Türkiye’de burjuva düzen partileri 25-30 yıldır bir anayasa oyunu oynuyorlar. 12 Eylül askeri faşist darbesinin ardından cuntanın hazırlayıp halka zorla dayattığı anayasa, egemen sermaye sınıfının çıkarlarını yansıtan, emekçi kitlelerin çıkarlarına ise tümüyle düşman baskıcı bir anayasa idi. Ne var ki bu anayasa ilerleyen yıllar içinde giderek çeşitli sermaye kesimlerinin de ihtiyaçlarına cevap veremez hale geldi. O nedenle bu deli gömleği yıllar içinde birçok yerinden delinip, birçok yerinden yamalandı. Böyle yamalı bohça işi tadilatlarla anayasanın aşağı yukarı yarısı demek olan 80 kadar maddesi değiştirilmiş oldu.
Statükocu Kemalist kesimler hariç, farklı siyasal eğilimler ve egemen sınıfın çeşitli kesimleri bu süreç içinde, toptan yeni bir anayasa yapılması fikrini gitgide daha kuvvetle dile getirir oldu. Aslında 1992 gibi erken sayılabilecek bir tarihte TÜSİAD bile bir anayasa taslağı hazırlamıştı. Bata çıka ilerleyen bu anayasa tartışması, AKP’nin kendi özel kaygıları temelinde, 2007 seçimlerinden itibaren çok daha büyük bir itilim kazandı. O günlerden bu yana, yeni bir anayasa tartışması Türkiye’nin siyasal gündeminin demirbaşlarından biri haline geldi.
Yeni ve sivil bir anayasa yapma çabalarının itici gücünü oluşturan kaynaklar, esasen Türkiye kapitalizminin 1980 sonrasında geçirdiği dönüşüm, AB üyeliği süreci ve Türkiye’nin 12 Eylül darbesinin izlerinden temizlenmesi ihtiyacı idi. Devletin geleneksel sahibi konumundaki statükocu Kemalist burjuvazinin görece baskı ve dışlamasına maruz kaldığı için, kendisine alan açma derdindeki AKP de iktidara geldiğinde bu süreci sahiplendi. Son birkaç yıla kadar bu süreç, her şeye rağmen başlangıçtaki dinamiklerin yine de etkisini sürdürdüğü bir hava içinde ağır aksak yürüdü. Yürüdü yürümesine ama, önce farklı burjuva güçler arasındaki çelişkiler dolayısıyla, sonra giderek Kürt sorununun boyutlarının genişlemesi ve Ortadoğu’daki savaş süreci gibi dinamiklerin siyasal yaşam üzerinde gitgide ağır basmasının doğurduğu etkilerle, bir türlü kapsamlı bir somut sonuç çıkmadı. Çelişkiler keskinleşti, tartışmalar sertleşti, kutuplaşmalar arttı.
Pratikte Meclis’teki anayasa komisyonlarının odak noktasında yer aldığı sürecin niteliği son birkaç yıl içinde tümüyle değişti. Kürt sorunu ve dünya savaşı sürecinin siyasal alan üzerindeki etkisinin baskınlaşması ve bunun yanı sıra AKP’nin ve Erdoğan’ın siyasal arenada ve devlette büyük bir güç kazanmasıyla, artık sorun Erdoğan’ın otoriter arzularına uygun bir başkanlık sistemine kılıf giydirilmesi sorunu haline geldi. Nitekim Erdoğan, rejimin aslında fiilen değişmiş olduğunu, ama bunun anayasal zemine kavuşturulması gerektiğini açık açık duyurdu.
