Yaşadığımız topraklarda enternasyonalist komünist bir damarın açılmasında temel bir rol oynamış olan Elif Çağlı’nın Marksizmin Işığında adlı kitabı ikinci baskısını yapmış bulunuyor. Enternasyonalist komünist çizginin kendi yatağını açarak kararlı biçimde yol aldığını gösteren bu gelişme enternasyonalist komünistler için bir sevinç kaynağıdır. Gün geçtikçe değerinin daha iyi anlaşılacağına emin olduğumuz bu önemli çalışmanın daha nice basımlarla işçi sınıfının bağımsız devrimci siyasetine ışık tutmaya devam edeceğine inanıyoruz.
Marksizmin Işığında’nın önemi nereden geliyor? Bunu anlamak için çalışmanın kaleme alınmış olduğu dönemin 1990-91 dönemi olduğunu öncelikle vurgulamak gerekiyor. Sovyetler Birliği’nin henüz ayakta olduğu, ama Berlin Duvarı’nın ve doğu Avrupa’daki bürokratik diktatörlüklerin birbiri ardına yıkılmakta olduğu günlerdi. Bu gelişmelere tümüyle pusulasız yakalanan sol, ağır burjuva ideolojik sağanak karşısında bir çıkışsızlık ve bunalım iklimine yuvarlanmıştı. Samimi bir devrimci muhasebe ve sorgulama, sorunlara tutarlı ve inandırıcı açılımlar temelinde açıklama getirmeye yönelik teorik netleşme, dönemin temel görevi haline gelmişti.
Kendine sosyalistim diyen herkesin sorması ve inandırıcı biçimde cevaplaması gereken yakıcı sorular vardı. Çökmekte olan neydi? Neden çöküyordu? Uğruna mücadele edilen hedef bu çöken şey miydi? Yanlışlık neredeydi ve ne yapılması gerekiyordu?
Şüphesiz, durumun vahameti icabı, solun tüm kesimleri bu sorulara birtakım “cevap”lar geliştirmişti. Ne var ki görünürdeki tüm cevaplar (şüphesiz aslında eski olan, ama Türk solunun yeni yeni öğrendiği cevaplar da dahil) Marksizm temelinde sonuna kadar tutarlı bir açıklama getiremiyordu. Elbette hazırlop cevaplar arasında tercih yapıp selâmete ermek de bir seçenekti. Türkiye için yeni olan “yozlaşmış işçi devleti” tezini ve yine onun alternatifi olarak sivrilmiş olan “devlet kapitalizmi” tezini benimseyenlerin tuttuğu yol buydu. Bu tezler şüphesiz yaşanan gerçekliğin anlaşılması açısından birçok değerli yönler içeriyor ve beri yandan temelsiz Troçki düşmanlığı isterisinin nispeten kırılması anlamına geliyordularsa da, bazı noktalarda Marksizmin temel ilkeleriyle çelişkiye düşüyor ve süreçlerin ana çizgilerini tam bir tutarlılıkla açıklamakta aciz kalıyorlardı.
İşte Marksizmin Işığında, solun içinde bulunduğu bu ağır bunalım döneminde, yılgınlığa düşmeden ve Marksizmi güverteden aşağı atmadan, tutarlı biçimde Marksist kalmanın gerçek yolunu göstermiş; bu sorulara ve ilişkili daha nicesine yanıt getirerek çıkış yolunu ortaya koymuştur. Marksizmin Işığında’nın önemi, Marksizmin sırtına haksız biçimde bindirilmiş olan bir kamburun, nasıl Marksizmi zedelemeden def edilebileceğini ve tam da en ihtiyaç duyulan dönemde Marksizmin zenginleştirilebileceğini ortaya koymuş olmasından geliyor.
Marksizmin Işığında, onyıllar boyunca Marksizmin vazgeçilmez temel ilkelerinin üzerine yığılmış çöp dağının temizlenmesiyle işe başlıyor. Burada proleter devrimin ve işçi devletinin temel nitelikleri, geçiş dönemi, sosyalizm ve komünizm gibi temel konular, Marksist devlet teorisiyle birlikte temel kaynaklarına dönülerek netleştiriliyor. Bunun anlamı açık: yaşanan tarihsel deneyimin vurulacağı mihenk taşını net biçimde ortaya koymak.
