AKP hükümeti ile Gülen Cemaati arasında yürüyen ve büyük bir devlet krizine yol açan iktidar savaşı, tarafların karşılıklı hamleleriyle daha da kızışarak devam ediyor. Bu savaş çeşitli görünümleriyle ve yöntemleriyle, bir süre öncesine kadar AKP ile statükocu Kemalist bürokrasi arasında yürüyen şiddetli kapışmayı andırıyor. Hatta o çatışmada birkaç yıla yayılarak yapılan hamleler bugün bir buçuk ay gibi kısa bir süreye sıkıştırılmış olarak karşımıza çıkıyor. Birbiri ardı sıra patlatılan yolsuzluk operasyonları, deşifre edilen ses kayıtları ve gizli belgeler, basılan silah yüklü MİT tırları, İHH baskınları; bunun karşılığında hükümetin birkaç haftada binlerce polisin, hakimin ve savcının görev yerini değiştirmesi, canhıraş bir şekilde yasal değişikliklere giderek yargıyı mutlak kontrol altına almaya çalışması ve birkaç yıl öncesine kadar Kemalist bürokrasiye karşı vurucu güç olarak kullandığı Cemaati “paralel devlet” oluşturan illegal bir örgüt olmakla suçlayıp vatan haini ilan etmesi...
AKP’nin dilinde eski düşmanı kodlayan “derin devlet”in yerini şimdilerde yenisini simgeleyen “paralel devlet” almış durumda. Kısa bir süre öncesine dek kendisini eleştirenleri “derin devletin maşası olan darbeciler” olarak damgalayan hükümet, bugünlerde her taşın altında “paralel devlet” aramakla meşgul. Yakın döneme kadar “derin devlet”in marifeti olarak gösterilen birtakım operasyonlar şimdi “paralel devlet”e mal ediliyor ve MİT’in öncelikli takip listesinde baş sıralara oturtulan “paralel devlet yapıları” her türlü melânetin kaynağı olarak gösteriliyor.
Burada çok yönlü bir ideolojik manipülasyonla karşı karşıya olduğumuz aşikârdır. Bu manipülasyonun bir ayağını, AKP’nin ortak çıkarlar etrafında bir araya gelen çeşitli kesimlerden (Milli Görüş geleneğinden gelen burjuva kadroların yanı sıra, aralarında Gülen Cemaatinin de bulunduğu çeşitli tarikatlar, MHP kökenli kadrolar vs.) müteşekkil bir koalisyon olarak iktidara geldiği gerçeğinin üstünü örtme çabası oluşturmaktadır.
Bugün Erdoğan ve şürekâsının virüs, çete, hain, darbeci, komplocu gibi sıfatlarla nitelendirdiği Gülen Cemaati, AKP’nin kuruluşundan itibaren bu koalisyonda yer almış ve önemli görevler üstlenmiş bir burjuva siyasi yapılanmadır. 90’lı yıllardan itibaren polis ve yargı aygıtı içinde önemli pozisyonlar ele geçirmeye başlayan ve ABD’yle yakın işbirliği içinde bulunan bu yapı, AKP’nin asker-sivil bürokrasiye karşı yürütülen iktidar savaşından galibiyetle çıkmasında büyük bir rol oynamıştır. Üstelik bu savaşta, AKP’nin şimdi hedefte kendisi olunca tukaka ilan ettiği her türlü hukuksuzluğa (tıpkı rakip burjuva güçlerin de yaptığı gibi) çekinmeksizin başvurulmuştur: gizli belgelerin medyaya sızdırılıp faş edilmesi, hukuk dışı yargı ve polis operasyonları, yasadışı dinlemeler, belgelerde tahrifat, manipülasyon vs. Ne var ki, mutlak iktidara kavuştuğu vehmine kapılan Erdoğan’ın, yerlisiyle yabancısıyla kendisini oraya getiren sermaye güçlerini umursamayıp sultan edalarında başınabuyruk davranmaya başlaması, eski dostların arasının hızla açılmasına yol açmıştır. Neticede, bir vakitler hükümete yardımları karşılığında Erdoğan’ın deyimiyle “ne istediyse” alan Cemaat, bugün aynı kadrolara dayanarak ve aynı yöntemlere başvurarak Erdoğan’ın altını oymaya çalışmaktadır. Yıllardır önünü açtıkları ve iktidarı paylaştıkları Cemaatin şimdi gözlerini oymaya kalktığını gören Erdoğan takımı ise “paralel devlet var” diye bas bas bağırmaktadır.
