önderlik edebilecek bir partiyi yaratmaktır.
Yine reformistlerin çok sıkça başvurduğu yöntemlerden biri de, kitlelere ters gelebileceği bahanesiyle devrimci ilkelerin ve sloganların içini boşaltmak, onları yumuşatmaya çalışarak iğdiş etmektir. Oysa kitleleri yanımıza çekme adına devrimci taleplerin yumuşatılması, asla kitle mücadelesini ilerletemez. Olsa olsa kitlelerin bilincini daha da bulandırır. Onların zihninde, sorunların düzen sınırları içinde parlamenter mücadele yoluyla, anayasal reformlarla çözülebileceği şeklinde köklü yanılsamalar yaratır. Reformistlerin yaklaşımının tersine, esaslı kazanımlar elde edebilmenin ve kazanımları koruyabilmenin yegâne garantisi, proletaryanın devrimci örgütü ve yığınların devrimci atılımıdır.
İşçi sınıfının yürüttüğü gündelik iktisadi mücadele de neticede bir reform mücadelesidir. İktisadi mücadele tek başına yalnızca işgücünün daha iyi koşullarda satışını sağlayabilir, daha fazlasını değil. Oysa işçi sınıfının kurtuluşu ücretli kölelik koşullarını reforme etmeyi değil, onu kökünden yıkmayı gerektiriyor. Bu nedenle en gelişkin sendikal mücadele bile devrimci siyasal mücadelenin yerini tutamaz. İşçi sınıfının çıkarları açısından sendikalar gereklidir, ama devrimci siyasal örgütlülük bir o kadar daha gereklidir. Sınıf mücadelesinin güçlendirilmesi bu noktada doğru bir kavrayışı zorunlu kılıyor ve bir siyasal eğilimin gerçek niteliği de zaten bu noktada ortaya çıkıyor.
Sendikaları küçümseyen sol sekter siyaset ve sendikal mücadeleye uyarlanan reformizm ilk bakışta birbirine taban tabana zıt eğilimler olarak görünebilir. Hâlbuki yarattıkları siyasi sonuçlar bakımından bunlar nihayetinde ortak bir noktada buluşuyorlar. Birisi doğrudan, diğeri ise meydanı boş bırakarak (yani ters yollardan olmak üzere) işçi sınıfının kitlesel mücadelesinin düzenle uyumuna hizmet ediyor. Sendikaların birer düzen örgütü haline geldiği, sendikal mücadelenin düzenle bütünleştiği yolundaki tespitler tarihin bazı kesitlerinde dört dörtlük bir gerçekliği dile getiriyor olabilir. Fakat bu gerçekliği devrimci doğrultuda değişikliğe uğratmak üzere mücadeleye atılmayanlar, işçi sınıfının kurtuluşuna da asla hizmet edemeyeceklerdir.
Hüner, en zor ve en umutsuz görünen koşullarda bile sınıfın öncüsünü devrimci siyaset temelinde örgütlenmeye çekmekte ve böylece işçi kitlesinin mücadelesini de elden geldiğince ilerletebilmektedir. Ne sınıftan kopuk küçük-burjuva solcuların keskin görünen devrimci lafazanlığı ne de sınıfı yalnızca kendi çıkarları için bir basamak, bir araç olarak gören bürokratların ve onlara uyarlanmış reformistlerin siyaseti bunu başarabilir. İşçi hareketindeki Bolşevik gelenek, hiçbir göreve “can sıkıcı” diye burun kıvırmayan, zor gördüğü işe sırtını dönmeyen ve zorluklardan kaçmayıp üstüne gidebilme cesareti sergileyenlerin, ancak böyle bir kumaştan dokunmuş insanların devrimci sıfatını hak edeceklerini kanıtlamıştır. Lenin’in öğrettiği üzere, istisnasız bütün eylem alanlarında çalışmaya uyum sağlamak gerekir. Her zaman ve her yerde, bütün güçlükleri, bütün burjuva alışkanlıkları, tutuculuğu ve rutini yenebilecek azimle donanmak gerekir.
