Bir kitabın sayfalarını çevirip okumaya başlamadan önce, ön kapağına şöyle bir bakarız. Sonra da arka kapağında yazarın ve kitabın kısa tanıtımını okuruz. Yazar ve elimizde tuttuğumuz kitap hakkında kısa bir fikir ediniriz. Yazar kimdir, hangi sınıfın mensubudur, nasıl bir hayat yaşamıştır? Merak ve heyecanla kitabın ilk sayfasını çeviririz ve kitabın içinde bir yolculuğa çıkarız. Uzun bir tren yolculuğu gibidir; geçtiğimiz yolları, dağları, ovaları, uğrayacağımız ve adını sanını bilmediğimiz istasyonları, köyleri, kasabaları, şehirleri görmek isteriz. Bu merakla kitabı okumaya koyuluruz. Kitabın yazarı bizi kahramanlarla başbaşa bırakır. Eğer yazar işçi sınıfının insanlarını anlatıyorsa, sayfaları çevirdikçe, vardığımız istasyonlarda, köylerde, kasabalarda ve şehirlerde yaşayan ve hayatı üreten işçilerin acılarına, sevinçlerine, korkularına, mücadelelerine ortak oluruz. Ortak oldukça, kendimizi o işçilerden biri gibi hissetmeye başlarız. Bazı kitapların çevirdiğimiz her sayfasında “işçilerin işçilere anlattığı” duygusunu yaşarız. Bazı kitaplardaysa şunlar geçer zihnimizden: “İşçileri, işçilerin içinden anlatıyor.” İşte Orhan Kemal’in Çukurova’da işçilerin acılarını, sevinçlerini, çaresizliklerini, birbirlerini gammazlamalarını, isyanlarını, ekmek kavgalarını anlattığı Bereketli Topraklar Üzerinde isimli romanı da böyle bir romandır.
Orhan Kemal, Bereketli Topraklar Üzerinde’yi yazıp bitirdikten sonra, basılmadan önce işçilere okumuş ve kitabın arka kapağında şu sözlere yer vermiş: “Bu kitap, kendi bilgi ve görüşlerim dışında, bir lokma ekmek için kötü iş şartları içinde zehir gibi bir hayatı yaşayanlardan derlenmiş malzemeyle meydana gelmiştir. Yayımlanmadan önce, çeşitli ırgat, usta, usta yardımcısını toplayarak bir gece sabaha kadar okudum onlara. Dinlediler. ‘Pardon dediler, bu kadar olur. Bütün anlattıkların doğru. Eksik bile. Çukurova’nın bereketli topraklarında öyle işler olur ki, aklın durur. Sana anlatsak, bir değil beş roman çıkarırsın.’”
Tarih 1950’lerin ortalarıdır. O tarihte toplumun yarısından çoğu henüz köylüdür. Tarıma dayalı üretim ağırlıktadır. Sanayi yeni yeni atılım göstermektedir. Köylü nüfusu da artık kendi yağıyla kavrulamaz hale gelmeye başlamıştır. Geçim derdi köylünün boğazını iyiden iyiye sıkmaya başlamıştır. Nüfus arttıkça bir parça tarla, üç-beş hayvan köylüyü doyurmaz hale gelmiştir. Köyden şehre çalışmaya gidip gelenlerin sayısı her yıl biraz daha artarak sürmektedir. Köyden şehre göçün yolu tam olarak açılmamıştır. Köylü, şehri ırak diyar olarak bilir. Devleti, kapısındaki hayvanına, ambarındaki tahıla vergi adı altında el koymasından tanır. Devlet, köylüyü öylesine soyup soğana çevirmiştir ki, bir eşeği olanın eşeğini bile alıp götürmekten geri durmamıştır.
O tarihlerde, köyün erkeklerinin bir ayağı köyde, diğer ayağı ise şehirdedir. Erkekler köyde tarla işlerini bitirdikten sonra, dürdüğü yorganı sırtına vurarak iş bulma umuduyla şehrin yolunu tutarlar. O dönem işyerlerinin büyük çoğunluğu kamuya aittir. Çoğunluğu kamu işyerlerinde çalışan işçiler sendikal ve ekonomik hakları için mücadele ederken, yarı-köylü, yarı-tarım işçisi olan emekçiler de başta Çukurova olmak üzere tarımda ağır koşullarda çalışmaktadırlar. Türkiye’de traktörün tarıma girdiği, patozun kullanılmaya başlandığı bu yıllarda, gerçekleşen ağır iş kazalarının bedelini de tarım işçileri ödemektedir. Traktör ve kara patozun ilk kullanıldığı yerlerin başında Çukurova gelir. Irgatbaşı, patoz ve benzeri konularda hiçbir bilgilendirme ve eğitim verilmemiş ırgatları kıstırır ve gözüne kestirdiği gürbüz bir ırgata, “Sen patozda çalıştın mı?” diye sorar. Irgatın verdiği cevap aslında her şeyi anlatmaktadır: “Patoz ne ki ağam?”
