Robert Tressell, “Baldırı Çıplak Hayırseverler” romanını yazmaktaki amacını açıklarken kapitalizm altında işçi sınıfının nasıl yaşadığını ve sosyalizmin mümkün ve yaşanabilir tek sistem olduğunu göstermek istediğini söyler. Kapitalizmin ustalıklı teşhiri, Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabı ile büyük paralellikler gösteren yoksulluk manzaralarının betimlenmesi, işçi sınıfının gündelik yaşamı üzerine son derece ayrıntılı anlatımlar, patronlar sınıfının, ruhban sınıfın, küçük-burjuvazinin ve işçi sınıfının çeşitli unsurlarının karakterlerinin ayrıntılı teşhisi, sosyalistlerin içinde yaşadığı toplumu değiştirme çabasını sürdürürken yaşadıkları gelgitler, kapitalizmde yozlaşan insan soyu… Kitabın sosyalist kahramanı ve işçiler arasında geçen, titizlikle hazırlanmış ve kapitalizmi bilimsel yöntemlere uygun örneklerle teşhir eden uzun diyaloglar… Son derece özenli bir çeviri ile birleşen gözlem ve anlatım zenginliği… Kapitalizmi her yönüyle teşhir etmeye odaklanmış incelikli kurgu… Tressell’in ilk amacına ulaşmadığını söylemek büyük haksızlık olur. Yazarın ikinci amacı içinse şunlar söylenebilir: Sosyalizm mümkündür ve insanlığın kurtuluşunun sosyalizmde olduğu doğrudur. Ancak kitapta tarif edilen sosyalizm imkânsızdır. Devletli, ulusal kalkınmacı, kapitalizmin ehlileştirilmesi yoluyla gelen ve gelirken burjuvaları ürkütmeyen bir sosyalizm mevcut değildir, olmayacaktır. Kitabın sonlarına doğru belirgin bir biçimde ortaya koyulan bu anlayış, yine de kitabın ilk amacının başarısını gölgeleyemiyor ve “Baldırı Çıplak Hayırseverler” pek çok açıdan okunmayı ve üzerinde durulmayı hak ediyor.
1870’te doğan ve 1911’de ölen yazar zengin bir mülk sahibinin oğludur. 16 yaşında iken politikaya ilgi duymaya başlayan Tressell ailesini terk eder ve 1891’de Güney Afrika’ya yerleşir. Orada boyacı ve dekoratör olarak çalışmaya başlar. Johannesburg’ta bir inşaat şirketinde çalışırken mesleğinin inceliklerini, bu sektörde işlerin nasıl döndüğünü, işçilerin nasıl acımasızca sömürüldüğünü, çalışma ve yaşam koşullarını iyice öğrenme fırsatı bulur. Ancak İngiltere’ye döndüğünde çok daha kötü koşullarda çalışır ve derin bir sefalet çeker. 1911’de, o dönemki pek çok İngiliz işçi gibi tüberkülozdan öldüğünde henüz 40 yaşındadır. Tressell’in kızının, 1910’da biten ve basılamayan bu kitabı yakılmaktan koruduğu, sakladığı ve basılmasını sağladığı biliniyor. Ancak ilk kez 1914’te basılan kitap yayıncılar tarafından kısaltılmış ve sosyalist görüşlerden arındırılmıştı. Bu versiyonda kitabın orijinalinin aksine sosyalist kahraman ümitsizlik içinde intihar eder. Orijinal kitap ancak 1955’te yayınlanır.
“Baldırı Çıplak Hayırseverler”, İngiliz işçi yazınının en güzel örneklerinden biri olarak kabul görür. Bugünün işçi kuşaklarınca çok bilinmese de, bu roman İngiltere’de 1945-1970 yılları arasındaki işçi kuşağı üzerinde çok etkili olmuştur. İngiltere’de, 1945’te İşçi Partisi ezici bir çoğunlukla iktidara gelince kitap okullarda ve üniversitelerde eğitim materyali olarak kullanılmaya başlandı. Defalarca sahne, televizyon ve radyo için uyarlandı. O dönemde sendika eğitimlerinde kitaptan okumalar yapılıyor, artı-değer sömürüsü, işçilerin yoksulluğunun nedenleri, kapitalizmin işleyiş yasaları kitabın diyalogları üzerinden anlatılıyordu.
