Sermayenin vahşi sömürü sistemi kapitalizm, 13 Mayısta, Soma maden ocağında yüzlerce işçi kardeşimizin canını aldı. Yüzlerce ailenin evine, ocağına ateş düşürdü. Burjuvazinin temsilcileri, her iş cinayetinin ardından yaptıkları gibi, ezip sömürdükleri işçilerin isyan etmemesi için gerçekleri çarpıtarak, “bu işin fıtratında var, kader, güzel öldüler” diyerek yalan söylemeyi sürdürüyorlar. Burjuvazi işçilerin canı, kanı üzerinden zenginleşirken, bu asalak sınıfın temsilcileri ise sermayenin işçileri istediği gibi sömürmesi için ellerinden gelenin fazlasını yapıyorlar. Onyıllardır, madencilerin çektiği acılara, madenciler için yakılan ağıtlara, türkülere, yazılan şiirlere yenileri eklenmeye devam ediyor.
İrfan Yalçın’ın, bundan 74 yıl önce, Zonguldak’ta, burjuva devletin yoksul köylüleri jandarma dipçiğiyle madenlere soktuğu yılları konu edindiği “Ölümün Ağzı” romanında anlattıklarını okuduğumuzda görüyoruz ki, bugün değişen tek şey, bu köleliğin dipçikle değil sözde gönüllükle sürmekte oluşudur. Romanını maden ocaklarında can vermiş, sakat kalmış, madenin bütün çilesini çekmiş, ama hiçbir zaman insan onuruna yaraşır biçimde yaşatılmamış tüm emekçilere adadığını ve onların anıları önünde saygıyla eğildiğini belirten İrfan Yalçın, romanın sunuşunda şunları dile getirmektedir:
“Eğer bir gün acının tarihi yazılırsa, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Zonguldak kömür ocaklarında «işçi mükellefiyeti»nin, kısaca mükellefiyetin de sözü edilir herhalde. «Mükellefiyet», «yükümlülük» anlamına gelen Arapça bir sözcük, Zonguldak maden köylerinde «karabasan»la eş anlamlı bir sözcük olup çıkmıştır adeta. Bugün bile, buralarda yaşayan genç-yaşlı her köylü, bu sözcüğü duyar duymaz, irkilir, bu sözcükten acı duyar.”
İrfan Yalçın’ın konuştuğu yaşlı bir madenci ise o günlere dair şunları söylemektedir: “Yük taşıyan bir hayvan huysuzlanıp da gitmezse sahibi döver onu. Ama ne kadar döverse dövsün, onu yaralamak, sakat bırakmak, öldürmek gelmez içinden. İşte böyle sakınmalardan bile uzaktık «mükellefiyet»te biz! Bir hayvan, bir eşya kadar bile değerimiz yoktu nedense. Ayağı kırılan ocak katırı, yiten bir kazma, bizlerin ölümünden daha çok üzerdi başımızdakileri. Çünkü ocakta çalışan katır az bulunuyordu. Ama bize gelince, karıncalar kadar çoktuk biz!”
Tarih 1940’lı yıllardır. Emperyalist güçler, dünyayı yeniden paylaşmak için yürüttükleri İkinci Dünya Savaşında on milyonlarca emekçiyi birbirine boğazlatmaktadırlar. Türk devleti ise kazançlı çıkamayacağını bildiği için bu savaşa girmemiştir. Ama yoksul emekçileri iliklerine kadar sömürmek için savaşı bahane olarak kullanmaktan da geri durmamıştır. 1940 Şubatında başlatılan, ama savaş son erdikten sonra da devam ettirilip Eylül 1947’ye kadar uygulanan “iş mükellefiyeti” (zorunlu çalışma yükümlülüğü) ile yoksul köylüler, “savaş var, Alman kapıda” denerek, madenlere, çalışma kamplarına sürülmüşlerdir. Gitmek istemeyenler jandarma zoruyla götürülmüş, kaçanlar yakalanıp madene teslim edilmiş, üstelik sevk giderleri de bu işçilere ödetilmiştir. Zonguldak başta olmak üzere onlarca bölgede, bıyığı terlememiş çocuklardan kamburu çıkmış ihtiyarlara kadar eli kazma-kürek tutan on binlerce yoksul erkek köylü, jandarma dipçiğiyle maden ocaklarına sokulup köle gibi çalıştırılmıştır. Bu süre zarfında 700 işçi, cehennem koşullarının hüküm sürdüğü kömür madenlerinde iş cinayetlerine kurban gitmiştir.