Devlet ve patronlar, işçinin ve köylünün gözüne mil çekmek için her türlü yalana başvurmaktan geri durmamıştır. Fakat gerçekleri emekçilere açıklayan, ezilenlerin gözlerine çekilen perdeyi yırtıp atmaları için çabalayan, kalemini namusluca kullanan aydınlar da vardı. Orhan Kemal işte bunlardan biridir. Orhan Kemal’in romanı, Anadolu’da bir köyde yaşayan ve daha önce birbirlerinden o güne kadar hiç ayrılmamış üç arkadaşın, sevdiklerini geride bırakarak şehrin yolunu tutmalarının hikayesini anlatmaktadır aynı zamanda. Dürdükleri yorganları sırtlarında, azıkları bohçada, yürekleri sızlayarak Çukurova’nın yoluna düşerler. Üç arkadaştan yalnızca Köse Hasan daha önce bir sefer gurbete çıkmış, işçilerin ciğerlerini harap eden Sivas Çimento Fabrikası’nda çalışmıştır. Köse Hasan, sessiz ve düşüncelidir. Kızı Emine’yi düşünür kendi kendine konuşarak. İflahsız Yusuf, atılgan, hakkının peşini bırakmayan, işe yatkın biridir. Pehlivan Ali ise güçlü, kuvvetli, çalışkan ve meraklıdır. Gördüğü her şeyi öğrenmek için soru sorar… Ali ve Yusuf ilk kez gurbete çıkmaktadırlar. Adana’da fabrika sahibi hemşerilerinin kendilerine iş vereceğine bel bağlayarak, ucu bucağı görünmeyen, toprağından ürün fışkıran, taşın üzerine düşen çekirdeğin bile kök salıp toprakla buluştuğu Çukurova’nın yolunu tutarlar.
Üç arkadaş, raylar üzerinde hohlaya puflaya, sarsıla sarsıla giden bir trenin üçüncü mevkiinde, yorganlarının üzerinde yatarak Adana’ya varırlar. İstasyonda indiklerinde gördükleri her şey onlar için yenidir, yabancıdır. Üç arkadaş trenden iner inmez soluğu hemşerilerinin fabrikasının önünde alırlar. Fabrikanın önüne vardıklarında fabrika kapısındaki kalabalık işsizleri görürler. Yaklaştıklarında kapı önüne yığılmış işsizler, “çalışmak istiyoruz, günlerdir burada bekliyoruz, iş istiyoruz, iş” diye haykırmaktadırlar. Üç kafadar şaşkınlığa uğrarlar.
Fabrikada makineler ve işçiler, harıl harıl çalışmaktadır. Bekçi, iş iş diye kapıyı zorlayanları ittirerek “bu fabrikada iş miş yok” diyerek işçileri dağıtır. Ama üç arkadaş hemşerileri olan patronun kendilerine iş vereceğinden henüz umutlarını kesmiş değildirler. Fabrika önünde kendi aralarında konuşurlarken, patronun hemşerileri olduğunu duyan, işe girmek için bekleyen işsiz bir işçi, “Burası şeherdir, hemşeri memşeri geç bir kalem. Boyna işçi çıkartıyorlar” der. Lakin üç arkadaş hâlâ hemşerileri olan patrona olan güvenleri sürdüğü için inanmazlar. Üç arkadaştan İflahsız Yusuf, patronun otomobilinin önüne kendini atarak patrona hemşeri olduklarını söyler ve kendilerine iş vermesini ister. Patron, “Irgatbaşına gidin, işine yararsa alır” der ve otomobiliyle tozu dumana katarak uzaklaşır. Üç arkadaşı, ırgatbaşı, haftalıklarından bir miktar parayı kendisi almak koşuluyla işe alır. Lakin ırgatbaşının ücretlerinin bir kısmını cebe indirmesini içine sindiremeyen Yusuf Ali, “Bu böyle olmaz. Kadere kırk beş. Gidelim hemşerimize arz edelim” der ve patrona giderler. Bel bağladıkları patronun odasına giremezler bile. Irgatbaşı tarafından tekme tokat işten atılırlar.