“Hayırseverler”
Antik Yunan filozofu Platon’un Devlet kitabındaki “Mağara Alegorisi”nde, bazı insanlar bir mağaranın içinde, sırtları mağara ağzına dönük olarak zincirlenmişlerdir. Mağaranın önünden gelip geçen başka insanların, hayvanların, nesnelerin gölgelerini seyretmekte ve gerçekliğin bu olduğunu düşünmektedirler. Başlarını çevirip dışarıya bakamamaktadırlar. Ancak her nasılsa tutsaklardan biri zincirlerini kırar ve dışarıya çıkar. Pek çok zorluk yaşadıktan sonra gölgelerin sadece yansıma olduğunu, güneş ışığının aydınlattığı dünyanın gerçeklerini kavramaya başlar. Heyecanla mağaraya döner ve tutsaklara yeni keşfettiği dünyayı anlatmaya girişir. Onları tutsaklıktan kurtarmaya, zincirlerini kırmaya çalışır. Ancak her girişimi tutsaklarda öfke yaratır. Onun bir budala, bir çılgın olduğunu düşünen tutsaklar anlatılanları dinlemek bile istemezler. İşte Robert Tressell’in kitabı belki de Platon’dan esinlenerek bir “mağarada” başlar. Romanın esas kahramanı olan boyacılar, dekoratörler, tesisat-tadilatçılar “Mağara” adını verdikleri bir malikânede çalışmaktadırlar. Yazarın düşünce dünyasında belli ki işçiler mağaradaki tutsakları, kitabın kahramanı sosyalist Frank Owen ise zincirlerini kırarak dışarıya çıkabilmiş ancak geriye dönüp gerçekleri anlattığı arkadaşlarının hışmına uğramış kişiyi temsil etmektedir.
Elbette bu benzetme, insanların değişime direnmesini, yeni olandan korkmasını, değişim karşısında alışkanlıklarına sarılma refleksini, toplumun kapılarını kendisine yeni ve radikal görünen düşüncelere kolayca açmamasını ortaya koyması bakımından yersiz değildir. Toplumun en eğitimsiz, insanlığın mirasını değerlendirmekten en yoksun, düşünmesine en az izin verilen kesimi olan işçi sınıfının “tutuculuğu” da elbet yalan değildir. Sosyalistler bu gerçeklerin üzerinden atlamazlar. Tressell de bu gerçeğin üzerinden atlamıyor ve kitabında bu durumu sıklıkla öne çıkarıyor. “Baldırı Çıplak Hayırseverler”in kahramanı Owen’ın ve sosyalist arkadaşlarının zaman zaman ümitsizliğe kapılmalarının, işçi arkadaşlarının cahilliğinden yılmalarının, hatta onları hor görmelerinin nedeni bu gerçeğin ta kendisidir.
Owen yetenekli bir dekoratör ve boyacıdır. Tüberküloz hastasıdır ve öldüğünde küçük evladının kendisi gibi derin bir yoksulluğa düşeceğini, patronları zengin etmek için kölece çalışmak zorunda kalacağını düşündüğü için mutsuzdur. Hatta ölürken karısını ve çocuğunu da öldürmeyi düşünmektedir. Evladının kurtulması için işçilerin uyanması ve sosyalizme yürümesi gerektiğini düşünmektedir. Kapitalizmin öğüttüğü yaşamlarıyla işçiler daha farklı bir yaşam sürmenin “kendileri gibi olan” insanlara yakışmadığını düşünürler. Ölümüne yoksulluk ve ölümüne çalışma içindeki bu insanların tek yapabildiği patronlarının kârlarını arttırmaktır. Bu nedenle yazar onları “hayırseverler” diye tanımlar. Patronları sırtlarında taşımaya “yüksünmeyen” bu “hayırseverler” düşünmeye ve değiştirmeye yüksünürler. “Hayırseverlerin” tek istediği çalışmalarına izin verilmesi, yani iş bulmaktır. Oysa iş bulduklarında bunun kendilerine hiç yararı olmaz, yine aç kalırlar ve yine patronlarının ceplerini şişirirler. Ama yine de canlarını dişlerine takıp çalışır, iki kişilik işi tek kişi yapar, on günlük işi beş güne sığdırırlar. Çünkü işçi olmaları onların sosyalist sınıf bilincine kendiliğinden ulaşmalarını, kendi sınıf çıkarlarına uygun davranmalarını sağlamaz. Bu durumu kıracak bir bilinçlenme süreci yaşanmadıkça burjuvazinin aşıladığı önyargılar, fikirler, bakış açısı, egemenliğini sürdürür.