Oysa “paralel devlet” olarak adlandırılan Cemaat kadroları, AKP’nin on bir yılı aşan iktidar döneminde, tıpkı Erdoğan’ın kadroları gibi, devlet aygıtının dışsal değil içsel bir parçası olmuştur. Her burjuva hükümet, başta İçişleri, Savunma, Dışişleri, Adalet ve Milli Eğitim Bakanlıkları gibi kilit organlar olmak üzere tüm devlet aygıtına kendi kadroları aracılığıyla sahip olmaya çalışır ve gücü oranında bunu yapar. AKP de, ortağı olan Cemaatle birlikte (MHP kökenli kadroları da unutmamak gerekiyor) bunu fazlasıyla yapmıştır.
Bu noktada AKP’nin “asıl devlet benim, Cemaat illegal bir örgütlenmeyle devleti ele geçirmeye çalışıyor” hezeyanı ile, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana kendisini devletin gerçek sahibi olarak gören Kemalist asker-sivil bürokrasinin “AKP devleti ele geçiriyor” hezeyanı arasında hiçbir fark yoktur. Mesele dün de bugün de burjuva güçler arasında cereyan eden bir iktidar kavgasıdır ve bu kavgada emekçi kitleler çeşitli manipülasyon yöntemleriyle kandırılmaya çalışılmaktadır.
Söz konusu ideolojik manipülasyon harekâtının önemli bir sonucu da burjuva devletin gerçek niteliğinin gözlerden saklanmasıdır. Cemaatçi kadrolaşmanın “devlet içine sızan paralel bir yapı” olarak nitelenmesi, burjuva devlete yönelik yanılsamalı algıyı fazlasıyla beslemektedir. Bir zamanlar liberallerin de “hakkı ödenmez” yardımları sayesinde nasıl her türlü şer “derin devlet”in pis işi olarak gösterildiyse, bugün aynı şey “paralel devlet” söylemiyle yapılmakta ve burjuva devlet tıpkı daha önce olduğu gibi kutsanmaktadır. Buna göre devlet, tüm toplumun ortak çıkarlarını temsil eden, siyaset üstü kadrolardan oluşan, sınıf dışı bir aygıttır! Bu kutsal aygıt, hukuka dayanır ve kanunların dışına zinhar çıkmaz! Çıkanlar, devlet görevlisi kılığında onun içine sızan kötü adamlar ve onların oluşturduğu çetelerdir: “derin devlet”, “paralel devlet yapıları” vs.!
Oysa devlet, soyut ilkeler temelinde işleyen, ayakları havada bir yapı olmayıp, polisiyle, yargısıyla, ordusuyla, istihbarat teşkilatlarıyla, gizli/örtülü yapılarıyla ve diğer tüm kurumlarıyla bütünlük oluşturan sınıfsal bir baskı aygıtıdır:
“Tarihin her döneminde, mülk sahibi azınlık, sınıfsal egemenliğini tesis etmek, pekiştirmek ve devam ettirmek üzere bir aygıta yani devlete ihtiyaç duymuştur. Mülk sahibi azınlığın, mülkiyet haklarını koruyacak-güvence altına alacak bir hukuka, bu hukuku uygulayacak yani mülksüzlere boyun eğdirecek bir baskı aygıtına ihtiyacı vardır. İşte devlet, bu baskı aygıtının ta kendisidir. Ordu-polis gibi kurumlar devletin basit birer kurumu değil, varlığının temel dayanak noktalarıdır. Diğer bir deyişle, bizlere sadece «bir kurumlar toplamı» gibi gösterilmeye çalışılan devlet, gerçekte bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki egemenlik aygıtıdır. Her devlet nihayetinde bir «sınıf devletidir».