Pamuk fabrikasının tozu, camsız pencerelerden esen yel, üç arkadaştan Köse Hasan’ı yere serer. Zaten ciğerleri sorunludur ve “ince hastalığa” tutulur. Irgatbaşı, verem olan Köse Hasan’ın yerine başka ırgat alarak o güne kadar hiç ayrılmamış üç arkadaşı ayırır. Köse Hasan, köyden çıkarken kızı Emine ona şöyle demiştir: “Şehirden gelirken şu kara hafızın torunu Dürdane’ninki gibi yeşil bir saç tokasıyla kırmızı bir tarak getirir misin?” Hasan bunu düşünür, hastalık illetinden beter yürek sızısı onu daha fazla yakar, kendi kendine konuşur. Köse Hasan, iyileşemeyeceğini ve köye dönemeyeceğini hisseder ve ceketinin iç cebinden çıkarttığı yeşil saç tokasını ve kırmızı tarağı iki arkadaşına uzatır. “Kardaşlar, hepimizin derdi ekmek derdi. Varın sağlıcakla gidin. Bu tokayla tarağı Emineme verin. Gözlerinden doya, doya öpün” der gözyaşları içinde. Köse Hasan, hastalık illetinden kurtulamaz ve gurbet elde yapayalnız gözlerini sonsuzluğa yumar. İki arkadaş, bir yandan arkadaşlarını yitirmenin acısı, diğer yandan gurbet acısıyla ve yeni iş umuduyla yeniden yollara düşerler.
Bir inşaatta çalışmaya başlayan iki arkadaşın ücretlerinin bir kısmını, aynı daha önceki fabrikada olduğu gibi, patronun adamı cebine atar. İflahsız Yusuf, yanında çalıştığı Kılıç Usta sayesinde işi yavaş yavaş öğrenir. Yusuf’un ustası Yusuf’a yalnız işi öğretmez, aynı zamanda haksızlığa karşı çıkmasını ve dürüstlüğü de aşılar. Yusuf usta bir işçi olur. Bir gün Kılıç Usta, “Hadi kal sağlıcakla” der ve gider. Yusuf, torbasını alıp giden ustasının ardı sıra bakar ve onun sözlerini hatırlar: “Olma kula kul. Öpme el-ayak. Kirlenmesin ağzın. İnsan ya vermeli insan için canını ya da kalabalık etmemeli dünyamızda.” Pehlivan Ali ise gençtir, sevdalanır, alır sevdiği kadını ve altın sarısı buğday tarlalarıyla ünlü Çukurova’nın yolunu tutar.
Pamuk tarlalarında kadın, erkek, çocuk yüzlerce ırgatın elleri makine gibi pamuk toplar. Irgatbaşı uzaklaştığında, kederlerini ve sevinçlerini hep bir ağızdan dile getiren türküler yakarlar. Irgatbaşı belini düzelten bir ırgat gördüğünde düdüğünü öttürür, ağzına gelen küfürleri savurur; “hadi, hadi, hadi” diye bağırarak hızlı çalışmalarını buyurur. Lakin aynı ırgatbaşı, mola saatlerinde aynı düdüğü hiç de vaktinde öttürmez. Ağanın gözüne girmek için çoluk çocuk demeden ırgatları takatsiz bırakana kadar, sabahın köründen akşamın karanlığına dek çalıştırır, çalıştırır. Irgatların küçük çocukları kimi zaman tok kimi zaman aç kalırlar. Sinekler küçük çocukların yaralı bereli yüzlerini yer, açlıktan yarı açık ağızlarına dolar. Güneş çocukların kirli saçlarını bomboz etmiş, bit, pire çansız bedenlerine doluşmuş ve onları takatsiz bırakmıştır. İşten yorgun argın dönen, elleri nasır bağlamış, güneşten ve ayazdan dudakları çatlamış erkek ırgatların gözü çocukları falan görmez. Tek istedikleri yorgun bedenlerini dinlendirmektir; uyumak, uyumak, uyumak ve acılarını geçici olarak da olsa unutmak.