Anlatılan kapitalizmdir ve bu senin hikâyendir
Robert Tressell, kitabında birebir şahit olmadığı ya da yaşandığına dair sağlam kanıtlar bulmadığı hiçbir şey anlatmadığını ifade eder. İşçilere dönük ajitasyonunu ve sosyalizm tahayyülünü kahramanı Owen’ın ve arkadaşı Barrington’un ağzından incelikle anlatır. Kitabın ve işçiler arasındaki sohbetlerin kurgusu özenli bir sırayı takip eder. Owen, “Mağara”daki arkadaşlarını etkilemeye kararlıdır ve ilk olarak yoksulluğun ne olduğunu ve neden yoksul olduklarını anlatmaya girişir. Yoksulluğun sadece insanın cebinde parası olmaması anlamına gelmediğini kavratmaya çalıştıkça tepki çeker. Bugün de milyonlarca işçi aynı yanılgı içinde, iyi kötü karnını doyurduğu için aç ve yoksul olmadığını düşünmektedir.
“İnsanlar medeniyetin nimetlerinden faydalanamıyorsa, yani hayatın gereklerinden, konforundan, zevklerinden ve inceliklerinden, kitaplardan, tiyatrodan, resimden, müzikten, tatilden, seyahatten, iyi ve güzel evlerden, kaliteli giysilerden ve leziz yiyeceklerden mahrumsa, ben buna yoksulluk derim. Eğer bir adam kendine ve ailesine sadece varoluşun en temel gereksinimlerini sağlayabiliyorsa o adamın ailesi yoksulluk içinde yaşıyor demektir. Medeniyetin faydalarından yararlanamadığına göre onun bir vahşiden farkı yoktur. Nelerden mahrum kaldığını bile bilmediğine göre bir vahşinin durumu ondan daha iyi sayılabilir. Medeniyet dediğimiz şey, yani bize atalarımızdan kalan bilgi birikimi, binlerce yıllık insan düşüncesinin ve çabasının meyvesidir. Bugün var olan belli bir sınıfın atalarının emeğinin sonucu değildir: bu yüzden hepimizin ortak mirasıdır. Dünyaya gelen küçük bir bebek ister zeki olsun ister budala ister sağlam olsun ister sakat diğer özellikleriyle ister insan kardeşlerini geçsin ister herkesin gerisinde kalsın, bir tek konuda herkesle eşittir: o önceki çağların mirasçılarından biridir. Sadece mirasımızdan mahrum bırakılmıyoruz; ayrıca medeniyetin neredeyse tüm nimetlerinden yoksunuz ve hem kendimiz hem çocuklarımız için varoluşun en temel gereksinimlerini bile karşılayamıyoruz. Neden?” Ama bilinçsiz işçi arkadaşları Owen’ın bu anlattıkları üzerine düşünmeyi reddederler. Can sıkıntısı içinde onu dinlerken meyhaneye gidip bira içecek kadar paraları olmasını hayal ederler.