“Kuşkusuz ki devlet, kamusal ihtiyaçları gideren pek çok kurumu da içerisinde barındırır. Ancak devletin «devlet» olarak varlık sebebi bu değildir. Üstelik devlet kamusal işlevlerini, mülk sahibi egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda icra eder. Devlet siyasal bir aygıttır. Sınıflar üstü (siyasal karakter taşımayan) bir devlet ne varolmuştur ne de varolabilir.” (Serhat Koldaş, Derin Devlet mi, Burjuva Devlet mi?, MT, Haziran 2005)
Tıpkı kendinden önceki sınıflı toplumlarda olduğu gibi kapitalist sistemde de devlet, egemen sınıfın çıkarlarını korumakla ve sömürü düzeninin devamını sağlamakla mükellef bir siyasi aygıttır. Ne var ki, devletin egemen sınıfın yani burjuvazinin devleti olması, onun aynı tornadan çıkan kadrolardan oluşan, çatışmasız, çelişkisiz bir aygıt olduğu anlamına gelmez. Kapitalizm altında sınıf mücadeleleri sadece bir bütün olarak burjuvaziyle işçi sınıfı arasında vuku bulmayıp egemen sınıfın değişik kesimleri arasında da cereyan eder. Burjuvazinin farklı kesimleri arasındaki çıkar uyuşmazlıkları bizzat devlet içinde de yansımasını bulur ve bu nedenle devlet içinde de çatışmalar ve çekişmeler eksik olmaz. Parlamenter demokrasilerde yürütme gücünün, farklı siyasi anlayışlara sahip olan ve çoğu kez egemen sınıfın farklı kesimlerinin çıkarları temelinde örgütlenen burjuva partilerde olması ve iktidar partilerinin devleti kendi siyasi anlayışları doğrultusunda ve kendi kadrolarına dayanarak yeniden şekillendirme çabaları bu çatışmayı daha da derinleştirir. Asyatik devlet geleneğinden gelen Türkiye gibi ülkelerde, bürokrasinin bağımsız bir sınıf gibi davranma ve devleti kendi mülkü olarak görme güdüsünün kuvvetli olması da başlı başına bir çatışma kaynağı teşkil eder. Söz konusu çatışmalar keskinleştikçe bu durum kaçınılmaz olarak şiddetli devlet krizlerine yol açar. Tıpkı şu an Türkiye’de de yaşandığı gibi.
Burjuva devlet, bürokratıyla, siyasetçisiyle, çeşitli sermaye çevrelerinin çıkarları temelinde hareket eden gruplardan bağımsız bir aygıt değildir. Burjuvazi açısından devlet, sadece düzenin bekasını sağlayan bir aygıt değil, onun ekonomik çıkarlarını yakından ilgilendiren düzenlemeleri de yapan bir organdır. Her şeyden önce devlet, mali kanunlardan ceza kanunlarına, vergi kanunlarından imar kanunlarına burjuvazinin genel çıkarları kadar onun farklı kesimlerinin özel çıkarlarını da yakından ilgilendiren yasaları düzenleme yetkisini tekelinde bulunduran bir aygıttır. Bunun yanı sıra o, burjuvazi için, ucuz kredilerin alınabileceği kamu bankaları, üzerine konulabilecek hazine arazileri, büyük çaplı ihaleler, çeşitli sektörlere yönelik özel teşvikler, açılan iç ve dış pazar olanakları da demektir. Dolayısıyla sermaye grupları, kendi özel çıkarları doğrultusunda hareket eden bürokratlar ve siyasetçiler aracılığıyla bu aygıt içinde belirleyici konumda bulunmak için her türlü örgütlenme faaliyetine girişirler. İçinde bu tür çıkar gruplarının bulunması burjuva devlete dışsal değil içsel bir olgudur. Yani AKP hükümetinin “paralel devlet yapıları” dediği şey, burjuva devletin dışında olup ona sızan değil onun içsel bir parçası olan oluşumlardır. Bunlar sadece Gülen Cemaati etrafında bir araya gelen sermaye çevrelerinin çıkarları doğrultusunda hareket eden kadrolardan ibaret değildir. Devlet içinde, şu ya da bu tekelin, çeşitli emperyalist devletlerin ya da küresel tekellerin çıkarlarını savunan çok sayıda yapılaşma mevcuttur. AKP’nin temsilcisi olduğu burjuva kesimler ise, bugün için, iktidar partisi aracılığıyla devlet içindeki en güçlü örgütlenmeye sahiptirler.