Erkek ırgatlar tükenmiş bedenlerini dindirmek için buldukları kuytularda uykuya dalarken, kadın ırgatlar küçük çocukları doyurmak, temizliğini yapıp uyutmak için gecenin bir vaktine kadar didinip dururlar. Kadın ırgatların çilesi bitip tükenmez. Çalışmaktan anaları ağlar, yemek yaparlar, çocuklara bakarlar ve bir taraftan da çocuk doğurmaya devam ederler. Doğum sancıları tuttuğunda bile, yanı başında çalışan kocaları çöküp kalmalarına dönüp bakmaz, bakamazlar. Hamile kadın sürünerek bir kuytuya gidip tek başına doğum yapar. Kadın ırgatların çilesi bununla da bitmez, kız çocuğu doğurduysa kimse yüzüne bakmaz. Kocası tarafından aşağılanır, horlanır, oğlan çocuğu doğurmadığı için dayak yer.
Çukurova’nın uçsuz bucaksız altın sarısı buğday tarlalarında, gözü doymaz ağa, 40 ırgatın yapacağı işi 20 ırgata yaptırır. Ağa, ırgatbaşına harman işini istediği zamanda bitirmesini emreder. Irgatbaşı, ırgatlara nefes aldırmaz, göz açtırmaz. Bu arada onlara esrar satar, borç para vererek iş saatlerinin dışında kumar oynatır. Esrar ırgatların beynini uyuşturarak onları yaşadıkları acılardan uzaklaştırır. Esrarı çeken ırgatların beyinleri uyuşsa da elleri, kolları daha hızlı çalışır.
Irgatbaşı, herkesin çalışamadığı “koltukçu” denilen patozda çalışan iki mücadeleci işçiyi işten atar. İşçiden yana olan, hakkını arayan tek kişi, traktör ve patoz tamir ustasıdır. Yol verilen iki usta işçinin işten atılmasına da, acemi ırgatın tehlikeli işe verilmesine de karşı çıkar. Fakat söz dinletemez ırgatbaşına. Irgatbaşı, gözüne kestirdiği acemi iki ırgatı (birisi de Pehlivan Ali’dir) koltukçu olarak çalıştırmaya başlar. Irgatbaşı ve ağa sürekli olarak ırgatların daha hızlı çalışmaları için baskı yapar. “Ha babam ha, ha babam ha” diye gaza getirirler işçileri. Sabahtan akşama hızlı çalışmak felâkete neden olur. Feci bir iş kazası yaşanır. Patozun çarkları Pehlivan Ali’nin kolunu koparır. Fakat arabasının kirlenmesini istemeyen patron, kolu kopan Pehlivan Ali’yi hastaneye götürmez. Pehlivan Ali, hayattan tüm beklentileri, hayalleri ve özlemleriyle tarlanın ortasında öylece kala kalır ve ağır ağır can verir. Örgütsüz ve bilinçsiz ırgatlar, patrona tepki gösterseler de çaresizlikten hiçbir şey yapamazlar.
O günden bu yana 60 sene geçti. Üzerinde yaşadığımız topraklar üzerindeki nüfus iki kat arttı. Köylülerin çocukları ve torunları işçileşti, nüfusun ezici çoğunluğu büyük şehirlere göçtü. İşçilerin sayısı artarken, bir avuç kapitalistin kârı ise katlandıkça katlandı. Sömürü çarkları daha da hızlandı, iş cinayetleri “kader” olarak gösterilmeye çalışılıyor ve her ay 100’den fazla işçi, tüm hayalleriyle birlikte yaşamını kaybediyor. İşçiler, patronlara sermaye üretirken, kendi paylarına yoksulluk, tükenmişlik üretiyorlar.
Romanı okuyup bitiren herkes, Orhan Kemal’in, o günlerde köylülerin ve işçilerin yaşadıklarına onların içlerinden biri olarak ayna tuttuğunu görecektir. Orhan Kemal işçilere, kendilerini ezen, sömüren, aşağılayan patronların kâr düzenini tanımalarını, sorgulamalarını ve mücadele yolunu seçmelerini öğütlemektedir. İşçi sınıfı büyük kahırlar yaşıyor. Bunu değiştirecek ve dünyayı daha yaşanır bir hale getirecek olan şey, işçi sınıfının örgütlenerek mücadele etmesidir. İşçiler kapitalist sömürü düzenini yıktıklarında, yeni bir dünyanın, sosyalizmin kapılarını da açmış olacaklar.
link: Soner Güven, “Bereketli Topraklar Üzerinde”, 22 Şubat 2014, https://marksist.net/node/3399
HDP Ankara’da Dayanışma Gecesi Düzenledi
Derininden Paraleline Malûm Devlet