AKP’nin farklı kılıklardaki sözcüleri, meselenin artık tümüyle Erdoğan’ın başkanlık sevdası olduğu gerçeğini örtbas edebilmek ve halkı ulvi amaçlar için çaba harcadıklarına inandırabilmek için, eskinin demokratikleşme söylemini kullanmaya devam etseler de, mızrak çuvala sığmamaktadır. Saray ve AKP, nasıl 7 Haziran seçimleri sonrasında CHP’yi “istikşafi” görüşmelerle oyalayıp sonunda ülkeyi Erdoğan’ın istediği yeni bir seçime soktularsa, anayasa görüşmeleri de benzer bir oyalama sürecine sokuldu. Esasen bir oyun oynanmaktaydı ve bu oyunun kurucusu Erdoğan’dı. Ne var ki Erdoğan açısından bir zaman sorunu da olduğundan, bu kez komisyon çalışmalarının ucu açık bırakılmak yerine, 6 aylık bir süreyle sınırlandırıldı. Erdoğan’ın kendi hesapları açısından böyle bir süreyi öngördüğünü anlamak zor değil. 6 aylık sürenin sonunda komisyondan uzlaşılmış bir anayasa taslağı çıkmayacağına göre, “görüyorsunuz bu Meclis bir anayasa yapamıyor” denilecek ve muhtemelen yeni bir seçime ya da olağan ve meşru mekanizmaların dışında yöntemlerle zorla dayatılacak bir referanduma gidilecek. Elbette bu seçim ya da referanduma, savaş ve faşizan tırmanışın devam ettirildiği, hatta daha da mahmuzlandığı bir atmosferde gidilecektir. Aynen 7 Haziran ile 1 Kasım arası süreçte olduğu gibi. Gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinden bağımsız olarak, niyet budur.
Erdoğan’ın başkanlık sistemine halkı ikna etmek için başlattığı kampanya da parlamentoyu aslında daha baştan etkisizleştirme hamlesidir. Böylece Erdoğan bir yandan parlamentodaki sürecin kısır bir süreç olduğunu kanıtlamış olacak, diğer yandan da başkanlığı bizzat kendi doğrudan politik seferberliğiyle getirmiş olacak. Dahası Meclis komisyonu için biçilen 6 aylık ömür de hem Erdoğan’ın işi parlamentonun elinde sürüncemeye bırakmaya niyetli olmadığını, hem de kendi kampanyasının olgunlaşması için böylesi bir süreyi öngördüğünü ortaya koymaktadır.
CHP’nin komisyondan çekilmek suretiyle yaptığı hamle hiç şüphesiz bu oyunu bozma niyetiyle yapılmış bir hamledir. En azından CHP, bir seçim ya da referandum olduğunda “ben bu oyunun figüranı olmadım” diyebileceği bir propaganda argümanına sahip olmak istemektedir. Dahası, CHP’nin bu hamlesi ve onun etrafında yaptığı birkaç basit manevra bile AKP cenahının demokratik bir anayasa yapma söyleminin sahteliğini ortaya koymaya yetmiştir. Demokratik bir anayasa yapma arzusu ile başkanlık sisteminin hiçbir mantıki zorunlu bağlantısı olmadığı açıktır. Nitekim AKP cenahının içinde olduğu kaba çelişki şimdi onları yeni bazı manevralara zorlamış görünmektedir. Nitekim önce CHP’nin restine rest çeken bir poz takınılıp, bu doğrultuda komisyonun feshedildiği açıklanarak, komisyona ihtiyaçları olmadığı mesajı verilmeye çalışıldıysa da, takip eden günlerde, geride kalan üç partiyle de yola devam edilebileceği söylendi. Bir süre sonra HDP de komisyondan çekileceğini açıklayınca geriye sadece MHP kalmış oldu. Tüm bunların ardından CHP’yi yeniden komisyona çekmek üzere davet çabaları başladı ve nihayet Saray’dan da başkanlık ve anayasa referandumlarının ayrı ayrı yapılabileceği açıklaması geldi. Bütün bu manevraların gösterdiği şey Erdoğan’ın bir başkanlık referandumu fikrini olgunlaştırmak için bir miktar daha zamana ihtiyacı olduğudur.
Saray ne istemektedir?
Erdoğan muhtar toplantıları ve benzeri toplantılarda nasıl bir anayasa istediğini gitgide daha net biçimde ilan etmektedir. Bu toplantılardan birinde örneğin iki dikkat çekici vurgu yaptı. Birincisi “yerli anayasa” vurgusu, diğeri ise “kuvvetlerin çatışması değil uyumu” vurgusu idi.