İşçiler düşünmeyi reddediyorlardı çünkü “Bu sistemin, var olması mümkün tek sistem ve insan bilgeliğinin tasarlayabileceği en iyi ürün olduğuna inanıyorlardı. Buna inanmalarının nedeni, içlerinden birinin bile daha farklı bir düzenin kurulup kurulamayacağını hiç merak etmemiş ve bu konuyu araştırmamış olmasıydı. Var olan sistem onlara yetiyordu. Eğer onlara yetmeseydi, herhalde düzeni değiştirmenin bir yolunu bulmak için canla başla uğraşırlardı. Gelgelelim, o güne kadar ellerindekinden daha iyisinin de bulunup bulunamayacağını ciddi ciddi düşünmeye asla zahmet etmemişlerdi ve dünya işlerini idare etmek için başka sistemlerin de önerildiğini duymuşlukları vardı; ama bu başka sistemlerin mümkün ya da pratiğe geçirilebilir olup olmadığıyla hiç ilgilenmemişlerdi ve onlara, daha iyi olduğunu düşündüğü bir düzenin ayrıntılarını anlatacak kadar aptal ya da Don Kişotvari kimselerle kendi cahilliklerini ortaya koyacak şekilde alay etmeye ya da kaba kuvvet kullanarak bu düşüncelere itiraz ettiklerini belirtmeye her zaman hazırdılar; bunu seve seve yaparlardı. Onlar ilkbaharın ardından yaz, sonbaharın ardından kış mevsiminin geldiğini bilirlerdi. Bu farklı mevsimlerin nasıl peş peşe geldiği ya da mevsimsel döngüyü neyin ortaya çıkardığı konusunda ise en ufak bir fikirleri bile yoktu ve böyle sorunların içlerinden herhangi birinin kafasında belirmesi bile olmayacak bir işti. Onlara daha bebekliklerinden itibaren kendi zekâlarına güvenmemeleri ve dünya işlerini (bu arada öbür dünya işlerini de) kendilerinden daha akıllı olanlara bırakmaları öğretilmişti ve şimdi içlerinden pek çoğu herhangi bir soyut konu üzerine düşünmekten tamamen acizdi”. Owen’ın bu tespitleri işçileri aşağılamak değil, onları bu hale getiren kapitalist sisteme karşı öfkeyi bilemek amacı taşımaktadır. Aynı zamanda işçilerin kendiliğinden yoksulluğa karşı mücadeleye girişeceğini, çektikleri acılar arttıkça başka bir dünyanın kurulabileceğine dair duydukları inancın kendiliğinden yeşerebileceğini, sınıf mücadelesinin bu yolla kızışacağını düşünenlere de bir cevaptır. Sınıf devrimcilerinin öncü işçileri örgütlemek üzere sistematik çabası olmadan kapitalizmin yıkılması mümkün değildir.
Owen’ın 6 yaşında sevimli bir oğlu vardır. Çok hasta olan Owen, kendisinin, evladının ve karısının aynı anda ölmesini diler çünkü çocuğunun kendi çektiği acıları çekmesinden çok korkar. “Bugün bir çocuğun ölmesi yaşamasından evladır” diye düşünür. Çocuğunun çekeceği acılardan, işsizlik ve açlık korkusu nedeniyle her şeye boyun eğen işçi arkadaşlarını sorumlu tutar. Zaman zaman onlara hınçlanır. Ama yine de bu duygusuyla mücadele etmekten ve işçilere gerçekleri anlatmaktan vazgeçmez.
Owen’ın oğlu Frankie’nin gittiği okulun bağlı olduğu kilisenin papazı sık sık okula gelir ve öğretmenler ona büyük hürmet gösterir. Bu çocuğu şaşırtır çünkü anne ve babası ona papazların, asalakların çıkarlarını koruyan kişiler olduğunu netlikle anlatmıştır. Çocuk annesine meraklı sorular sorar. Annesi çelişkileri çocuğunun gözleri önüne sermekten çekinmez. “İsa müritlerine kendilerine zarar vermeye çalışan biri çıkarsa hiç direnmemelerini ama böylelerini affetmelerini ve tanrının da onları affetmesi için dua etmeleri gerektiğini söylemiştir. Ama papaz bunun da saçmalık olduğunu belirtiyor. Dediğine göre biz İsa’nın bize öğrettiği gibi davranırsak, dünyanın düzeni bozulurmuş. Papaz bize zarar verenlere karşı tek yolun onları hapse atmak, eğer başka bir ülkenin yurttaşlarıysalar onları öldürmek için kılıçlarımızı ve silahlarımızı kuşanmak, evlerini yakmak olduğunu halka öğretiyor. Gördüğün gibi, papaz, İsa’nın sözlerine ne inanıyor, ne de o sözlere uygun davranıyor; sadece inanırmış gibi yapıyor.” Frankie’nin annesine göre aylaklar yani patronlar sınıfı, papazın yalan söylediğini bilir ama işçilere bu yalanları söylemesi için ona para verirler. “Böylece işçiler çalışmaya devam eder, dillerini tutar ve sadece kendilerini düşünmekten korkar.”
