Ermeni halkına yüz yıl önce yapılanları “soykırım” olarak niteleyen tasarı 2 Haziranda Alman Parlamentosunca kabul edilince, Türkiye cenahından beklendiği üzere birbiri ardına açıklamaların gelmesi gecikmedi. Başta Erdoğan olmak üzere AKP’liler faturayı adeta Türkiye kökenli milletvekillerine keserek özellikle Yeşiller Partisi eşbaşkanı Cem Özdemir’e söylemediklerini bırakmadılar.
Bir üniversitenin mezuniyet töreninde konuşan Erdoğan, Almanya’nın kendilerine hesap soracak son ülke olduğunu söyleyerek “Bizim tarihimiz, katliamlar tarihi değildir. Bizim tarihimiz, merhamet tarihidir, şefkat tarihidir” dedi. Böylece “inkârcı” bakış açısını daha en baştan ortaya koymuş oldu. Erdoğan’ın konuşmasının devamında sarf ettiği sözler de meselenin vahametini arttıran cinstendi. Türkiye’de 100 bin Ermeni bulunduğunu belirten Erdoğan, “Ermenilerle sorunumuz olsaydı bunları kovardık” diyerek aslında aba altından sopa gösterdi ki, bu da “affedersiniz Ermeni” anlayışının devamıydı. Konuşmasına “Ermeni meselesini tarihçilere havale edelim” türünden kıvırtmalarla devam eden Erdoğan, sonunda da ağzındaki baklayı çıkardı: “Şimdi oradan çıkıyor bir ukala, bir şey hazırlıyor, Alman Parlamentosuna sunuyor. Neymiş? Birileri de diyor ki, güya Türk... Ne Türkü be? Bunların kanlarının laboratuar testinden geçmesi lazım. (…) Ama ben ona bir defa Türk diyemem. Niye? Çünkü bu milletin kanının damarlarında olduğu insan, kalkıp da bu milleti sözde Ermeni soykırımıyla suçlayamaz.”
Türkiye kökenli vekil Cem Özdemir’i hedef alan bu ifadelerin ırkçı-milliyetçiliğin örneklerinden biri olduğu açıktır. Erdoğan’ın dile getirdiği bu zihniyete göre Ermeni soykırımını kabul eden birisi Türk olamaz, Türkiye’de doğmuş olsa da kanı bozuktur, damarlarında Türk kanı dolaşmamaktadır! Çünkü hem 90 yıllık resmi ideoloji hem de mevcut iktidarın sahip olduğu zihniyete göre ortada Ermeni soykırımı diye bir şey yoktur. Türk tarafına göre Ermeni soykırımı tezini ortaya atanlar katıksız Türk düşmanlarıdır!
Reislerinin sözlerinden vazife çıkaran diğer AKP yöneticilerinin söylediklerinin de bundan aşağı kalan yanı yoktu. Adalet Bakanı Bozdağ da açıklamasında şunları söylüyordu: “Almanya’da parlamentoda pek çok sayıda Türk kökenli milletvekili de var. Tabii çok ilginçtir. Nasıl bir karakter, nasıl bir fıtrat onu da anlamış değilim. Kendi anasına, babasına, içinden çıktığı milletine, ecdadına, tarihine insan bu kadar nasıl düşman olabilir? Ben Almanı anlıyorum. Almanya’nın Türkiye’ye dönük birtakım hesapları nedeniyle bunu yaptılar. Ama bunlar ne hesapla yaptılar? Böyle bir kompleks olabilir mi? Kendi ecdadından, tarihinden utanan birisi olabilir mi; ama olabiliyor. Bir kişinin Türkiye vatandaşı olması onun Türkiye ile ilgili her konuda doğru söylediği anlamına gelmez. Bu tür sütü bozuklar, kanı bozuklar Türkiye’yi de Türk milletini de temsil edemezler. Bizim hakkımızda söz söyleyemezler.”
Açıkçası Bozdağ, reisinin “kanlarını laboratuar testinden geçirelim” sözünü de aşarak direk teşhisi koymaktaydı: sütü bozuklar, kanı bozuklar… Reisinden geri kalmak istemeyen başbakan Yıldırım da, yaklaşık bir milyon insanın katledildiği bir kırımı “1915’te I. Dünya Savaşında yaşanmış, her ülkede yaşanabilen, sıradan bir olay” diye niteleyerek insanın kanını donduran laflar etti. Yapılan açıklamalar ve ortaya konulan tutum, Ermeni soykırımını gerçekleştiren zihniyetin hâlâ devam ettiğini bir kez daha ortaya koymuş oldu. Üstelik sahip olunan zihniyet gereği, sadece Ermeni soykırımı değil bu topraklardaki diğer onlarca katliam ve kırım da inkâr ediliyordu.