Erdoğan söz konusu konuşmasında, Türkiye’de şimdiye kadarki tüm anayasaların dışarıdan ithal anayasalar olduğunu, bunun Türkiye’nin yerli ve milli geleneklerine/değerlerine uygun olmadığını ve şimdi ilk kez milli değerlere uygun yerli bir anayasa yapma fırsatının doğmuş olduğunu ilan etmişti. Dışarıda maceracı bir politikanın, içeride ise milliyetçiliğin, Kürt düşmanlığının ve faşist tırmanışın sürdürüldüğü bugünkü siyasal koşullarda, Erdoğan’ın yerli ve milli anayasası onu mutlak yetkilerle donatmak, tüm iktidar tekelini ona vermek ve onu tüm tartışmaların dışına çıkartarak tek söz söyleyen kişi haline getirmek anlamına gelmektedir.
Erdoğan yerli ve milli vurgusunu yaptığında bununla bir yandan burjuvazinin devrimci çağında pre-kapitalist sınıflara ve onların kalıntılarına karşı verdiği mücadelenin kazanımlarından, diğer yandan emekçi sınıfların yüzyıllardır verdiği mücadelelerle egemenlere dayattığı ve ilerletip pekiştirdiği kazanımlardan azade olmak istediğini söylemiş olmaktadır. Zira insanlığın ağır bedeller ödeyip elde ettiği tüm bu kazanımlar otokrat zihniyettekilerin daima tiksintiyle karşıladıkları şeyler olmuştur. İktidara gelmeden önceki yıllarda partinin programı ne olacak diye soran Otto Strasser’e, Hitler, meşum sözleriyle “boş ver programı, önemli olan iktidardır” demişti. Nazi Partisinin önde gelen üyelerinden olan ve daha sonra Hitler’le anlaşmazlığa düşüp partiden atılacak olan Strasser, “iktidar programı hayata geçirmenin aracıdır sadece” diye üsteleyince, Hitler “bunlar entelektüellerin fikirleri, bize gereken iktidardır!” diye kestirip atmıştı. Tüm otokrat zihniyetliler gibi, Erdoğan da iktidarın mutlak olmasını, hiçbir sınırlamaya tâbi olmamasını, keyfiliğe sınırlama getirebilecek her türlü ayak bağının bertaraf edilmesini istemektedir.
Nitekim, şimdiye dek AKP sözcüleri başkanlıktan söz ederken, endişeleri yatıştırmak için hep denge ve fren mekanizmalarının olacağını, hatta, özellikle ABD örneğine atıfla, başkanlık sisteminde kuvvetler ayrılığının çok daha güçlü olduğunu vurguladılar. Yani sanki onlar da etkili bir kuvvetler ayrılığından yanaymış gibi pozlar takınıyorlardı. Oysa Erdoğan, söz konusu konuşmasında bu can sıkıcı tuluata da son vermek istercesine, mealen “şimdiye kadar kuvvetler çatışması söz konusu oldu, oysa gereken şey kuvvetlerin uyumudur, ahengidir” demiştir. Bu “çatışma” ve “uyum” sözcüklerinin kullanılması elbette bir şark kurnazlığından ibarettir. Aklı olan herkes kast edilenin “kuvvetler ayrılığı” ve “kuvvetler birliği” olduğunu anlamakta güçlük çekmemiştir. “Türk tipi” başkan olmak isteyen Erdoğan, “denge ve fren” istememekte, tüm kuvvetlerin, yani tüm iktidarın kendi elinde toplanmasını arzulamaktadır.
Zaten bir önceki yasama döneminde çalışan anayasa komisyonundan AKP’liler adına ortaya çıkan bir taslakta öngörülen yapıya bakıldığında bu durum net biçimde anlaşılmaktadır. Başkanlık sistemini öngören bu taslağa göre başkan, kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi olan, Meclis’i tek başına feshedebilen, Anayasa Mahkemesi, Danıştay, Yargıtay, Sayıştay gibi yüksek mahkemelerin üyelerinin yarısını atamaya yetkisi olan bir başkan olarak tasarlanıyor. Aynı taslağa göre sözde Meclis’in de başkanı görevden alma yetkisi olsa da, bunun pratikte hiçbir karşılığının olmayacağı, canavarın önündeki asma yaprağından başka anlama gelmeyeceği açıktır.