Ailesi tarafından işçi sınıfının bir evladı olarak yetiştirilen küçük çocuğun “aylaklara” karşı öfkesi annesi ona “aylakların” işçilerin ürettiğine nasıl el koyduğunu anlattığında daha da büyür. Geleceğin işçisi olan oyun arkadaşlarını çabucak kafasında örgütler: “Ben de büyüyüp adam olduğumda işçi olacağım ve birlikte bir sürü şey yaptığımızda, ayağa kalkıp diğerlerine ne yapmamız gerektiğini anlatacağım. Eğer aylaklar gelip bizden yaptıklarımızı almaya kalkacak olursa, hiç memnun kalmayacakları bir karşılık görecekler. Önce hepimiz bir sıra olup sessiz sedasız bekleyecez. Sonracıma aylaklar gelip ürettiklerimize el uzatmaya başlayınca yanlarına gidip ‘bana baksana sen herif, napıyon? Hemen elindekini bırak, anladın mı?’ diyecez. Eğer hemen ellerini çekmezlerse, sonları çok acı olur inan ki!” Frankie umut doludur ve işçilere düşünmenin ne kadar kötü olduğunun öğretildiğinden henüz haberi yoktur. Arkadaşları kendisinden aylaklardan kurtulmanın yolunu öğrendiklerinde çok sevinecektir. Ürettikleri şeylere asla el koyamayacaktır alçak aylaklar!
İşçiler arasındaki başka bir tartışma konusu da yoksulluğun nedeninin işsizlik olup olmadığıdır. İşçiler işsiz kalmaktan ölesiye korkarlar. Çünkü o zaman kiralarını ödeyemez, beslenemez, giyinemez ve ısınamazlar. Ama çalıştıklarında da aslında yaşadıklarının tastamam bu olduğunu düşünemezler bile. Yoksul olanların iş beğenmeyen, tembel, beceriksiz kimseler olduğunu düşünürler. Ama bu beceriksizlerin de iş istemesi durumunda zaten sınırlı olan işlere talip olan işçilerin sayısının nasıl da artacağını akıl edemezler. Owen, işçilerin sorularına dikkatle yanıt verir ve yoksulluğun nedeninin özel mülkiyet ve kapitalizmde patronlar arasındaki rekabet olduğunu güzel örneklerle anlatır.
Patronlar, işçileri nasıl sömüreceklerini gece gündüz düşünür. İşçiler korkunç koşullarda çalışırken patronların kafası her türlü üçkâğıt, aldatmaca ve yolsuzluk planlarıyla doludur. “İşçiler elleriyle efendiler ise beyinleriyle çalışır” diyen İngiliz atasözü bu gerçeği anlatır. İşçiler kıtıkıtına, doymadan yaşarlar, hayatları yoksullukla şekillenir. Bu hayatın onlara kazandırdığı bakış açısı, zenginlerin çok zeki ve bu nedenle her şeyi hak eden insanlar olduklarını düşünmelerine neden olur. Özel mülkiyeti ellerinde toplayanlar kurnazlıkla, işçileri zenginliği ve sefahati hak ettiklerine inandırırlar. “Bu sayıca çok önemsiz azınlık, çoğunluğun çalışmasına ve ihtiyaç duydukları malları üretmesine izin vermeyi reddediyor ve büyük bir yüce gönüllülükle yapılmasına izin verdikleri işler ise çalışanların hayati gereksinimlerinin üretilmesi için değil, efendilerine kâr getirmesi için yaptırılıyor.” Her şeyi çalıp çırpan, her şeye el koyan ama çok dindar görünen bu zenginler, kamu kaynaklarını iç ederler, bahçelerindeki çiçekleri bile belediyeden çalarlar. Kamu işletmelerini zarar ettirirler, tüm harcamaları, vergileri işçi sınıfına yıkarlar. Yaptıklarını sosyalizmin ne kadar kötü bir sistem olduğunu propaganda etmek için kullanırlar. Papazların tatil yapabilmesi için bile işçilerden bağış toplarlar. İşçilerin dini duygularını sömürenler kilisenin tüm giderlerini yoksulların omuzlarına yıkar, akla gelebilecek her şey için en yoksul, en aç olandan bile bağış toplar, yine de bağış listelerinin en üstüne hep kendi isimlerini yazarlar. Medyayı kendi hesaplarına çalıştırırlar. Memurları satın alırlar. Kiliseleri ticarethaneye çeviriler. Tüm bunlara rağmen hep saygı görürler.