Irkçı saçmalıkların kaynağı
Erdoğan’ın ve diğer AKP’li yöneticilerin ırkçı milliyetçiliğinin, faşist bir tırmanışın yaşandığı Türkiye’de ne denli büyük bir tehlike arz ettiği açıktır. Son iki yüzyıllık dünya tarihi, bu tür ırkçı yaklaşımlara sahip egemenlerin gerçekleştirdiği büyük katliamlarla, soykırımlarla doludur. Egemenler, yaptıkları katliamları meşru kılmak ve gerekçe uydurmak adına sık sık ırkçı ideolojilere başvurmuşlardır. Bu yüzden “ırk” ve “ırkçılık” kavramlarının kaynağını nereden aldığının, ırkçı saçmalıkların faşizm altında nasıl da insanlığı tehdit eden belâlara dönüştüğünün iyi bilinmesi gerekir.
Irkçı saçmalıkların kökenini, 18. yüzyıla yani Avrupa’nın sömürgeci imparatorluklarının dünyayı paylaştığı dönemlere kadar götürmek mümkündür. O yıllarda Carl Linnaeus “Doğanın Sistemi” adlı kitabında insanları ten rengine göre dört gruba ayırıyordu: siyah, beyaz, sarı ve bileşik ırk. Linnaeus sonradan insan gruplarını karakterlerine göre de sınıflara ayırdı ki, ırkçılığın temeli de böylece atılmış oldu. Çünkü bu sınıflandırmayla insanların karakterleri ve yetenekleri ile fiziksel özellikleri arasında ilişki kuruluyordu.
Linnaeus’un ardından bu kez de Kant ilk kez “ırk” kavramını kullandı. Kant bu sözcükle belirli bir insan grubunun ten rengini ve geldiği/yaşadığı coğrafyayı kastediyordu. Kant’a göre ırklar sabitti ve değişmezdi. Üstelik Kant ırklar arasında yeteneklerine göre bir sıralama da yapıyor, en üste beyaz ırktan Avrupalıları, onun altına sarı ırktan Asyalıları, üçüncü sıraya siyah Afrikalıları, en alta da Amerikan yerlilerini koyuyordu. Bu anlayışa göre açık renkli insanların oluşturduğu ırklar daha üstün, koyu renkli insanların oluşturduğu ırklar ise daha aşağıydı.[1] Dolayısıyla koyu renkli ırktan insanların, meselâ siyah Afrikalıların beyazlara kölelik yapması son derece normaldi! Irklar arası hiyerarşi ve bu bağlamda beyaz adamın üstünlüğü doğuştandı, diğer ırklar ona hizmet etmekle aslında kendilerine iyilik etmiş oluyorlardı!
Kuşkusuz bu düşüncelerin bilimsel bir temeli yoktu ama Avrupalı sömürgecilerin çıkarlarına çok iyi hizmet ediyorlardı, o yüzden de hızla yaygınlaştılar. Bu ırkçı yaklaşımı kullanan Avrupa’nın sömürgeci egemenleri Asya, Afrika ve Amerika’daki sömürgelerinde yaşayan halklara yaptıkları eziyetlere çok güzel bir kılıf bulmuşlardı. Öyle ki Avrupalı sömürgeciler, bu toprakları sömürgeleştirmekle aslında oralara uygarlık götürdüklerini, bunun da o geri halklar için büyük bir lütuf olduğunu iddia ediyorlardı. Bu zihniyetin izlerini bugünün Batılı emperyalistlerinde de bulmak mümkündür.
19. yüzyılın sonlarına doğru “sosyal Darwinizm”in doğuşuyla birlikteyse beyazların üstünlüğü fikri iyice pekişti. Bu anlayışa göre bazı ırklar daha fazla evrilmişti (meselâ beyaz ırk) ve daha iyi uyum sağladıkları için kültürel olarak da daha üstündüler. Yani Darwin’in “doğal seçilim” kuramı toplumsal alana da uygulanıyor ve sosyal alanda da biyolojik alanda olduğu gibi bir evrim süreci yaşandığı; beyaz ırkın diğer insan ırkları arasında sivrildiği (daha fazla evrildiği), dolayısıyla da diğer ırkların aşağı ırklar haline geldiği iddia ediliyordu.