Küçük-burjuvanın siyasal meşrebi
Tarihi örneklere kısaca göz attığımızda, işçi hareketinde reformizmi besleyen çeşitli nedenlerle karşılaşıyoruz. Bunlardan biri, toplumsal devrim tehdidi karşısında başı sıkıştığında ve elbet nefesi de yettiğinde burjuvazinin sosyal reform kartını ileri sürmesidir. Zaten egemen sınıfların ezilenler üzerindeki egemenliklerini güvenceye almak için başvurdukları iki sosyal fonksiyon vardır. Lenin’in deyişiyle, papazın ve cellâdın fonksiyonu! Cellât, ezilenlerin protestosunu ve öfkesini bastırmak; papaz da, ezileni teselli etmek, onlara sıkıntıların ve fedakârlıkların azalacağı umudunu vermek için gereklidir. Böylece burjuvazi muhtelif yöntemlerle egemenliğini sürdürmeye çalışacaktır. İcabında ve gücü yettiğinde kitlelerin devrimci mücadelesini açık baskı yöntemiyle ezmeye teşebbüs edecek, bazen de papazın vaaz ve telkinleriyle onları devrimci eylemden uzak tutmaya ve devrimci duygularını köreltmeye çabalayacaktır.
Avrupa’da İkinci Dünya Savaşı sonrasında örneklendiği üzere, kapitalizm çerçevesinde sağlanan bazı iyileştirmelerle işçi-emekçi kitleler yatıştırılmış ve bir “sosyal devlet” aldatmacası egemen kılınmıştır. Bu nesnel koşullar siyasal olarak tam da reformizmin yeşerip güçleneceği bir iklim yaratmıştır. Sonuç olarak, bu tür koşulların hüküm sürdüğü ülkelerde solda reformizm (ve kuşkusuz revizyonizm, oportünizm) yönünde bir siyasi erozyon yaşanmıştır.
Sınıf mücadelesinde reformist yaklaşımlara uygun zemin hazırlayan faktörlerden bir başkası ise, bir ülkede küçük-burjuva damarın güçlü oluşudur. Lenin çeşitli defalar, Rus reformculuğunun kendine özgü inatçılığıyla belirginleştiğini dile getirmiş ve bu durumun nedenleri üzerinde durmuştur. O dönemin Rusya’sı, Batı Avrupa ülkelerine kıyasla çok daha fazlasıyla bir küçük-burjuva ülkesidir. O yüzden Rusya, genellikle küçük-burjuvazinin karakteristiği olan ve sosyalizme duyulan inanç konusunda da etkisini hissettiren çelişik ve kararsız ruh haline sahip kişi, grup ve siyasal eğilimleri ziyadesiyle yaratmıştır.
Tıpkı Türkiye’de de görüldüğü üzere, küçük-burjuvazi devrimci örgütlere kendisiyle birlikte hastalıklı siyasal yaklaşımları taşımakta, örgüte bağlılık konusunda kara sevda ile alçakça ihanet arasında yalpalayıp duran sakat tutumlar sergilemektedir. Ayrıca yine Rusya örneğinde olduğu gibi Türkiye’de de küçük-burjuvazi, devrimci mücadelede karşılaşılan başarısızlıklar karşısında dönek bir ruh haline bürünmeye, yenilgiye çok daha çabuk boyun eğip, cesaretini çok daha çabuk yitirmeye yatkındır.
Nitekim 12 Eylül faşist diktatörlüğünün kuruluşuyla birlikte içine girilen yenilgi dönemi, istisnasız tüm sol örgütlere damgasını vuran bu küçük-burjuva hastalıkların sayısız örnekleriyle doludur. Gerçi kapitalist gelişmeyle birlikte geleneksel küçük-burjuva katmanların erimekte olduğu doğrudur. Ne var ki küçük-burjuvalık sorunu, toplumda yaygın bir zihniyeti yansıtması bakımından hâlâ çok canlıdır. Özellikle okumuş kesim ve bu kesimi besleyen üniversite gençliği, siyasi yaşamda küçük-burjuva tutumları yeniden ve yeniden üreten bereketli kaynağı oluşturuyor. Burjuvazinin ayrıcalıklı konumu karşısında öfkeye kapıldığında devrimci kimliğe bürünerek kafa tutmaktan hoşlanan, fakat proleterleşmekten de ölesiye korktuğundan aslında hep ayrıcalıklı bir konum peşinde koşan çeyrek aydın, küçük-burjuva zihniyetin dört dörtlük temsilcisidir.