Burada tek bir kişi olarak başkanın elinde kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisinin olmasının anlamı bellidir: Teorik olarak yasa çıkarma gücüne sahip Meclis’in fiiliyatta havanda su dövülen bir tiyatroya indirgenmesi. Çünkü başkan kendisinin istediği, ama Meclis’ten çıkmayan bir yasa ya da düzenleme durumunda, kendi canının istediği gibi bir kanun hükmünde kararname çıkararak Meclis’i fiilen devreden çıkarmış olacaktır. Bunun Hitler’in mutlak iktidar gücüne yükselme sürecinin en belirleyici halkasını oluşturan meşum “Yetki Yasası” ile benzerliği artık şaşırtıcı olmasa gerek. Başkanlık sistemini savunurken Erdoğan’ın gitgide “Türk tipi başkanlık” söylemine daha fazla başvurması ve buna mukabil başkanlık sisteminin sözümona genel demokratik üstünlüklerini vurgulamaktan uzaklaşması artık daha iyi anlaşılmalı.
Uzun ince anayasa yolu
Türkiye 25-30 yıldır yeni ve sivil bir anayasa konusunu tartıştı durdu. Başta da belirttiğimiz gibi bu süreçte birçok anayasa değişikliği yapıldı. Tüm güdük niteliğine rağmen bu değişikliklerin genelde doğrultusu demokratik alanın yine de az çok genişlemesi yönünde oldu. Oysa şimdi gelinen nokta bir parodi gibidir. Yıllardır dillere sakız olan “ilk sivil anayasa”nın yapılması çabası demokratik karın ağrılarından geçerek gele gele sivil faşizmin anayasasını yapma noktasına gelmiş görünüyor. Erdoğan bu kilit halkayı da geçmede başarılı olursa, artık “nereden nereye” diye sorulduğunda şöyle bir özlü sözümüz olabilecektir: Alaturka sivil anayasa yapma süreci, askeri faşizmden sivil faşizme giden uzun ince bir yoldur!
Erdoğan bu girişiminde başarılı olabilecek midir? Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, mevcut savaş ve kriz ortamı geniş bir olasılıklar yelpazesi açmaktadır. Erdoğan 7 Haziran seçimlerinden sonra hükümet kurdurtmayarak bir darbe yapmayı başarmış ve bunun sonucunda yapılan 1 Kasım seçimleriyle asgari hedefine ulaşmış, ama asıl büyük hedefine kıl payıyla ulaşamamıştır. Zaten 1 Kasımdan bu yana yaşanan sürecin esbabı mucibesi de esasen bu “kıl payı”dır.
Şu anda Erdoğan ve ekibi harıl harıl başkanlık sistemini referanduma hangi yolla getirebilecekleri üzerinde çalışmaktadır. Yeni bir seçim yoluyla o kıl payını tamamlayıp, Meclis’te başka kimseye ihtiyaç duymadan anayasa taslağını referanduma götürmek mi? Yoksa bir seçime gerek kalmadan, muhtemelen anayasaya bir kez daha tecavüz etme pahasına, birtakım yeni icatlar ve cinlikler yaparak referandum yolunu zorlamak mı? Bunları önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Soruya dönecek olursak, her şeyden önce, burjuva düzenin dünya genelinde sergilediği otoriter gidişe bakıldığında, Erdoğan’ın akıntıya karşı kürek çekmediğini tespit etmek gerekmektedir. O sadece bu genel gidişatın nispeten daha sivri bir örneğini temsil etmektedir. Günümüzün otoriterleşme adımları konusunda doğrusu yeryüzündeki hiçbir burjuva devletin eli temiz değildir. Öte yandan mülteci sorunu gibi Avrupa burjuvazisinin karın ağrısı olan sorunlar, AKP ve Erdoğan’ı en azından Avrupa’dan gelebilecek basınçtan kurtarmış ve ona önemli bir manevra alanı açmıştır. Erdoğan Avrupa’yı adeta mültecilerle rehin almıştır.