Bu görüşler ileride Nazi ırkçılığının da temelini oluşturacaktı. İlerde Naziler “arî ırk”ın en üstün ırk olduğunu, “doğal seçilim” gereği evrimin ileriye doğru devam etmesi için aşağı ırktan olanların elenmesi, en iyi ihtimalle üstün ırka hizmet etmesi gerektiğini söyleyeceklerdi. Ayrıca artık devreye antropoloji bilimi de girmiş ve ırksal sınıflandırmalar çeşitlenmişti. Bu arada din cephesinden de ırkçılığa destek gelmişti. Çoğu din adamı, tanrının insanları tek bir ırk olarak yarattığını, ama bazı insan topluluklarının yozlaşıp bozulduğunu ve böylece ortaya diğer ırkların çıktığını söylüyordu. Buna göre en az bozulan beyaz ırk, en çok bozulan ise siyah ırktı. Özellikle köleciliğin yaygın olduğu ABD’de egemen sınıfın pek hoşuna giden bu düşüncelerin savunucuları, eğitimin de doğuştan gelen becerilere göre yapılması gerektiğini, örneğin siyahların el ve güç gerektiren işleri yapmak üzere, beyazlarınsa zekâ gerektiren işleri yapmak üzere eğitilmesi gerektiğini söylüyorlardı.
Bu görüşler, kafatasçı “bilim insanları”nın çalışmalarıyla da güya destekleniyordu. Onlar da ırkları beynin boyutlarına ve kafatasının yapısına göre sınıflandırıyorlardı. Bu saçma tezlere göre beyazların beyni siyahlarınkinden daha büyüktü. Bu tür tezler asla ispatlanamasalar da egemen sınıfın işine geldiğinden toplumda ve bir kısım “bilim insanı” arasında hızla yayılmış, kabul görmüştü. Sözde bilim insanları, insanların kafataslarını ölçüyor ve onları dolikosefal (uzun kafalı), brakisefal (kısa kafalı) ve mezosefal (orta kafalı) adlarıyla gruplandırıyorlardı. Bu kafatasçılık, ileride Nazi ırkçılığının da en yaygın argümanlarından biri haline gelecekti. Böylece beyaz ırkın üstünlüğü anlayışı, sosyal Darwinizmin de etkisiyle, Batı’nın beyaz uygarlığının ilerlemesi için ırksal karışımın önüne geçilmesi gerektiği fikrini doğuruyordu.
Kuşkusuz bu türden ırkçı saçmalıklara ve insanların ırklar temelinde sınıflandırılmasına karşı çıkan birçok bilim insanı o dönemlerde de vardı. Bunlar ortaya atılan ve “bilim” adı altında insanlara yutturulmaya çalışılan bu zırvalıkları daha o dönemlerde de kolaylıkla çürütüyorlardı, ama ırkçı zırvalıkların bilimin gündeminden çıkması ve mahkûm edilmesi için maalesef II. Dünya Savaşının ve Yahudi soykırımının yaşanması gerekecekti.
Nazizmin sonuçları ve Türkçülük
30’lu yıllarla birlikte tüm Avrupa’da yükselişe geçen faşizmin ideolojik temelinde ırkçı düşünceler son derece önemli bir yer tutuyordu. Naziler o güne kadar uydurulmuş ırkçı saçmalıkları sahiplenmiş ve kendi ırksal teorilerini geliştirmişlerdi. Buna göre “arî ırk” olarak addedilen Alman ırkı diğer tüm ırklardan üstündü. Uzun boylu, geniş omuzlu, mavi gözlü, sarışın ve atletik yapılı, yüksek IQ’lu Almanların (tabii Almanya’da bu tanıma giren ne kadar Alman vardı, orası ayrı bir konu) daha aşağı ırklarla karışmaması gerekiyordu! Alman kanının diğer ırklardan insanların kanıyla karışması “arî ırkı” bozuyor, bu da uygarlığın kurucusu ve sürdürücüsü olan Alman ırkının dejenerasyonuyla sonuçlanıyordu! Irkçı Nazilere bakılacak olursa bu bozulma sonucu üstün Alman ırkının seviyesi alçalmakta ve bu da düşüşe yol açmaktaydı. Almanya’nın içinde bulunduğu kötü koşulların temel sebebi de işte bu ırksal bozulmaydı! Bu yüzden Naziler, Alman ırkının tekrar “arî” duruma getirilebilmesi için içindeki aşağı ırk kanının temizlenmesi gerektiğini savunuyorlardı. En büyük bozucu tehdit ise Yahudilerdi. Saf kana sahip Almanların birleşip çoğalmaları özellikle teşvik edilmeli, Almanların Yahudilerle ve diğer ırktan kişilerle yahut saf kana sahip olmayan Almanlarla evlenmesi yasaklanmalı, toplumda Alman ırkını bozacak tüm unsurlar acımadan temizlenmeliydi.