“Ölümün Ağzı” romanının yazarı İrfan Yalçın 1934 Zonguldak doğumludur. Devletin Zonguldaklı erkek köylüleri jandarma dipçiğiyle madenlere soktuğu yıllarda çocuk yaşta olduğu için madende çalışmaktan kurtulmuştur. Ama Zonguldaklı olduğu için o acıları yaşamış ve romanında da bölge insanının acılarını, kederlerini işlemiştir. 1979 yılında yazılan “Ölümün Ağzı” romanı, yaşanmış olaylar üzerinden kaleme alınmıştır. Jandarma dipçiğiyle zorla madene sokularak çalıştırılanların ve ailelerinin yaşadıkları acılar, onların ağzından yalın bir biçimde yansıtılmıştır romana.
Romanın iki kadın karakteri vardır: Ayşe (Anşa) ve Emine. Ayşe’nin babası İbrahim Çavuş çocukluğundan beri madene çalıştığı için zor nefes alıp vermektedir, evden dışarı çıkamaz bir haldedir. Ayşe’nin kocası Recep Çavuş ve iki oğlu Niyazi ve Hasan, köylerinde çok uzakta olan bir maden ocağında çalıştırılmaktadır. Baba ve iki oğulun bir ayları evlerinde dinlenerek, bir ayları ise madende çalışarak geçmektedir. Madende çalıştırılan köylüler maden girişindeki yıkık dökük bir barakada yatmaktadırlar.
Maden işçilerinin tek sorunları madende 16 saat köle gibi çalıştırılmak değildir. Bir parça kuru tayın ve mısır unundan yapılmış bulamaçla karınlarını doyurmaya mecbur bırakılmalarının yanı sıra, ana-avrat küfürlere ve her türlü zulme de katlanmak zorundadırlar. İtiraz edenler öldürülesiye dövülmekte, Erzurum’a, Edirne’ye, adına “tahkimat” denilen sürgüne gönderilmektedir. Sürgüne gönderilenlerin çoğu gönderildikleri yerlerde ölmektedir. İş cinayetleri ve meslek hastalıkları da işçilerin patır patır canını almaktadır.
Recep Çavuş ve büyük oğlu Niyazi köyde geçirdikleri bir aylık dinlenme süresi bittikten sonra çalışmak için maden ocağına dönmek üzere yola koyulurlar. Yolda atlı jandarmalarla karşılaşırlar. Baba-oğul için jandarma, dayak, tüfek dipçiği, kurşun anlamına geldiğinden, Recep Çavuş, daha jandarma kimlik istemeden kimliğini çıkartıp jandarmaya gösterir. At sırtındaki jandarmanın “rahat” demesinin ardından Recep Çavuş derin bir “oh” çeker. Çünkü yürüdükleri sırada daha önce jandarmayla karşılaştıklarında Recep Çavuş jandarmaya “dışarıda harp nasıl gidiyor?” diye sorduğu için kimlik kontrolünün yanı sıra küfür ve hakarete de uğramıştır.
Madene döndüklerinde, maden başçavuşu Veli Kavas, elinde kırbacıyla madencileri tıraş sırasına sokmakta, sırası gelen işçiye ağzını açtırıp ağzına tükürmektedir. Maden işçileri öylesine korkutulmuşlardır ki, tıraş sırası gelen işçilerden bazıları, Veli Kavas “aç ağzını” demeden ağzını açmaktadır. Ağzını açmayan bir işçi ise öldüresiye dövüldükten sonra tuvalet diye kullanılan leş gibi bir yere kapatılır. Sonrasında ise sürgüne gönderilir.
Diğer yandan işçiler yerin dibinde köle gibi çalıştırılmalarının yanı sıra bir de kir ve bitle boğuşmaktadırlar. İşçiler kışın soğuğunda, kar üstünde, bütün elbiselerini buhar kazanına vererek, çırılçıplak saatlerce elbiselerini geri almak için titreyerek adına “ütü” dedikleri buhar kazanının önünde kuyrukta bekletilmektedirler. Bu uygulama her gün devam etse de işçiler bitten, pireden kurtulamazlar. İşçiler, “bitin öldüğü filan yok, bayılıyorlar sadece, soğukta bir de hasta oluyoruz” diye yakınırlar. Recep Çavuş’un küçük oğlu Hasan da bir yandan madende çalışmaktan diğer yandan ise her gün çırılçıplak saatlerce beklemekten dolayı sürekli öksürmektedir.