Sınıf hareketine döneklik ruh halini ve yenilgi psikolojisini taşıyan küçük-burjuva, her an oportünizme veya reformizme savrulmaya teşnedir. Devrimci mücadelenin inişli çıkışlı ve zahmetli yolunda sebatla yürümeye yatkın olmadığı için, kendi ruhunun kaçış eğilimi içine girdiği her noktada devrim mücadelesini ve devrimci örgütleri suçlar. Kendisine böylece siyasi bir kaçış noktası bulmaya çabalar. Ruhunu küçük-burjuva hastalıklardan arındıramamış bir kişi, bireyselliği değil toplumcu düşünceyi benimsediğini söylediğinde bile her şey öncelikle kendisi için vardır. İşine geldiği sürece devrimci mücadeleyi kutsal kabul eder; ama zor günler göründüğünde ise çekilen sıkıntıların suçunu sınıf düşmanına değil, rahatlıkla devrimci mücadeleye yükler.
Bu nedenle dün Rusya’da veya bir başka ülkede ya da yakın geçmişte Türkiye’de yaşandığı üzere, yenilgiyle sona eren devrimci dönemlerin ardından sol harekette genelde inkârcı ve tasfiyeci rüzgârların esmesi anlaşılabilir bir durumdur. Böylesi rüzgârlar kof devrimcileri önüne katıp düzen yanlılarının cephesine sürüklerken, aynı zamanda da işçi hareketinde devrimciliğin küçümsenip reformculuğun yüceltilmesine hizmet eder. Lenin 1905 devrim yenilgisinden sonra gelişen tasfiyeci dalgayı teşhir ederken bu gibi hususlar üzerinde durur. Ve Rus reformcularının, devrimci tutumunu sürdüren insanları, “yenilgiye uğratıldıkları yere yeniden sokulmak istemekle” suçladıklarını hatırlatır. Lenin’in ifadesiyle, “devrime doğru yeniden sokulmak, durup dinlenmeksizin çalışmak, yeni durum çerçevesinde devrim fikrini yaymak ve işçi sınıfının güçlerini o devrim için hazırlamak” reformculara göre devrimci proletaryanın başlıca suçudur.
Tarihten örnek
Reformizm yıllardır, toplumsal dönüşümlerin köklü bir devrime gerek olmaksızın adım adım reformlar yoluyla gerçekleşebileceği yanılsamasını yaratıp duruyor. Reformist sosyalistler, toplumsal devrimin insanlara durduk yere nice bedeller ödeteceği, nice acılara mal olacağı düşüncesini ileri sürerek, kapitalizmin reformlar yoluyla çok daha kolay, kansız ve acısız yoldan dönüştürülebileceği yalanına sarılıyorlar. Oysa tarihsel örneklerin kanıtladığı gibi, devrim olmadan kapitalizmden kurtulmak mümkün değildir. Ve işin aslında, reformist siyaset işçi-emekçi kitlelere en büyük yenilgileri, karşı-devrimci darbe ve rejimleri armağan etmekten başka bir sonuca da hizmet etmemiştir.
İşte 1918 Alman devrimi örneği! İkinci Enternasyonalin sosyalist geçinen o koca partileri, reformist siyasetin çıkmaz yollarında dolanıp neticede karşı-devrimin zaferine davetiye çıkarmaktan öte bir işe yaramadılar. Hâlbuki devrimci mücadele çizgisi güçlendirilmiş ve işçi sınıfının devrim için örgütlenmesi başa alınmış olsaydı, tarihin akışı ne kadar da farklı olabilirdi! Alman devrimi başarıya ulaştırılabilir, Avrupa’da devrimci dalga gerilemek yerine burjuva iktidarlara karşı hücuma geçebilir ve sonuçta 1917 Ekim Devrimi de yalnız kalmaz ve bürokrasinin çizmeleri altında can vermekten kurtulabilirdi.