Bu konuların açıklığa kavuşturulması kitabın iki ana boyutundan birini oluşturuyor. Zira Marksizmin bu konulardaki temel ilkeleri Stalinizm tarafından uzun yıllar boyunca unutturulmuş ve çarpıtılmıştı. Örneğin, proleter devrimin ulusal bir devrim değil dünya devrimi olduğu ve tek tek ülkelerdeki proleter devrimlerin yaşayabilmesi için devrimin özellikle ileri kapitalist ülkelere yayılması gerektiği gerçeği köreltilmişti. Benzer şekilde, geçiş döneminin de ulusal değil ancak uluslararası ölçekte kavranabileceği, sosyalist toplumun sınıfların ve devletin ortadan kalkmış olduğu bir toplum olduğu ve bunun da yerel ya da ulusal değil, ancak evrensel ölçekte gerçekleşebileceği, dolayısıyla “tek ülkede sosyalizm”in olamayacağı gibi temel Marksist ilkeler de hepten reddedilmişti. Bunun yanı sıra, proletarya diktatörlüğünün işçilerin sovyet/konsey benzeri öz örgütlülükleri temelinde varolan ve yöneten/yönetilen ayrımının ortadan kaldırılarak gerçek bir işçi sınıfı demokrasisinin hayat bulduğu, sönmesi gereken bir yarı-devlet olduğu gerçeği de tamamen bulanıklaştırılmıştı.
Bugün Türkiye’de bu çarpıtmalar sosyalist saflarda hâlâ büyük ölçüde yaşamaktadır. Örneğin, kendisine Marksist ve sosyalist diyen sayısız kişi için, kapitalistlerin iktidarı yıkıldıktan sonra üretim araçlarının devletin mülkiyetine geçirilip, planlı bir ekonominin kurulmasıyla sosyalizm ulusal ölçekte kurulmuş olacaktır.
Binlerce yıllık sınıflı toplumlar tarihinin insanlıkta doğurduğu ve yüzyıllar boyunca mücadelelerine bayrak ettiği sınıfsız toplum idealini sembolize eden sosyalizm kavramı, bu şekilde çarpıtılıp yozlaştırılarak temelde bir ulusal kalkınma stratejisi derekesine düşürülmüştü. Marx’ın bilimsel bir temele oturttuğu ve başta Bolşevikler olmak üzere sosyalist hareketin devrimci kanadının temel varsayımlar olarak benimsediği ilkeler yerine, yukarıda özetlediğimiz Stalinist anlayış, maddi bir güç olarak SSCB gibi bir süper devlette cisimleştiği için daha inandırıcı geliyordu.
Benzer biçimde işçi devleti ya da proletarya diktatörlüğü kavramları da Marksizmin koyduğu çizgilerden çıkarılarak bozulmuştu. Ve belki daha ilginç olanı, bu sorunların sadece Stalinistlerle sınırlı olmayıp, kendisini devrimci Marksist olarak tanımlayan Troçkist çevrelerde de varolmasıydı. Bazı ortak noktalara burada işaret etmek istiyoruz.