İşte bu ırkçı düşüncelere sahip Naziler iktidara geldiklerinde tarihin gördüğü en büyük soykırımı gerçekleştirdiler. Başta Almanya olmak üzere işgal edilen Avrupa ülkelerinde de, Yahudiler, Çingeneler, fiziksel ve zihinsel engelliler, eşcinseller, hatta yaşlı ve hasta kimseler, yani milyonlarca insan ya toplama kamplarında gaz odalarında katledildi ya da çeşitli yollarla ölmeleri sağlandı. Nazilere göre milyonlarca insanın bu şekilde yok edilmesi son derece normal ve doğaldı, çünkü “doğal seçilim” evrimin doğal bir sonucuydu ve ancak bu yolla daha üstün bir insan ırkı varolabilecekti. Öjenik kavramı faşist Almanya’nın resmi doktrini haline gelmişti. Yani kimlerin üreyip kimlerin üremeyeceğine devlet karar verecek, bu yolla ve aşağı ırkların, toplumdaki “hastalıklı” unsurların temizlenmesi sayesinde üstün bir insan ırkı yaratılabilecekti.
Tabii bu arada, 30’ların Avrupa’sında ve hatta dünyasında, bu tür ırkçı ve faşist fikirlerin epeyce yaygın olduğunu ve kabul gördüğünü de belirtmek gerekir. Bu dönemde “öjenik” kavramı bilimsel addediliyor ve Almanya dışında ABD’de, İngiltere’de, Kanada, Fransa, İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya, İzlanda, Çin, Japonya ve Brezilya’da da benimseniyor ve farklı derecelerde uygulanıyordu. Bu ülkelerde “öjenik dernekleri” kuruluyor, böylece güya saf kana sahip “soylu” kimselerin birbirleriyle evlenmeleri sağlanmaya çalışılıyor, ayrıca fiziksel ve zihinsel engelliler toplumdan tecrit ediliyordu. Hatta ABD’nin bazı eyaletlerinde ve Avustralya gibi kimi ülkelerde, gayri resmi yollardan bu tür binlerce insanın öldürüldüğü de söyleniyordu. Yani Almanya’ya karşı savaşmış ve bu savaşlarını sözümona “faşizme karşı” ve “demokrasi adına” gerçekleştirmiş emperyalist-kapitalist ülkelerde de II. Dünya Savaşının sonrasına kadar bu ırkçı düşünceler ciddi biçimde yer edinmişti.
Oysa bilim, özellikle de 50’li yıllardan sonra gelişen genetik bilimi, hem insanları ırksal temelde ayırmanın hem de ırkçı fikirlerin sadece safsatadan ibaret olduğunu açıkça ortaya koymuştur. İşin aslı biyolojide “ırk” kavramı bir türün izole olmuş ve olmayı sürdüren alt gruplarını ifade etmek için kullanılmaktadır. Dahası ırk kavramını biyologlar, durgun ve değişmez bir olgu olarak değil, oldukça hareketli bir olgu olarak kullanırlar ve izolasyonun ortadan kalkmasıyla ırk kavramının da ortadan kalktığını söylerler. Örneğin bir hayvan türünün, diyelim ki arıların farklı coğrafyalarda yaşayan iki alt grubu, çok uzun süre boyunca birbirlerinden ayrı ve izole kalmışlarsa, bir müddet sonra artık birbirlerine ulaşamıyor ve çiftleşemiyorlarsa farklı ırklar olarak tanımlanıyorlardı.