İşçilerse saygı ve anlayış görmezler. Burjuvazi onlardan iğrenir. Gecenin bir vakti işlerine yetişmek için sokaklardan geçerken ayakkabılarının çıkardığı ses, öksürükleri son derece rahatsız edici gelir beyzadelere ve güzellik uykularından uyanırlar. Gazetelerin okur mektubu bölümlerinde bu konuda şikâyette bulunan pek çok mektup okumak mümkündür. Sabahın köründe işe giden işçiler başlarında çobanlarıyla ölesiye çalışmak zorundadırlar. Durmadan azarlanır ve saat ücretli çalıştıkları halde zamanla yarışırlar. İhtiyarlayan işçiler işsizliğin, işe yaramamanın utancını yaşar. İyi bir meslek öğrenmeye çalışan çırak çocuklar da bataklıktadır. Hepsi hep birlikte açtır ama kimisi daha da açtır o kadar. İşsizlik ve açlık artık katlanılmayacak dereceye geldiğinde işsiz gruplar kentin meydanında toplanmaya ve aylak aylak dikilmeye başlarlar. İş aramanın faydası yoktur çünkü ve evlerine gidip ailelerinin nasıl kara bir sefalet içinde olduğunu görmek içlerinden gelmez. Ama bu durum “üst sınıfları” rahatsız eder. Polise şikâyetler gider ve işsizler aşağılanarak kentin meydanından kovulur.
Hayati gereksinimler çalışarak üretilir; işçiler iş bulup çalışmak ister ama bu aptalca toplumsal düzenin korunması için ellerinden geleni yapmaya hazır olan “yardımseverler” onlara iş yerine dertlerine derman olmayan yardım kuponları verir. Sözde yardım kurumları işsizlerin evine geldiklerinde amaçları yoksulluğu ortadan kaldırmak ya da etkilerini azaltmak değildir. Yardım isteyeni aşağılarlar, ondan yaltaklanma beklerler. Riyakârca Kilise’ye gelmesi ve iyi bir Hıristiyan olması için öğütler verirler. Ama yiyecek, işte onu çok az verirler. Gururunu bir kenara bırakıp yaltaklanamayanlar aç kalmaya mahkûmdur. Öyle zalimdirler ki patronlar, özsaygılarını yok etmek istedikleri işçilere bilerek para değil kupon verirler ve bu “hayır” olsun diye verilen kuponlar reklâm yapmanın yanı sıra bozuk stokların tüketilmesine de yardımcı olur. Üstelik bu patronlar aynı zamanda mahkemelerdeki yargıçlardır ve meselâ açlıktan ölmek üzere olduğu için şalgam çalan bir işçiye açlığın dürüstlükten sapmak için bahane olamayacağını söyleyip kürek cezası verirler!
Yoksulluğun “çarelerini” arayan zenginlerin bazıları suçu içkide ve ahlâki çöküntüde bulur ama içki fabrikası hissedarıdırlar. Bazıları dindarlığın sadece ayinlerde kalmasının sonucu olarak görür yoksulluğu. Bir gün boyunca alçakgönüllülükle nefis terbiyesinin ve dua etmenin bütün dertlere derman olacağını söylerler. Çok sayıda besili kasaba sakini bu fikrin çok güzel olduğunu düşünüp hemen uygulamaya geçer. Onlar dua etmekle meşgulken, işsizler ve küçük çocuklar oruç tutar. “Eğer bu sözde yardımlar olmasaydı iş bir bütün olarak topluma düşecek ve kırıntılar ve sadakalarla mutlu olanlar bir araya gelip çalışma ve yokluğu yüzünden günden güne ölüme yaklaştıkları ürünleri üretme hakkını talep edecekti” der Owen.
Belediye encümeninde geçen bir tartışmada sosyal demokrat bir encümen işçilerin çektikleri sefalet nedeniyle ortalama 20 yıl erken öldüklerini söyler. Bunun üzerine diğerlerinin cevabı şöyle olur: “İşçi sınıfı üyeleri diğerlerinden yirmi yıl önce ölmeyi sorun etmediği sürece, bu durum başka insanları hiç mi hiç ilgilendirmez. Yoksa adam kıtlığı mı çekiliyor? Ölen öldü ama geriye bir sürü işçi kaldı. İşçi sınıfı ölmekten şikâyetçi olmadığı müddetçe, bırakınız ölsünler! Burası özgür bir ülkedir.” Elbette bu sözlere kahkahalar ve alkışlar eşlik eder. “Kapitalistler kazandıkları paranın başkalarının gözyaşlarına mal olduğunu bilirler ama açgözlülüklerinin sonuçlarına karşı sağır ve kayıtsızdırlar.”
