Suriye’de yürümekte olan süreçte Temmuz ayı sonlarından itibaren bazı önemli değişiklikler gözleniyor. Akan kanda ve şiddetin düzeyinde hissedilir bir tırmanış; değişik köken ve kimliklerden halk kesimleri içindeki ayrımların düşmanlığa dönüştürülmesi yolunda endişe verici bir ilerleyiş; sürecin etkilerinin bölgeye yayılışı; emperyalistlerin ve değişik bölge güçlerinin girişimlerinde genel bir yoğunlaşma belirmiş durumda. Bütün olarak bakıldığında bu gelişmeler Suriye’deki isyan süreci bağlamında yeni bir kırılma noktasından geçildiğine işaret ediyor.
Suriyeli emekçilerin tüm burjuva odaklardan bağımsız ve güçlü bir inisiyatifi gelişmedikçe, Baas rejimi yıkılsa bile ülkede uzun yıllar sürecek bir yıkıntı yaşanması büyük bir tehlike olarak ortaya çıkmış bulunuyor. Genel manzara, sürecin uzun yıllar devam edecek Lübnanvari kanlı bir iç savaş ve kaos yolunun kapısına geldiği izlenimini doğuruyor. Çeşitli yönleriyle Türkiye işçi sınıfını da yakından ilgilendiren bu durum dikkatli biçimde ele alınmayı gerektiriyor.
İsyan sürecinin yozlaşması
Suriye’deki sürecin son dönemdeki en belirgin yönü, mevcut haliyle isyancı güçlerin sergilediği kan dondurucu vahşet görüntüleridir. Kameralar önünde gırtlak kesmeler, kafa koparmalar, çatılardan insan atmalar, kadın çocuk dinlemeden yapılan infazlar vb. gitgide yaygınlaşan bir gerçeklik olarak sahnede beliriyor. Bu manzaraya eşlik eden öğeler ise, isyan sürecinde İslamcı etkilerin ağırlık kazanması, dışarıdan getirilen paralı İslamcı savaşçıların öne çıkması ve bunlara paralel olarak başlangıçta daha belirgin olan kitle hareketinin, gösterilerin vb. geri çekilmesi şeklinde beliriyor.
Arap halklarının isyan sürecinin bir parçası olarak başlayan Suriye’deki isyanın bugün bu noktaya nasıl geldiğini iyi anlamak gerekiyor.
Bunda temel bir sebep Suriye’deki isyanın ülkedeki iç çelişkiler yeterli düzeyde olgunlaşmadan patlak vermesidir. Tunus’la başlayıp Mısır’la devam eden ve diğer Arap ülkelerine de yayılan isyan sürecinin etkisiyle Suriye’de de gençlik sokağa döküldü. Ancak Suriye’de halkın hoşnutsuzluğunun düzeyi bir Tunus ve Mısır’daki gibi değildi henüz. Suriye’deki rejimin özgün yanları ve Beşar Esad’ın isyan patlak vermeden önce reform beklentisi yaratması bu süreçte etkili olmuştur. Böylece Suriyeli emekçi kitleler bölgeyi saran isyan sürecine psikolojik açıdan daha hazırlıksız yakalanmış oldular.
Yine de kitleler kardeş halkları saran uluslararası dalganın etkisiyle nispeten kısa sürede harekete geçtiler ve ülkenin birçok kentinde geniş kitle gösterileri yapıldı. Ancak rejimin derhal uygulamaya koyulduğu şiddetli bastırma önlemleri bir süre sonra etkisini göstermeye başladı. 2011’in Mart ayında başlayan kalkışma süreci yaz sonlarında zirve noktasına ulaştı ve o noktadan sonra genel olarak dalgalı bir iniş sürecine girildi. Sonrasında 2012 başlarında da kitle gösterilerinde bir parlama yaşandı, ama bu da kalıcı olamadı.