Bu mantığın insanlara uygulanabilmesi için, farklı insan gruplarının çok uzun süreler boyunca (onbinlerce yıl gibi) birbirlerinden izole olmaları ve artık birbirleriyle çiftleşemiyor olmaları gerekir. Modern insanın atası kabul edilen homo sapiens doğu Afrika’dan dünyaya yayılmaya başladıktan sonraki süreçte, farklı insan toplulukları birbirlerinden ayrı ve farklı coğrafyalarda yaşamışlar ve bundan kaynaklı olarak da bazı fiziksel farklılıklar oluşmuştur. Ne var ki tarım toplumlarının ve arkasından da uygarlığın gelişmesiyle birlikte, insan grupları arasındaki izolasyon kırılmaya başlanmış, melezleşme olgusu çok yaygın hale gelmiş ve dolayısıyla biyolojik anlamda insan ırkları olgusu hepten anlamsızlaşmaya başlamıştır. Öyle ki bugün “siyah ırk”tan bir Afrikalıyla “beyaz ırk”tan bir kuzey Avrupalı arasındaki fiziksel-biyolojik farklar sanıldığından çok daha azdır.
Biyolojik anlamdaki “ırk” tanımlaması aslında bize bugün dünyada insanlar arasında hiçbir “ırk”ın bulunmadığını söylemektedir. Yani Alman, İtalyan, Kürt, Türk, Fransız, Ermeni ya da Japon dediğimiz zaman aslında ırklardan değil siyasi ve/veya etnik/kültürel gruplaşmalardan bahsetmiş oluruz. İşin içine genetik bilimi girdiğindeyse “ırk” kavramı hepten çökmektedir. Sonuçta insana fiziksel ve biyolojik özelliklerini veren DNA’sındaki gen dizilimidir ve bu açıdan bakıldığında bilim bize insanlar arasında ırksal farklılıklar olmadığını söylemektedir. Örneğin siyahî bir Afrikalıyla bir Çinli arasındaki genetik farklılık %0,2 düzeyindedir. Güya ırksal farklılıkları belirleyen ten rengi vb. fiziksel farklılıklar ise bu %0,2’nin sadece %6’sını oluşturmaktadır. Yani genetik olarak aradaki “ırksal” fark %0,012’dir!
Ayrıca farklı insan grupları arasındaki fiziksel farklılıklara dayalı “ırklar” icat edilmeye kalkıldığında, binlerce yıldan beri devam eden melezleşmeden kaynaklı olarak kimin hangi “ırk”tan çıkacağı da tam bir sürpriz olacaktır.[2] Türkiye’den bir örnek vermek gerekirse, “Günümüz Türkiye’sinde yaşayanların belirli gen özellikleri baz alınarak yapılan bu araştırmalara göre Orta Asya kökenli olabileceklerin nüfus içindeki oranı %15’i geçmiyor. Geriye kalan %85 gibi ezici bir çoğunluğun genetik yapısı ise Ortadoğu ve Akdeniz halklarına çok yakın. Türkiye, Yunanistan ve İran’da yaşayan halkların yakın akraba olduklarını söylemek mümkün. Ayrıca çoğunluğu oluşturan %85’lik kesim de kendi içinde oldukça ciddi bir çeşitlilik (Ortadoğu’dan Akdeniz halklarına ve Balkanlar’a uzanan bir çeşitlilik) barındırıyor.”[3]
Gerek genetik bilimi gerekse de biyoloji bilimi ortaya koymaktadır ki, aynı sokakta yaşayan iki “Türk” arasındaki farklılık, bu “Türk”lerden biriyle bir Ermeni arasındaki farklılıktan çok daha fazla olabilmektedir. Diğer bir deyişle, bireyler arasındaki farklılık o denli büyüktür ki, ırk kavramı genetik düzeyde anlamsız hale gelmektedir. Meselâ 30’ların ırkçı-kafatasçı sözde bilim insanlarınca aynı ırktan kabul edilen orta Afrikalı bir siyahîyle Avustralyalı bir Aborjin yerlisinin, genetik açıdan birbirine en uzak insan grupları olduğu ortaya çıkmıştır. Aborjinlerin en yakın akrabaları güneydoğu Asyalılardır. Yahut Hindistan’ın bir bölgesinde “ırksal” olarak “beyaz ırk”tan kabul edilen bir köylünün ten rengi, en koyu tenli Afrikalıdan bile daha koyudur. Kısacası neresinden bakılırsa bakılsın insanları ırklar temelinde ayırma fikri tam bir safsatadır.