Bizim için ilk göze çarpan noktalardan birisi yönteme ilişkindir. Hem Stalinistler hem de Troçkistler (klasik ya da ortodoks tez olarak adlandırabileceğimiz “yozlaşmış işçi devleti” tezini savunanlar) Marksizmde sosyalizm ve işçi devleti kavramlarının en azından özsel nitelikler itibariyle tanımlanmasına genellikle yanaşmamaktadırlar. Bu tür sıkıştırmalar karşısında tipik biçimde “ideal normlar arayışı” suçlaması yaparak, teorik soyutlamalarla gerçekliğin aynı şey olmadığına dair beylik sözleri sıralarlar. Bağlamından koparılmış alıntılarla da bunu mazur göstermeye çalışırlar. Bu kaçamak bir tutumdur. Elbette, gerçekliğin durağan değil hareketli bir süreç niteliği taşıdığını unutan ve âdeta maddelerden oluşmuş kitabi bir şablon çıkarıp, sonra mevcut gerçekliğin karşısına geçerek bu maddelerin başına onay ya da çarpı işareti atan bir tutum kaba bir formalizm olurdu. Ancak sözde kaba formalizme düşmemek adına kavramları tanımlayan ve birbirinden ayıran özsel nitelikleri görmezden gelme tutumu da en az diğeri kadar yanlıştır. Bu, her türlü referans noktasını ortadan kaldıran, genel olarak her türlü tartışmayı olanaksızlaştıran ve tümüyle keyfiliğe zemin hazırlayan bir tutumdur.
Dikkat çekici ikinci bir ortak nokta, sosyalizmin geçiş dönemi ve proletarya diktatörlüğü (ya da işçi devleti) ile bir ve aynı evre olarak görülmesidir. Troçki’yi sahiplenenler arasında bu kavrayışın mevcut olması biraz şaşırtıcıdır. Çünkü hem böyle düşünmek hem de tek ülkede sosyalizmin olamayacağını savunmak teorik tutarsızlıktır. Hiçbir söz cambazlığı bu çelişkiyi ortadan kaldıramaz. Stalinistler, tabir caizse, yanlışta daha tutarlıdırlar.
Klasik eserlerde ortaya konmuş olan ve doğal olarak sınıfsız topluma ilişkin bazı temel belirlemeleri de içeren kapitalizm sonrası toplumsal sürecin genel gelişme çizgisi, solun geneli tarafından anlaşılmamış olarak kalmıştır. İlgili metinler ruhuna ve bağlamına uygun olarak okunduğunda oldukça net olan bu perspektif, asıl olarak zihinlerdeki şartlanma ve bozulma nedeniyle âdeta anlaşılmaz bir muammaya dönüştürülmüştür. Böylece çarpıtma ve saptırmalara elverişli bir zemin oluşmuştur. Marksizmin Işığında’nın önemli katkılarından biri, göründüğünden çok daha önemli olan bu noktayı kesin biçimde netleştirmesidir.
Marksizme göre, bir işçi devleti şeklinde cisimleşmiş proletarya diktatörlüğüyle karakterize olan geçiş döneminin ardından sınıfsız topluma varılacaktır. Ancak sınıfsız toplumun da kendi içinde birbirinden ayırt edilebilecek alt ve üst olmak üzere iki farklı gelişim evresi olacaktır. Marksizmin bir toplumsal gelişme aşaması olarak sosyalizm dediği şey sınıfsız toplumun alt evresidir. Bu nokta Engels ve Lenin tarafından net biçimde belirtilmiştir. Dolayısıyla kapitalizm sonrası süreç, Lenin’in bir şemayla da belirttiği gibi, kabaca üç aşamalıdır: 1) geçiş dönemi, 2) sınıfsız toplumun alt evresi, 3) sınıfsız toplumun üst evresi. Stalinistler ve Troçkistlerin en azından bir kesimi anlaşılmaz biçimde bu şemadaki birinci ve ikinci aşamaları birleştirip iki aşamalı bir gelişim perspektifi icat etmişlerdir. Bu, ulusal bir sosyalizm anlayışına kapıyı açarak Marksizmin temeline dinamit koyan vahim bir teorik yanlıştır ve önemi ne yazık ki anlaşılamamıştır.
Bu nokta bizi Marksizmin Işığında’nın ikinci ana boyutuna getiriyor, ki bizce burası tarihsel açıdan çok daha büyük bir önem taşımaktadır. Kitap, yukarıda bahsedilen temellerin netleştirilmesinden sonra, bu kılavuz çizgiler eşliğinde, Ekim devrimiyle birlikte yaşanmaya başlanan tarihsel sürecin akışını sergilediği bölümün ardından, Sovyetler Birliği ve benzerlerindeki rejimlerin özgün bir materyalist çözümlemesini yapıyor. Temel teorik ilkeler ve olguların ortaya konmasından ilk elde ortaya çıkan sonuç, bu rejimlerin ne sosyalizm ne de işçi devleti olarak nitelenebileceğidir. Stalin dönemi ile sonrası arasında bir toplumsal düzen değişikliği olduğunu iddia eden ve Stalin sonrasını “modern revizyonizm” olarak değerlendiren görüş ise, teorik ve politik açıdan ciddiyet alanının hepten dışındadır.