Ancak uluslararası planda somut konjonktür bakımından Erdoğan ve AKP için elverişli bir durum yoktur. Rusya gibi bir askeri süper güçle düşman konumda olmak, ABD’den pek destek ve onay alamamak gibi ciddi handikaplarla ve bir sıkışma durumuyla karşı karşıyadır AKP ve Erdoğan. Çok yakın duruyormuş gibi göründükleri Arap ülkeleri bile uluslararası platformlarda, AKP Türkiye’sine, ihtiyaç duyduğu destekleri vermemektedir. Türkiye önemli ölçüde yalnız bir ülke konumuna sürüklenmiştir. Şimdilerde İsrail üzerinden tutunacak bir dal bulma çabaları çaresizliğin acıklı bir ifadesidir.
Elbette Erdoğan’ın lehine en önemli faktör, içte işçi sınıfının devam etmekte olan kronik bilinç ve örgütlülük eksikliğidir. Savaş süreci, kabartılan şovenizm dalgası ve provokasyonlarla akılları felce uğratılan geniş emekçi yığınlar, otoriter bir liderin gerekliliği propagandasına gitgide daha açık hale gelmektedirler. Ancak öte yandan işçi sınıfının çalışma ve yaşam koşullarına dönük yeni saldırıların gündemde olması nedeniyle bir tepkinin yükselmesi de mümkündür. Her ne kadar genel olarak örgütsüz durumda olsa da, bir kitle hareketinin oluşması durumunda, düzen yıkılmasa da, ince hesaplar ve hassas dengeler üzerine kurulu oyun planlarının işleyişi bozulabilir. Dahası Suriye’de riskli bir maceraya girilmesi durumunda, bunun coşkun bir savaş yanlısı atmosfer doğurması olasılığı varsa da, Erdoğan ve hükümet aleyhine dönebilecek bir atmosfer doğurması olasılığı da yabana atılacak kadar küçük değildir. İçeride Kürtlere karşı savaş her ne kadar belli bir destek bulabilse de, aynı şey yedi düveli karşısına alacak bir dış macera için garanti değildir. Bugün kimisi AKP’ye yakın olanlar da dâhil olmak üzere, birçok burjuva uzmanın bundan kesinlikle kaçınılması gerektiğini söylemesi boşuna değildir. Savaş olgusu, tarihte de görüldüğü gibi, her türlü olasılığı gündeme getirebilir. Erdoğan’ın siyasi hayatı, sayısı ve sıklığı giderek artan riskli hamlelerinden birinde çuvallamayla birlikte sona erebilir.
Sonuç olarak, yeni ve sivil bir anayasa sorunu, artık bir demokratikleşme sorunu olmaktan çıkmış, bir olağanüstü rejimin tesis edilmesi sorunu haline gelmiştir. İşçi sınıfı için yeni cehennemin taşlarının döşenmesi anlamına gelen böylesi bir anayasa sürecine sonuna kadar direnilmelidir. Meclis’te şu ana kadar yürütülen komisyon çalışması Erdoğan’ın kurduğu bir oyun masasından başka bir şey değildir. Bu oyuna katılmak, niyet ne olursa olsun, sadece Erdoğan’ın yürüyüşüne payanda olmakla sonuçlanır. Hitler mutlak iktidara yürüyüşünde, kendi hesapları olan çeşitli burjuva parti ve liderleri oyalamayı ve kendi kurduğu oyunun figüranı yapmayı başarmıştı. Hitler’i kontrol altına alabileceklerini ve kendi hesaplarını yürütebileceklerini düşünen Weimar Cumhuriyeti’nin çeşitli burjuva siyasetçileri, günün sonunda kendilerinin kündeye geldiğini gördüler. Gelinen noktada “başkanlık sistemi de tartışılabilir” gibi argümanların hiçbir hükmü yoktur. Bunlar sadece Erdoğan’ın otoriter değirmenine su taşımaktadır. Bu bakımdan tarihin acı derslerini hatırlatmak enternasyonalist komünistlerin boynunun borcudur.
link: Levent Toprak, Sivil Anayasa Diye Diye…, 1 Mart 2016, https://marksist.net/node/4967
Burjuvazinin Medyası Zehir Kusuyor!
Sarsılan AB ve Işıldayan Marksizm