Gelelim “Türk ırkı” ve “Türk kanı” meselesine… Öncelikle “ırk ve kan” bağlantısına değinelim. Nazilerin “kan ve toprak” ideolojisi, birbirlerine kan bağıyla bağlanmış insanlardan oluşan bir toplumun, yaşadığı topraklar üzerindeki egemenliğini koruması gerektiğini ve gelecek nesillerin de bu topraklara bağlılık duyması gerektiğini söylüyordu. 30’ların Türkiye’sinde de ırkçı-Nazi ideolojisi epey prim yaptığından, yukarıdaki yaklaşım aynen kopya edilmişti. Türk Tarih Tezi denen saçmalıklar yığını içinde Nazilerin ırkçılığından epeyce alıntı bulmak mümkündü. Nazi ırkçılığı “arî ırk”ın temel özelliklerinin kandan yani soydan geldiğini iddia ediyordu. Bu uğurda Naziler sayısız araştırmalar yapmışlar ve Almanların yani “arî ırk”ın kan grubunu tespit etmeye çalışmışlardı. Kuşkusuz hiçbir bilimsel sonuç elde edememişler fakat zorlamalar ve uydurma kanıtlar sonucu “arî ırk”ın asıl olarak “0” kan grubuna dayandığını ortaya atmışlardı. (Bu tezin saçmalığına değinmeye bile gerek yok!)
Nazi ırkçılığını örnek alan 30’ların Türkiye’sinde de “Türk kanı” üzerine birçok “derin” araştırma yapıldı. Bu araştırmalara göre (tabii ki hepsi de uydurma sonuçlardı), ne tesadüf ki, Türk ırkının kan grubu da “0”dı! Böylece Türkler de “arî ırk”a dâhil edilmeye çalışılıyor, kafatası ölçümlerine göre brakisefal çıksalar da bir ayak oyunuyla “arî ırk” kapsamına alınıyorlardı. Ancak yapılan ölçümlerin sonuçları hepten de hasıraltı edilemediğinden (çünkü gerçek sonuçlara göre Anadolu halklarının ekseriyeti “A” grubundandı ve bu bakımdan “arî ırk”la alâkası yoktu), “Türk ırkı”nın zamanla başka ırklarla karışarak bozulduğu, “Türk kanı”nın kirlendiği ve tıpkı Nazilerin yaptığı gibi öjenik politikalar izlenerek ırkın ve kanın temizlenmesi gerektiği savunuluyordu!
Benzer şekilde aynı dönemde “Türk ırkı” üzerine de sayısız çalışma yapılmış ve zaten bunların sonucunda Türk Tarih Tezi denilen safsata ortaya atılmıştı. Kafatası ölçümleri, kan gruplarının tespitine yönelik çalışmalar, parmak izi gruplandırmaları vb. çalışmaların hepsinin hedefi “Türk ırkı”nın varlığını ve Türklerin de tıpkı “arî” Alman ırkı gibi uygarlığın yaratıcısı ve sürdürücüsü bir ırk olduğunu ispat etmekti. Oysa yukarıda aktardığımız bilimsel ölçütler açıkça göstermektedir ki, diğer ırklar olmadığı gibi Türk ırkı diye de bir ırk yoktur, “Türk kanı”ndan söz etmek de sadece bir saçmalıktır. Bunun anlaşılması için, Türk kanına pek meraklı Erdoğan’ın basit bir DNA testi yaptırması yeterli olacaktır…
Sonuç yerine
Şimdi tekrar yazımızın başındaki mevzuya dönelim ve başta Erdoğan olmak üzere, bir kısım AKP’lilerin açıkça ırkçılık kokan açıklamalarını hatırlayalım. Bilimsel olarak bu ifadelerin bir anlamı olmadığı halde neden bu burjuva politikacılar bu ifadeleri zikretmektedirler? Açıktır ki, onların derdi bilim değil siyasi çıkarlardır. Mesele kişi olarak Erdoğan’ın ya da diğer AKP’lilerin bu türden ırkçı milliyetçi fikirlere inanıp inanmamaları da değildir. Onlar bu ırkçı milliyetçi (kısaca Türkçü diyelim) fikirler aracılığıyla toplumu kendi siyasi hedefleri arkasında toplamaya çalışıyorlar.