Bunda hiç şüphesiz Suriye devlet aygıtının güçlü örgütlenmesinin rolü olduğu kadar, özellikle İslamcı bir yönetim gelmesi korkusuyla rejime destek veren geniş bir halk kesiminin olması da etkili oldu. İsyan sürecine dış güçlerin parmağını sokması, İslamcı unsurların etkinliği gibi hususlar bu kitlelerin rejimden nihai bir kopuşunu mevcut aşamada engellemiştir.
Aleviler, Hıristiyanlar, Dürziler, Ermeniler ve birçok ılımlı Sünni Müslüman, İslamcı bir baskı rejiminin gelebileceği endişesine kapılarak, rejimin yanında yer almaktadırlar. İsyancı güçlerin içinde İslamcıların gitgide öne çıkması ve kin ve nefret de içeren dinsel söylem ve sloganların kullanılması, keza bunların uyguladığı vahşet, söz konusu toplum kesimlerini rejimin korku propagandasına daha açık hale getirmiştir. Öte yandan isyancı güçlerin açık biçimde emperyalistlerle içli dışlı olmaları ve Suriye’nin emperyalistler tarafından gagalanmakta olduğu gerçeği de birçok insanı rejimin yanına itmektedir. Irak’ta yaşanmış olanlar ortadayken insanların böyle düşünmesinin gayet doğal olduğu açıktır.
Kalkışma sürecinin ilk dönemlerinde kitle hareketinde rejime karşı Suriye halkının birliğini ve kardeşliğini vurgulayan sloganlar ön plandayken şimdilerde düşmanlaştırıcı ve ayrıştırıcı türde dinsel sloganlar öne çıkmaktadır. Bu sloganları öne çıkaranlar mücadeleyi “kafirlere karşı cihat” olarak formüle etmekte, hedef tahtasına örneğin Aleviliği de koyabilmektedirler.
Böylece kitle gösterileri ile başlayan demokratik içerikli isyan bir yandan rejimin ağır baskısına maruz kalması bir yandan da İslamcı ve dış güçlerin zorlaması sonucu, yeteri kadar olgunlaşamadan, hızla askeri mücadelenin ön plana geçtiği bir seyir kazanmış ve bu da bir yandan kitle hareketinde ciddi bir geri çekilmeye ve askeri çatışmayı seyretme konumuna düşmeye yol açmıştır. Bu durum baskıcı, gerici Baas rejimine karşı haklı isyanın demokratik muhtevasını zedeleyici yönde etkide bulunmuştur. Dahası sürecin genel anlamda bir yozlaşmaya uğradığını söyleyebiliriz. Bu tespitin altını önemle çizmeliyiz.
Zira gelinen noktada, Baas rejiminin yıkılması Suriyeli geniş emekçi yığınlar açısından bir ileri atılım anlamına gelmeyebilir. Başta da belirttiğimiz gibi gidişat Suriye’de halkların büyük acılar çekeceği vahim bir kaos ve iç savaş yoluna girmek üzeredir. Bu uyarıyı yapmamız, mevcut Baas rejiminin ehveni şer olduğu, desteklenmesi gerektiği ya da ona yönelik bir sempati çağrısı anlamına elbette gelmemektedir. Pek açıktan ifade edilmese de, sosyalist solun genişçe bir kesiminde böylesi bir hava vardır. Bu tuzağa düşmemek gerekiyor. Doğru tutum, hem gerici Baas rejimine hem de onun yerini alması muhtemel diğer gerici burjuva güçlere karşı bağımsız bir mücadele hattını savunmaktır. Baas rejiminden de emperyalistlerin ve diğer gerici bölge güçlerinin beslediği burjuva güçlerden de emekçi yığınlara hayır yoktur.
Emperyalistlerin endişeleri
Suriye’de Baas rejimine karşı yürütülen mücadelenin radikal İslamcı doğrultuda yozlaşma belirtileri göstermesi ve Baas diktatörlüğünün sanılandan daha dayanıklı çıkması Batılı emperyalist güçleri ve İsrail’i endişelendirmektedir. Clinton’un geçtiğimiz haftalarda Türkiye’ye yaptığı ziyaret asıl olarak bu çerçevede ele alınmalıdır.