CHP’nin tek parti diktatörlüğü döneminin “Milli Şef”i İsmet “Paşa”, bir gün otomobiliyle, kalın paltosu ve parlak çizmeleriyle maden ocağının önüne gelir. Maden başçavuşu ayağı çarıklı, üstü başı yırtık pırtık madencileri Paşa’nın karşısına toplar. İşçilerin hepsi tiril tiril giyinmiş Paşa’nın karşısında korkudan tir tir titrerler. Paşa, maden başçavuşuna, “Bir şeyler geldi kulağıma” der. Maden başçavuşu, “Buyur Paşam! Emret Paşam!” diye ezilip büzülür. Paşa, “Bazı köylüler ocağa girmemek için sağ elinin başparmağını kesiyorlarmış!” der. O sırada Paşa’nın hemen karşısında duran sara hastası bir işçi, bir anda sara nöbetine tutulur. Bir ağaç gibi devrilirken, kulağında anasının sesi çınlamaktadır. Yere düşerken Paşa’nın yakasından tutmaya çalışır. Paşa geri çekilir ve işçi ayağının dibine düşer. Paşa maden başçavuşuna işçinin neden bayıldığını sorar. Maden başçavuşu işçinin saralı olduğunu söyler. Paşa, “Saralı da olsa çalışacak. Alman orduları bir akrep gibi ilerliyor ama” diye kükrer. Arka taraflardan yaşlı biri “paşam, paşam” diye bağırır. Ama Paşa’nın en önemli özelliği istemediği sözleri duymamaktır.
Recep Çavuş’la Niyazi arasında geçen şu diyalog, köylülerin dramını çarpıcı bir şekilde gözler önüne sermektedir aslında: “Neymiş çatışma varmış Alaman Gavuruyla! Bize mi bunun çilesi hep? Şehir uşağı kırıt kırıt kırıtsın sokaklarda, köy uşağının madende anası bellensin!”
Recep Çavuş ile birlikte iki işçiyi “zar-zor” denilen madeni güçlendirme işlerine verilirler. Üç işçi madende oluşan göçükte kalırlar. Recep Çavuş hem yaşı nedeniyle hem de daha önce madende mahsur kalıp kurtarıldığı için deneyimlidir. Kamil ve Mustafa ise daha önce mahsur kalmadıkları ve daha genç oldukları için panik yaşarlar. Recep Çavuş, “Yüreğinizi guvvetli tutun arkadaşlar, gurtarırlar elbet bizi. Burada goyacak değiller ya!” diyerek iki arkadaşının kendilerini bırakmamaları için uğraşır. Aradan saatler, günler, günler geçer. Recep Çavuş, son nefesini vermeden, “Yetişin… Gurtarın bizi… Ölüyoooz… Gurtarın…” diye bağırır ama sesini duyuramaz. Arkadaşları üç maden işçisinin mahsur kaldığı yere ulaşabildiklerinde cansız bedenleriyle karşılaşırlar. Yeryüzüne çıkartılan üç işçinin cansız bedenleri maden girişine yakın bir yere gömülür. Hasan babasının cenazesini köylerine götürmek için maden başçavuşuna ne kadar yalvarıp yakarsa da kabul edilmez. Babalarının madende ölmesinin adından Hasan ve Niyazi madenden kaçarlar. Hasan Niyazi’ye “Bubamın öldüğünü anama hemen söylemeyelim” der. Niyazi de Hasan gibi düşünmektedir. İki kardeş saklana saklana dağ tepe geçerek maden ocağından bir an önce uzaklaşmaya çalışır. Hasan sürekli öksürmektedir. Dinlendikleri bir anda yakınlarından atlı jandarmaları görünce çalılıkların arkasına sinip saklanırlar. Niyazi Hasan’a, “Nefesini eçük tut. Yoksa yakayı ele veririz” diye tembihler. Hasan başını bacaklarının arasına sokarak nefesini tutar ve jandarmalara yakalanmaktan kurtulurlar.
Evlerine varırlar. Hasan ve Niyazi öylesine acıkmıştır ki, önlerindeki çorbanın içine ekmek doğrayıp kaşıklayarak karınlarını doyurmaya girişirler. O sırada Ayşe, “Bubanız niçün sizinle kaçıp gelmedi?” diye sorar. İştahla çorbalarını içen iki kardeşin boğazı düğümlenir, kaşıkları sofraya bırakıp birbirlerine bakarlar. “Sen söyle” der gibi göz göze kalırlar. Niyazi, anasına, babalarının göçükte kalarak öldüğünü, maden bölgesinde gömdüklerini söyler. Ana kocasını kaybetmenin acısıyla iki oğluna bağırıp çağırır; “Yuf size. Babanızın ölüsünü neyçün alıp kaçırmadınız?”. Bir yandan derin bir acı çekerken bir yandan da köylülere yapılan zulme karşı kinlenip öfkelenir. Ana, Niyazi’ye, “Bubanın gömüldüğü yeri gitsek hatırlar mısın?” diye sorar. Niyazi, “Kendimiz gömdük. Bilmem mi?” der. Ama Niyazi madenden kaçtığı için saklanarak yaşamak zorundadır yakalanmamak için. Ayşe maden ocağına gidip kocasının ölüsünü getirip köyde mezarı olması için çalmadık kapı bırakmaz. Ama ne jandarmadan ne de validen istediği cevabı alabilir. Üstelik bir de azarlanıp kovulur.