Onyıllardır empoze edilen Türkçü ideolojinin etkisiyle maalesef toplumun çoğunluğu bu tür ırkçı milliyetçi fikirlere zaten açık durumdadır. Erdoğan da tam olarak insanların kafasının arkasına yani bu tür geri ve ilkel fikirlere seslenmektedir. Bu yüzden tarihsel bir gerçeklik olan Ermeni soykırımı herhangi biri tarafından herhangi bir biçimde dile getirildiğinde hemen Erdoğan veya bir başka burjuva siyasetçi atılmakta ve bunları söyleyenlerin Türk olamayacağını, kanlarının bozuk olduğunu, tarihimizde böyle katliamların hiç olmadığını söyleyebilmekte ve insanların çoğunluğunca da destek görebilmektedir.
Bu söylem, İslamcı yani ümmetçi gelenekten gelen Erdoğan ve AKP’lilerin dahi kafalarının arkasında bu Türkçü fikirlerin ne denli derin bir şekilde yer ettiğini de ortaya koymaktadır. Güya 80 yıllık Kemalist-statükocu geleneğe, askeri vesayete karşı çıkan, bayrak açan Erdoğan ve AKP çizgisi, dönüp dolaşıp Kemalizmin en geri haline kolaylıkla adapte olabilmişse, bunda bu Türkçü geleneğin önemli bir payının olduğunu not etmek gerekir.
Sıra Ermeni düşmanlığına, Kürt düşmanlığına gelince AKP’sinden CHP’ine, sivil bürokrasisinden askeriyesine kadar tüm devlet ve düzen partileri tek ses haline gelmekte ve aynı çizgide buluşmaktadır. Alman Parlamentosunun Ermeni soykırımını kabul etmesinin ardından, Meclis’te bulunan üç partinin (AKP, MHP, CHP) imzaladığı ortak bildiri bunun ifadesidir. Ancak bugünün koşullarında bu ırkçı-milliyetçi söylem ekstra bir önem ve tehlike arzetmektedir. Nitekim Türkiye kökenli Alman vekiller, Erdoğan’ın sözlerine cevaben yaptıkları açıklamalarda, Erdoğan’ın ve AKP’nin bu tür ırkçı söylemleri ilk defa kullanmadığının, Erdoğan’ın bu tür açıklamalarla iç siyasette milliyetçi ve İslamcı kanadı iktidarının arkasına almayı hedeflediğinin altını çizdiler. Ayrıca birçok vekil, mevcut Türk hükümetinin bugün Kürtlere yönelik saldırı ve katliamlarıyla geçmişte Ermenilere yapılanlar arasında da benzerlikler kurdular.
Dikkat çektiğimiz bu tehlike giderek büyümektedir. Bu ırkçı milliyetçi söylem ve arkasındaki zihniyet, faşizm koşullarında şimdiye kadar gördüklerimizden çok daha büyük katliamlara girişme potansiyelini taşımaktadır. Bu yüzden örgütlü işçi sınıfı, ırkçılığa, şovenizme ve ezen ulus milliyetçiliğinin her türlüsüne karşı çıkmak zorundadır.
[1] Örneğin 1823 yılında basılan Encyclopedia Britannica’da siyah ırkın özellikleri şöyle sıralanıyordu: tembellik, ihanet, kindarlık, acımasızlık, arsızlık, hırsızlık, yalancılık, saygısızlık, sefahate düşkünlük.
[2]http://t24.com.tr/video/dna-sonuclariyla-hangi-irka-mensup-oldugunu-ogre... adresinden izlenecek bu videoda, çeşitli milletlerden insanların DNA testlerini gördükten sonra düştükleri durum çarpıcı bir şekilde yansıtılıyor.
[3] Kerem Dağlı, Milliyetçilik, Irkçılık ve “Türklük” Kavramı, MT, Şubat 2008
link: Kerem Dağlı, Kan Safsatası, Irkçılık ve Faşizm, 2 Temmuz 2016, https://marksist.net/node/5198
Kapitalizmde Kirletilen Spor
Askeri Darbeye de, Sivil Faşist Diktatörlüğe de Hayır!