Romanın kahramanı olan işçilerin anne-babaları mezara neredeyse minnet duyarak, hiç şikâyetsiz girmişlerdi ve belki de onlar da böyle öleceklerdi. Patronların, kilisenin, devletin, çalışıp karınlarını doyurmaktan başka hiçbir şey düşünmemeleri için ellerinden geleni yaptığı işçiler, kendi akıllarıyla düşünme yetisini neredeyse tümüyle kaybetmişlerdi. Egemenler sosyalizmden nefret etmelerini sağlamak için onlara sosyalistleri şeytan olarak belletmişlerdi. Onlara göre açlığın nedeni sosyalistlerdi, onlar huzur bozuculardı. Bu yüzden işçiler patronların kışkırtmasıyla sosyalistlere saldırıyor ve onların açık hava toplantılarını dağıtıyorlardı. Sonrasında yaptıkları konuşmalarda ise onların ne savunduğundan, işsizlik ve yoksulluk için nasıl çözümler düşündüklerinden bahsetmiyorlardı. Ama Kraliyet ailesinden, vatan ve bayraktan bol bol söz ediliyordu. Ne tesadüf ki o zamanın yazarları da zengin erkek-fakir kız aşkını işlemeyi tercih ederler. Genç işçi kızların elinde saygın ve çok yakışıklı bir markinin macerasını anlatan kitaplar vardır. Marki, ona âşık bir leydi olmasına rağmen nasıl oluyorsa fakir bir bulaşıkçı kızı sevmektedir ve onunla evlenmeyi düşlemektedir! Bu oyunlarla soldurulmak istenen sınıf kininin ta kendisidir.
Elbette işçi sınıfının tarihsel misyonunu görüp kavrayamayanlar sonsuza kadar patronlar karşısında diz çökecekmiş gibi görünen işçi sınıfına küçümsemeyle yaklaşırlar. Oysa uzun yıllar boyunca patronları dinliyormuş, onlara inanıyormuş gibi yapan işçiler aslında içten içe onların ne mal olduklarını bilirler ve onlardan nefret ederler. Romanın bütün karakterleri bu durumdadır. Önemli karakterlerden biri olan küçük çırak Bert, Owen’a hayrandır. Noel günü eğlenmek ve herkesi eğlendirmek için hazırladığı oyun bile aslında kapitalizmin ve işçi sınıfının içler acısı halinin teşhiridir. Patronlara öfke doludur. Cılız ve erkenden yaşlanmış vücudu ve Owen’a duyduğu sevgiyle Bert, geleceğin hem karamsar hem iyimser yanının simgesi gibidir. Yazarın sosyalizm tahayyülünü dile getiren Barrington karakteri ise zaman zaman içine düştüğü ümitsizliğe rağmen sınıfın tarihsel misyonuna dair koruduğu inancıyla sosyalist geleceğin temsilcisidir.
Bugünün işçilerinin de aslında romandaki İngiliz işçilerden pek fazla bir farkı yoktur. Görüyoruz ki, işçiler örgütsüz ve bilinçsiz oldukları her koşulda ve tarih diliminde, gerçekleri görmüyor, burjuvazinin onlara verdiğiyle yetiniyor, onların istediği gibi düşünüp, onların istediği gibi yaşıyorlar. Ancak tıpkı romandaki Owen karakteri gibi, sosyalistler her şeye rağmen işçilerin öfkesinin alttan alta mayalandığını bilmeli, üşenmeden ve vazgeçmeden gerçekleri anlatmaya devam etmeli ve örgütlü mücadeleyi büyütmeliler.
link: Serpil Aslan, “Baldırı Çıplak Hayırseverler”, 2 Ağustos 2016, https://marksist.net/node/5227
Engels’i Ölüm Yıldönümünde Saygıyla Anıyoruz
Burjuva Kadınlar Dünyaya Barış Getiremez