Sermaye grupları arasındaki çatışmanın amansızca alevlendiği mevcut koşullarda devlet içinde de kıran kırana bir savaş yürüdüğü aşikârdır. Yargı ve polis gücü başta olmak üzere, kilit önemdeki tüm devlet organlarında büyük bir yarılma söz konusudur. İki ay içinde altı binden fazla polisin ve iki yüzden fazla savcının ve hâkimin görev yeri değiştirilmiş, yerlerine yeni atananlardan bir kısmı bir ay bile geçmeden yeniden görevden alınmıştır. Görevden alma dalgası diğer bakanlıklara da sıçramıştır. Devlet içinde yürüyen savaş o boyuta ulaşmıştır ki, Cemaatçi savcılar AKP’nin ipliğini pazara çıkarmak için Suriye’deki radikal İslamcı çetelere silah taşıyan MİT tırlarına baskın düzenleyip hükümetin gizli kapaklı işlerini TC’yi uluslararası alanda itibarsızlaştırma pahasına deşifre etmekten çekinmemektedirler. AKP ise sadece Cemaati değil, kendisine yönelik eleştiriler getiren TÜSİAD’ı bile vatan haini ilan edecek kadar ileri gitmiştir. Bununla da kalmayıp, Ergenekon, Balyoz, Kafes gibi davaların hukuka uygunluğunu sorgulayıp yeniden görülmelerinin yolunu açarak, bir zamanlar kanlı bıçaklı düşman ilan ettiği darbeci generallere ve subaylara zeytin dalı uzatmakta, böylelikle Cemaate karşı yürüttüğü savaşta bu kesimi yanına çekerek iktidarını güvence altına almaya çalışmaktadır.
Kuşkusuz Türkiye burjuvazisi böylesine şiddetli bir devlet krizini ilk kez yaşamıyor. AKP iktidarının ilk yıllarından itibaren, hükümetle statükocu Kemalist kesimler arasında yaşanan çatışma benzer bir kriz hali doğurmuştu. İlerleyen süreçte AKP bu kesimleri etkisiz hale getirip devletin dümenini ele geçirerek siyasi istikrarı yeniden tesis etmişti. Gerilere gidersek, cumhuriyet tarihinde benzer siyasi kriz durumlarının daha önce de yaşandığını görürüz. 50’li yıllarda Demokrat Parti iktidarı ile Kemalist asker-sivil bürokrasi arasında yaşanan sert kapışma, 1960’ta, Menderes ve iki bakanının idamına imza atan bir askeri darbeyle son bulmuştu. 70’li yıllarda ise bu kez sosyalist hareketin ve işçi hareketinin hızlı yükselişinin de eşlik ettiği bir toplumsal atmosferde, burjuva sistem kilitlenmiş ve toplumsal yarılma devlet içinde de aynen yansımasını bulmuştu. Polis aygıtı içindeki bölünme bunun tipik bir göstergesiydi. Solcu polislerin POL-DER’de, faşist polislerin ise POL-BİR’de örgütlenmeleri, bugünküyle kıyas kabul etmeyecek ölçüde daha keskin bir kamplaşmanın ürünüydü. O dönemde benzer bölünmeler en küçük memurundan en kıdemli bürokratına kadar tüm devlette olağan bir hal almıştı. Hükümetler dikiş tutmuyor, tüm sağ partiler ancak koalisyon halinde iktidar olabiliyor ve her gelen hükümet bir önceki hükümetin kadrolarını sürgüne gönderip yerine kendi kadrolarını geçirmeye girişiyordu. Bu siyasi kriz de nihayetinde 12 Eylül faşist askeri darbesi aracılığıyla sona erdirildi.