Niyazi jandarmaya yakalanmamak için ahırda saklanır. Bir yandan madene yeniden girip babası gibi ölmekten, diğer yandan ise saklanarak yaşamaktan bıkmıştır. Niyazi, eşi Emine’ye, iki oğlu Ali ve Fahri’ye bakıp, yakalanacağını düşünerek acı çekmektedir. İki küçük çocuk bile babalarının jandarmaya yakalanmamak için ahırda saklandığını bilmektedir. Niyazi’nin soluk almakta zorlanan dedesi İbrahim Çavuş’un kulakları ağır işittiği halde evde ve ahırda konuşulanları bakışlardan anlamaktadır. İbrahim Çavuş, jandarma zulmünü, maden başçavuşlarının uyguladığı baskıyı, dayağı, küfürü, hakareti hayatı boyunca yaşamıştır.
Jandarmalar eve baskın düzenler ve Niyazi’nin madenden kaçmasını bahane edip eşi Emine’yi döverek, sürükleyerek götürürler. Madenden kaçan köylülerin karısına, kızına tecavüz edildiği gibi, Emine’ye de aynı zulüm yapılır. Emine kendisine yapılan bu alçakça saldırıya dayanamaz, kuşağıyla kendisini ağaca asarak canına kıyar… Ana gelininin cansız bedenini günler sonra ağaç dalında asılı bulur. Kocasından sonra bir kez daha büyük bir acı yaşar ve acısıyla birlikte öfkesi de büyür.
Jandarmalar evi bir kez daha bastıklarında, Niyazi’nin iki oğlunun kollarından sürükleyerek Ayşe’yi tehdit ederler. Ayşe baltayı alarak jandarmaların çocukları bırakmasını ister. Jandarma Ali’yi kucağına alarak ata bindirip götürmek için yürür. Çok korkan küçük Ali, “Bubam ahırda, samanın içinde” der. Jandarmalar küçük çocukları bırakıp ahıra koşarlar. Niyazi ahırdan çıkarak koşup kurtulmaya çalışır. Jandarma Niyazi’ye kurşun yağdırır. Niyazi bedenine saplanan kurşunla olduğu yere yığılır kalır. Jandarmalar can çekişen Niyazi’yi olduğu yerde bırakıp atlarına binerek uzaklaşırlar. Ana elindeki baltayı atıp koşarak oğlunun üstüne kapanır. Ananın acısı üçe katlanmıştır. Önce kocası Recep Çavuş’u, sonra çok sevdiği gelini Emine’yi, son olarak da oğlu Niyazi’yi devlet katletmiştir. Acısı çok büyüktür. İsyanı, öfkesi çok büyüktür. Emekleyen bir çocuk gibi sürünerek Ayşe ve Niyazi’nin yanına ulaşmaya çalışan İbrahim Çavuş, “Anşa, Anşa, Niyazi de mi girdi ölümün ağzına yoğsam? O uşamı da yedi yuttu ecel?” diye inler.
İrfan Yalçın’ın “Ölümün Ağzı” romanında anlattığı dönemin üzerinden 70 yılı aşkın bir süre geçti. Bu süre zarfında teknolojide çok büyük ilerlemeler gerçekleşti. Ama gerek Zonguldak’ta, gerek Soma’da, gerekse diğer maden ocaklarında çalışan işçilerin hayatında neredeyse hiçbir şey değişmedi. Madenciler o günlerde ayaklarında çarıkla köle gibi zorla madene sokuluyordu. Şimdi ise ayaklarında pazarda 10-15 liraya satılan lastik çizmelerle, üç kuruşluk ücret karşılığında, yerin binlerce metre altında hiçbir can güvenlikleri olmadan çalışıyorlar. Onar onar, yüzer yüzer toplu iş cinayetlerinde katlediliyorlar. Madenden metale, inşaattan tersaneye ardı ardına her ay en az 100 işçi yaşamını yitiriyor. Son olarak Soma’daki bir maden ocağında 300’den fazla işçi katledildi.
Burjuvazi işçilerin örgütsüzlüğüne ve bundan kaynaklı suskunluğuna güvenerek bugün kendini güvende hissedebilir. Ama bu acılar işçi sınıfının tarihsel hafızasına bir bir kaydedilmektedir ve o, kendisine bu acıları yaşatanlardan ve onların sömürü düzeni olan kapitalizmden, bütün bunların hesabını er geç mutlaka soracaktır.
link: Soner Güven, "Ölümün Ağzı", Haziran 2014, https://marksist.net/node/3467
Diyarbakır’da “Barış” Şovu, Lice’de Kurşun Yağmuru
Boko Haram ve Emperyalist Tezgâhlar