Keza daha yakın örneklerden olmak üzere, Şili’de devrimci coşkuyla atağa geçen kitleler Allende hükümetinin reformist ve uzlaşmacı politikaları ile yatıştırılmamış olsalardı, iktidarı devrimci yoldan kendi ellerine alabilirlerdi. Reformizm pek çok Latin Amerika ülkesinde olduğu gibi 1973 Şili’sinde de, işçi-emekçi kitlelere onca zulüm ve ölüm getiren askeri faşist rejimin kurulmasına kapıyı açtı. Ya Türkiye? İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin yaşadığı devrimci yükseliş, bir yandan solcu geçinen Ecevit, diğer yandan kendilerini sosyalist ya da komünist olarak adlandıran çeşitli reformist örgüt ve liderler eliyle durduruldu. Böylece Türkiye’de de 12 Eylül askeri faşist diktatörlüğüne giden o uğursuz yol döşenmiş oldu.
Tarih öğrenmesini bilenler için ibret vericidir! Yaşananlar yaşanacak olanlara ışık tutabilmeli. Günümüzde Latin Amerika ülkelerinde esen sol rüzgârlar, kendilerini solcu veya devrimci olarak tanıtan devlet adamları eliyle düzen sınırları içine hapsedilmek isteniyor. En solcusu bile olsa, burjuva düzen sınırları içinde kurulan hükümetlerden devrim beklemek, sonucu işçi sınıfına ve emekçilere çok ama çok pahalıya mal olacak tehlikeli bir düştür. Devrimle oyun oynanmaz! Devrimci kişi hiçbir kişisel çıkar gütmeksizin devrimin hizmetine girendir, solcu geçinen şu ya da bu devlet adamının kuyruğuna takılan değil!
İşçi sınıfının mücadele tarihi, yaşam çizgisini ölümüne dek devrimci temelde sürdürmeyi başaran olumlu örneklerin yanı sıra, tam bir soysuzlaşma anlamına gelen olumsuz örnekleri de içeriyor. Tarih gerçekten öğrenmek isteyenler için ibret vericidir. Örneğin İkinci Enternasyonal içinde yer alan, ama tamamen farklı siyasal akımların temsilcisi olan sosyalist kişilerin yaşam ve mücadele çizgilerinin karşılaştırılması ne kadar eğiticidir.
İkinci Enternasyonalin reformizmine karşı daima devrimci Marksizmi savunan Rosa Luxemburg Ocak 1919’da karşı-devrimin dipçik darbeleri altında can verirken, Spartakistlerin Berlin ayaklanmasını ezmekle görevli bakanlık koltuğunda kim oturuyordu, hatırlıyor musunuz? Aynı Enternasyonal içinde sosyalist geçinip de, emperyalist paylaşım savaşı patlak verdiğinde “kendi” burjuvazisinin yanında yer alan ve nihayet Alman karşı-devriminin başına geçen Gustav Noske! Bu tür çarpıcı örnekleri çoğaltmak mümkündür, neticede ne reformizm, ne revizyonizm ve ne de oportünizm durduğu yerde durur. Çarpık eğilimler mücadele edilip yenilgiye uğratılmadıkları takdirde, sosyalist geçinen kişi ve örgütleri burjuva düzen güçlerinin yanı başında çok farklı pozisyonlara ve görevlere getiriverir. Güzel ve doğru olan, devrimci inançla başlayan bir yaşam ve mücadele çizgisini yine o şekilde noktalayabilmektir.
Bir yanda, Lenin’in “o bir kartaldı!” sözleriyle andığı ve son nefesini vermeden önce bile devrimi kastederek, “Vardım, Varım, Var Olacağım” diye dünyaya haykıran kızıl Rosa! Diğer yanda ise, siyasal yaşamını bir sosyalist olarak başlatıp, burjuva düzenin sunduğu kariyer, siyasal ün, maddi ve manevi çıkarlar peşinde karşı-devrimin bok çukuruna sürüklenen Noske gibi örnekler! Seçim yapmak kişiye kalmış, başka ne denebilir?
link: Elif Çağlı, Reformizm Üzerine, 3 Ocak 2006, https://marksist.net/node/579