Burjuvazi içindeki rekabet ve çatışma sadece Türkiye’ye özgü bir durum da değildir. Kapitalist devletin ve parlamenter sistemin çok daha uzun bir tarihsel geçmişe sahip olduğu emperyalist ülkelerde, bu durum kimi dönemlerde çok daha şiddetli bir düzeyde yaşanmıştır ve yaşanmaya da devam etmektedir. Emperyalizm çağı mali sermayenin egemenlik çağıdır ve bu çağda burjuva devlet de en güçlü sermaye gruplarını oluşturan tekellerin borusunu öttürmektedir. Ancak tekeller arasındaki rekabet ve çıkar çatışmaları, bürokrasi, siyasetçiler ve çeşitli gruplaşmalar aracılığıyla bizzat devlete de uzanmaktadır.
ABD’de başta silah ve petrol tekelleri olmak üzere tüm tekelci sermaye gruplarının, iç ve dış politikanın kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirilmesi için hükümetler üzerine bindirdikleri basınç ayan beyan ortadadır. Pentagon’dan istihbarat teşkilatlarına tüm devlet organları içinde çeşitli sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda hareket eden kadroların oluşturduğu gruplar mevcuttur. Yasadışı dinlemelerle elde edilen telefon kayıtlarından şantaj kasetlerine, yolsuzluk ve rüşvet belgelerinden aile sırlarına varıncaya kadar her türlü malzeme, söz konusu sermaye çevrelerinin çıkarlarına ters düşmeleri halinde ilgili bürokratları ya da siyasetçileri derdest etmek için her an bir kenarda hazır bekletilmektedir. Dolayısıyla “paralel devlet yapılarının”, yani devlet içinde çeşitli çıkar gruplarının varlığı, tüm kapitalist devletler için söz konusu olan ve burjuva devlete içkin bir olgudur, arızi bir durum değil.
Birkaç yıl öncesine kadar “derin devlet”in hükümete dönük operasyonel icraatlarını öne çıkararak kendisini mazlum pozisyonunda gösteren AKP, bugün aynı şeyi “paralel devlet” söylemi altında kendisi yapıyor. İktidarını güvence altına almak ve yaklaşan seçimlerden başarıyla çıkmak için emekçi kitleleri çarpıtma ve yalanla soslanmış ikiyüzlü bir mağduriyet edebiyatıyla kendi peşine takmaya çalışıyor. Karşıt kutupta ise, yine tüm ikiyüzlülükleriyle ve yalanlarıyla diğer burjuva güçler yer alıyor. İşçi sınıfı devrimcilerinin görevi, AKP’siyle, MHP’siyle, CHP’siyle, Cemaatiyle tüm burjuva güçlerin çıkarlarının işçi sınıfının çıkarlarıyla bir ve aynı olmadığını, aksine temelden karşıt olduğunu bıkmadan usanmadan işçilere anlatmak ve onların bağımsız sınıf siyaseti temelinde birleşerek harekete geçmelerini sağlamaktır. Bu yapılamadıkça ve bağımsız sınıf çıkarları temelinde bir siyaset işçi sınıfı saflarına taşınamadıkca, işçi sınıfı ne yazık ki şu ya da bu burjuva kesimin peşine takılmaktan kurtulamayacak ve burjuva partilerin payandası olmayı sürdürecektir. Bu durumda, burjuva kesimler arasındaki kapışma o veya bu şekilde çözüme kavuşurken, burjuvazinin işçi sınıfı üzerindeki tahakkümü de devam edecektir.
link: İlkay Meriç, Derininden Paraleline Malûm Devlet, Şubat 2014, https://marksist.net/node/3400
“Bereketli Topraklar Üzerinde”
Küresel Kriz Sürüyor, İşsizlik Artıyor