Tarihte ilk kez ortaya çıkmış ve son derece çetrefilli olduğu açık olan bir olgu karşısında eleştirici bilimsel devrimci tutum nasıl olmalıdır? Temel kaygı, ne olursa olsun gerçekliğin kendisini anlamak mı olmalı, yoksa sözde Marksizm adına şu ya da bu formülü temize çıkarmak mı? Elif Çağlı önüne dikilen korkulukların hiçbirine prim vermeden, toplumsal olguları ve tarihsel değişimi anlamanın tek tutarlı bilimsel yolu olarak Marx’ın geliştirdiği tarihsel materyalist yöntemi kılavuz edinerek birincisini yapıyor. Bu çerçevede, başta Troçki’nin geliştirdiği “yozlaşmış işçi devleti” teorisi olmak üzere, o ana kadar geliştirilmiş olan görünürdeki belli başlı teorilerin olumlu yanlarını da ihmal etmeksizin özgün bir teorik yaklaşım inşa etmeye girişiyor.
Aslında tarihsel materyalist yöntemle önyargısız biçimde olaylara bakan bir kimsenin, tüm sömürülü sınıflı toplumlarda olduğu gibi, Stalinist egemenlik altındaki Sovyetler Birliği ve benzerlerinde de, azınlığı oluşturan ayrıcalıklı bir sınıfın (bürokrasi), çoğunluğu oluşturan doğrudan üreticiler sınıfını (işçi sınıfı) sömürdüğünü görmesi gerekirdi. Ama burada kapitalizmdekinden farklı bir sömürülü düzen ve farklı bir egemen sınıf olduğu da açıktı.
Ancak tam da bu noktada, bilinen alternatif teoriler skolastik kaygılarla tıkanıyordu. “Yozlaşmış işçi devleti” teorisini savunanlar, bürokrasiye bir egemen sınıf denemeyeceğini, denirse kapitalizmin içinden sosyalizmden başka, yeni bir toplumsal düzenin doğduğunun söylenmiş olacağını, bunun da Marksizmin temel tezlerinden birini geçersizleştireceğini ileri sürdüler. Ayrıca tüm sınıflı toplumlarda bürokrasi ve devlet vardı ve bu devlet yöneticisi bürokratlar egemen sınıf olmayıp mülk sahibi egemen sınıfın hizmetkârı idiler. Doğal olarak, “yozlaşmış işçi devleti”nde de bürokrasi ne kadar azametli görünürse görünsün temelde işçi sınıfının hizmetkârıydı!
“Yozlaşmış işçi devleti” teorisine alternatif olarak geliştirilen “devlet kapitalizmi” teorisi için de benzer bir durum söz konusuydu. Bu teori, “yozlaşmış işçi devleti” teorisinin birçok hatalı yönlerini isabetli biçimde tespit ediyor, ancak yerine yine skolastik kaygılarla bir başka yanlış teoriyi koyuyordu. Eğer Ekim Devrimiyle kurulmuş olan işçi devleti yıkıldıysa, diye akıl yürütüyordu bu teoriyi savunanlar, o zaman kapitalizme geri dönülmüş olmalıdır! Bu durumda görünürdeki olgunun kapitalizme pek benzemiyor oluşunun bir önemi yoktur. Önemli olan gerçeği kafadaki tasarıma uydurmaktır! Evet, bürokrasi bir kast ya da tabaka değil, işçi sınıfını sistematik biçimde sömüren bir egemen sınıftı, ama bu kapitalizmdekinden farklı bir egemen sınıf değil, tam da kapitalist bir egemen sınıftı!