İslamcı militanların artan etkinliği ve görünüşe göre tam bir kontrol altında tutulamıyor oluşları emperyalistler açısından bir sıkıntı kaynağı oluşturmaktadır. Bu tür militanların işledikleri vahşi cürümler, “özgürlük savaşçısı” imajını zedelemekte ve bir bütün olarak Batılı emperyalist cepheyi zora sokmaktadır. Zira bu tablonun Batı kamuoyuna demokrasi adına pazarlanması zor olduğu gibi, muhtemel doğrudan müdahale girişimlerinin önünde de ciddi engeller çıkaracaktır.
İşte bu handikabın giderilmesi görünüşe göre Batılı emperyalist cepheyi yeni bir hamle için harekete geçirmiştir. Clinton’ın Türkiye ziyaretinde verilen mesajlar açıkça yerel ve dağınık güçler üzerindeki kontrolün artırılması hedefini ortaya koyuyor. Hem de daha doğrudan müdahale olanaklarının arttırılması için çalışmalara girişileceği mesajı veriliyor. “Çatışmanın başından bu yana aramızda koordinasyon vardı. Ama artık operasyonel planlamanın detaylarına girmemiz lazım. İstihbarat servislerimiz ve ordularımızın büyük sorumluluğu var ve bunu başarmak için çalışma grubu başlattık” diyor Clinton. Yine verilen mesajlarda “Esad’ın gidişini hızlandırmaktan” ve “Esad sonrası geçiş dönemini hazırlamaktan” dem vurulmakta. Ayrıca Suriye Ulusal Konseyi (SUK) ve Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) güçlendirilmesi ve merkezi kontrolün artırılması için daha doğrudan yardımcı olunacağı ve teçhizatlandırılacağı da vurgulanmakta.
Verilen mesajlar Batılı emperyalist cephenin, Suriye içindeki mevcut güç dengeleri açısından hem Esad’ın gidişinin daha da uzayabileceğini düşündüğünü hem de Esad gittiğinde ortaya Afganistan ya da Lübnan tarzı bir kargaşanın çıkma olasılığından endişe ettiklerini göstermektedir. Böylece bu olasılıkları bertaraf etmek için isyancı güçlere genel olarak daha fazla ve doğrudan müdahil olmaya girişecekleri anlaşılmaktadır. Dizginler daha da sıkılaştırılmaya çalışılacak, kontrol dışı unsurlara çeki düzen verilecek vs. Ayrıca daha rahat biçimde doğrudan rol oynayabilmek için bir tampon bölge oluşturma çabasına da hız verecekleri görülmektedir.
Türkiye’nin karın ağrısı
Tüm bu süreçte Türkiye özellikle ağırlıklı bir rol oynamaktadır. Suriye halkının hamiliğine soyunan Türkiye bir yandan sığınmacılara kucak açan müşfik ülke rolünü oynarken, bir yandan da ABD, Suudi Arabistan ve Katar ile birlikte Suriye’deki silahlı isyancı güçlere çok yönlü destek vermektedir. Bu son nokta bugün herkesin bildiği bir “sır” durumundadır. Sığınmacılar için açılan kampların yanı sıra silahlı güçlere de yataklık eden kampların varlığı uluslararası basın tarafından ayan beyan ortaya konmaktadır. Geçtiğimiz günlerde CHP milletvekillerinin Hatay’daki Apaydın kampına sokulmaması bunu açık biçimde göstermektedir. Özgür Suriye Ordusu’nun web sitesinde ana üs olarak Türkiye’de Hatay’ın verilmesi ve telefon numarası olarak da bir Turkcell numarasının verilmesi zaten yeterince çarpıcı veriler sunmaktadır.
AKP hükümeti Suriye bağlamında riskli bir kumara girişmiştir ve görünüşe göre bu kumarda sonuna kadar oynamaya arzuludur. Türkiye’nin bir alt-emperyalist ülke konumuna geldiğini ve bölgesel güç olma emelleri güttüğünü biliyoruz. Bu nokta Marksist Tutum sayfalarında uzun boylu ortaya konmuş bir konudur (bkz. Elif Çağlı, Alt-Emperyalizm Üzerine: Bölgesel Güç Türkiye, MT, Ağustos-Eylül 2009). Bunu ekonomik, ticari ve diplomatik düzeyde yoğunlaştırılan ilişkiler üzerinden ve Batı kampı içindeki konumundan (NATO, OECD üyeliği, AB aday üyeliği vs.) da yararlanarak yürütmeye çalışan Türkiye, Arap halklarının isyan sürecinin başlamasıyla birlikte şaşkın bir konuma düştü. Mevcut rejimlerle sıkı fıkı ilişkiler ve ortak çıkarlar geliştirilirken bu rejimlere karşı halk isyan ettiğinde ve bu rejimler yıkıldığında ters köşeye düşüleceği muhakkaktır. Nitekim Libya’da bu durum en çarpıcı biçimde su yüzüne çıktı. Bu durum Türkiye diplomasisinin kaba zikzaklar çizmesine yol açtı. Önce emperyalist müdahaleye karşı çıkan Türkiye Kaddafi’nin gidişi belirginleşmeye başladıkça zararı azaltmak ve çapula ortak olmak için tam ters istikamete döndü. Ancak bu yeterli olamadı.
İsyan Suriye’ye sıçradığında Türkiye egemenleri bu kez hem Kürt sorunu nedeniyle isyanın kendi topraklarına sıçraması ve yeni bir dinamizm yaratması tehlikesi yüzünden, hem de muhtemel Suriye çapulunda geride kalmamak ve yere düşen emperyal hayalleri yeniden diriltebilmek için zikzağı hızlı yaptı. Akşamdan sabaha denebilecek kısa bir süre içinde Esad’la sıkı dostlar konumundan düşman kardeşler konumuna geçildi. Böylece Türkiye geride kalmamak ve mümkün olan en fazla mevziyi kazanmak maksadıyla erken atılıp Suriye’deki çatışmanın içine fiilen daldı. Her yönüyle saldırgan bir siyasete yönelen AKP yönetimindeki Türkiye böylece büyük bir kumara girmiş oldu.
Esad’ın gidişinin sanıldığı kadar kolay olmadığının açığa çıkması ve Kürt hareketinin Suriye’de kazandığı yeni mevziler AKP’yi zora sokmuştur. Suriye, İran ve Rusya ile düşülen ters konumun bu ülkelerin Türkiye’nin içine yönelik operasyonlarını tetikleme olasılığının belirmesi de bir diğer risktir. Öte yandan AKP içeride yeterli bir meşruiyet havası yaratmayı da başarabilmiş değildir, bu durum savaş karşıtı bir hareketi yükseltmenin imkânları açısından olumlu bir faktördür. Geniş emekçi halk yığınları bir Suriye savaşına ikna olmuş durumda değildir. AKP bu açıdan zorlanmakta ve izlediği yayılmacı siyasetin riskli boyutlarından birini de bu nokta oluşturmaktadır. Bu durum AKP’nin zaten son dönemde pervasızlaşan söylemini bu bağlamda da depreştirmektedir. Eleştiriler karşısında sinsi bir mezhepçi söyleme başvurmaktan ve eleştirenleri ucuz biçimde Baasçılıkla damgalamaktan çekinmemektedir.