Burada her iki teoride de yanlış biçimde tarihsel materyalizme atfedilen bağnaz varsayımlar görürüz. Sorunun derininde Marx’ın materyalist tarih anlayışının ve yönteminin yetersiz kavranışı ve özellikle de onun Doğu toplumları üzerine geliştirdiği düşüncelerin tümüyle göz ardı edilmesi biçiminde kendisini gösteren muazzam bir ihmâl yatmaktadır. Bu temelde başlıca iki yanlış yaklaşım kendisini göstermektedir.
Birincisi, devlet mülkiyetine dayanan bir egemen sınıf olabileceği gerçeğinin tümüyle tasavvur dışına itilmesi şeklinde kendini gösteren, bilime ve Marksizme aykırı yaklaşımdır. Bu yaklaşım, güya Marksizme dayanarak, bir egemen sınıfın ancak üretim araçları üzerinde özel mülkiyet temelinde varolabileceğini varsayar. Oysa Marx’ın da vaktiyle birçok yerde dikkat çektiği gibi, tarihte devlet mülkiyetine dayanan egemen sınıflar varolmuşlardır. Varolmak ne kelime, bunlar özel mülkiyet temeline dayanan egemen sınıflardan çok daha geniş bölgelerde, çok daha uzun süre ve çok daha fazla sayıda insanın hayatına hükmeden egemen sınıflar olmuşlardır. Sümer, Mısır, İran, Hint, Çin ve hatta Güney Amerika’daki yerli İnka uygarlığı gibi uygarlıklarda egemen sınıf tam da böyle bir egemen sınıftı. Marx, “Doğu’nun anahtarının toprakta özel mülkiyetin olmayışı” olduğunu vurgulamıştı.
İkincisi, hem tarihi gerçeklere hem de Marx’ın geliştirdiği açılımlara aykırı olan tek çizgili tarihsel gelişme varsayımıdır. Buna göre tüm toplumlar ilkel sınıfsız toplum aşamasından sonra, sırasıyla köleci, feodal ve kapitalist sınıflı toplum aşamalarından geçerek nihayetinde sınıfsız topluma varacaklardır. Oysa Marx ilkel sınıfsız toplumdan sınıflı topluma en azından üç farklı geçiş biçimi tespit etmiştir: Asyatik, antik ve Cermenik biçimler. Bunlar sırasıyla Asya tipi üretim tarzı, antik-köleci üretim tarzı ve feodal üretim tarzına varmışlardır. Bunlardan son ikisi esasen Avrupa’ya özgü biçimler olarak kalmış (feodalizm bakımından tek istisna Japonya’dır) ve özel mülkiyete dayalı sınıflı toplumlar olmuşlar, dünyanın geri kalan bölgelerinde ise temelde devlet mülkiyetine dayanan Asyatik üretim biçimi hâkim olmuştur. Dolayısıyla genel olarak diyebiliriz ki, tarihte Batı ve Doğu tipi olarak adlandırabileceğimiz iki farklı uygarlık çizgisi olmuş ve bunlar birbirinin yanı sıra varlık sürdürmüşlerdir. Ancak sonunda Batı gelişme çizgisinin içinden çıkan kapitalizm emsalsiz yayılma gücüyle tüm dünyayı kuşatmış ve Asyatik egemenliğin alanlarına da nüfuz ederek buraları da kapitalistleştirmiştir.
Bu olgu ve açılımlar ne yazık ki solun hemen tamamı tarafından yok sayılmış ve sömürücü sınıf egemenliğinin kaynağının yalnız ve yalnızca üretim araçları üzerindeki özel mülkiyet olduğu ve tarihsel gelişmenin de Stalin’in şemasında olduğu gibi tek çizgili olduğu varsayılmıştır. Bu konularla ancak çok sınırlı ve akademik bir kesim ilgilenmiş, örgütlü sol hareket konuya tümüyle ilgisiz kalmıştır. Bugünden bakıldığında bu ihmâl gerçekten kahredicidir. Çünkü bu bir yandan Marksizmin tarihsel olgu ve süreçleri çözümleme gücünü sakatlayan bir tek yanlılığa yol açmış, bir yandan da güncel olgulara ilişkin önemli politik sonuçlar çıkarma olanağından mahrum kalınmıştır.
Marksizmin insan topluluklarının farklı gelişim çizgilerini açıklayan çözümlemelerine gereken önemi veren Çağlı, SSCB ve diğerlerinde, aynı geçmişteki Asyatik üretim tarzında olduğu gibi devlet mülkiyetine dayanan ve kapitalist nitelikte olmayan sömürücü bir egemen sınıfın hâkim olduğu sonucuna varıyor. Ancak bu düzenin hiç de dünya-tarihsel planda kapitalizmin yerini alabilecek evrensel bir düzen olmadığını, onun karşısında yenilmeye mahkûm olduğunu açıklıyor:
Despotik-bürokratik rejim, kapitalist üretim tarzının dünyadaki hakimiyeti karşısında, kendi temelleri üzerinde gelişme potansiyeli taşıyan, tarihsel açıdan dayanıklı ve uzun ömürlü bir sosyo-ekonomik formasyon değildir. Bu rejimler, insan topluluklarının tarihsel evrim sürecinde kapitalizmi aşan yeni bir üretim tarzı da olmadıklarından, bu anlamda “kapitalizm sonrası toplumlar” olarak da nitelenemezler. Ayrıca, bu rejimlerin uzun vadede ileriye yönelik bir evrimi sürdürmeleri de bir hayalden ibarettir. Despotik-bürokratik rejim, içinde yer aldığı tarihsel çağ ve tarihsel koşullar bakımından düşünülürse gerçek bir garabettir. Modern sanayi çağında, dünya kapitalizmiyle kuşatılmış bulunan despotik-bürokratik rejim, kendine özgü karakteriyle (sui generis) geleceği olmayan bir sosyo-ekonomik fenomendir. (s.168)
Bu noktayı kavrayamayan solun hemen tamamı Stalinist-bürokratik rejimlerin çöküşünü öngörememiştir. Çünkü mevcut teorilerin hemen tamamı şu ya da bu biçimde Stalinist rejimleri kapitalizmden daha üstün bir şey olarak görüyorlardı. Bu, öz olarak devlet kapitalizmi teorisi için de geçerlidir. O da Stalinist rejimi tüm dünyanın yaklaştığı tekelci kapitalizmin en ileri biçimi olarak görüyordu. Yanlış teorinin pusulasız bırakacağı düsturu, böylece SSCB’nin çöküşü sırasında neredeyse tüm sol için çarpıcı biçimde doğrulandı.
Kitabın önemi ve içeriğine dair değinilecek birçok nokta bulunmakla birlikte yer darlığı ne yazık ki buna izin vermiyor. Biz en önemli gördüğümüz noktaları ve şüphesiz doyurucu olmaktan uzak biçimde öne çıkarmaya çalıştık. Elbette asıl yapılması gerekenin kitabın kendisini okumak olduğunu söylemeye gerek bile yok. Bunu yapanlar Marksizmin zenginliğini ve dipdiri ayakta olduğunun canlı bir kanıtını göreceklerdir.
Bir yandan düzenin kucağına düşmeden geçmişin eleştirisini yapabilmek ve kendini geçmişin önyargılarından arındırabilmek, diğer yandan da uzun yıllardır kabül görmüş fakat yanlış formüllerin peşinden sürüklenmeksizin devrimci Marksist temellerde yeni bir yol açmak. Bunları söylemek yapmaktan kolaydır. O nedenle enternasyonalist komünistler programatik temellerin döşenmesi anlamına gelen bu çok önemli ideolojik kazanımların kıymetini bilerek mücadelelerini sürdürmektedirler.
link: Levent Toprak, Yaşayan Marksizm, 1 Ağustos 2005, https://marksist.net/node/475
“Az çalış sağlıklı kal” diyor burjuva araştırmacılar
Yaşamı Taksitlere Bölmek