Şimdilerde Türkiye ABD ile sıkı bir teşriki mesai içinde sığınmacılar sorununu uluslararası gündemde yükselterek tampon bölgenin zeminini döşemeye çalışıyor. Sığınmacı sayısının yüz bini aşması için özel bir gayret gösterildiği görülüyor. Böylece bir psikolojik bariyer olarak bu yüz bin sayısı kullanılacak ve “ben bu kadar çok insanı kendi topraklarımda barındıramam” denerek Suriye toprakları içinde bir tampon bölge için bastırılacaktır.
Öte yandan Türkiye’nin güney sınırlarındaki illere yerleştirilen sığınmacılar giderek bir iç sorun haline de gelmektedir. Bunlar arasındaki savaşçı unsurlar devletten aldıkları açık çek üzerine, bulundukları bölgelerde silahlarıyla dolaşıp oraların efendisi gibi davranmaya başlamışlardır. Devlet izlediği politika gereği bunlara göz yummaktadır. Ama bu durum yerel halktaki huzursuzluğu arttırmakta ve gerilimin yükselmesine yol açmaktadır. Hatay bu bakımdan özellikle hassas bir noktadadır. Şimdilerde hükümetin buradaki sığınmacıları diğer illere kaydırmaya yönelmesi bu durumun bir itirafıdır.
Dolayısıyla Suriye içindeki süreç Türkiye’nin de içinde yer aldığı Batılı emperyalist kamp açısından sarpa sardığı gibi, özel olarak Türkiye ve AKP açısından da riskler birikmektedir.
Suriye’de Baas rejiminin uzun vadede yaşama şansının zayıf olduğu açık olmakla birlikte, kısa vadede durumun ne olacağı belirsizdir. Yukarıda değindiğimiz gibi isyan cephesinin geçirdiği gerici yöndeki evrim geniş Alevi, Hıristiyan ve Dürzi toplulukların ve yine ılımlı Sünni Müslüman kesimlerin isyan saflarından geri durmasına katkıda bulunmuş, bu geniş kesimlerin mevcut aşamada Baas rejimiyle kader birliği etmeleri sonucunu doğurmuştur. Böylece çatışma basitçe devlet ile halk arasındaki bir çatışma olmaktan çıkarak değişik etnik, dinsel ve mezhepler arasında bir çatışmaya doğru evrilme eğilimi göstermeye başlamıştır. Keza belirtmek gerekir ki, Suriye’deki Kürt hareketi de çatışmada Baas rejimi yanında saf tutmamakla birlikte, isyan cephesinin safında da yer almamakta ve hatta isyan güçlerini ciddi bir tehdit olarak görmektedir.
Bu durum Baas rejimi yıkılsa bile ülkenin değişik bölgelerinde yoğunlaşan farklı toplulukların ayrışmasına, etnik/dinsel/mezhepsel arındırma siyasetlerine, katliamlara, pogromlara, iç savaşa, birbirleriyle sürekli savaş halinde olması kuvvetle muhtemel farklı devletçiklerin oluşmasına yol açabilir. Emekçi halka dayanan güçlü ve bağımsız bir devrimci alternatif ortaya çıkmadıkça bu kaos senaryosu ne yazık ki güçlü bir senaryo olarak belirmektedir. ÖSO çatısı altında en az 100 farklı grubun savaştığı biliniyor. Bunlar arasında çok gevşek bağlar bulunuyor ve her biri büyük ölçüde otonom biçimde hareket ediyor. Bu savaş gruplarının ve yanı sıra harici radikal İslamcı militanların ülke içinde cirit atacağı bir dönemin açılması işten bile değildir.
Bu bakımdan Suriye bağlamında, hem gerici Baas rejimine karşı hem de muhalefetin ondan geri kalmayan gerici odaklarına karşı açık bir tutum ortaya konmalı ve Suriyeli emekçilerin demokratik ve sosyal özlemlerine uygun bir yapının ortaya çıkması yolunda çaba harcanmalıdır. Bu yapı Suriye’de yaşayan etnik, dinsel, mezhepsel azınlıkların haklı, meşru, demokratik taleplerini mutlak surette karşılamalıdır. Dahası bu yaklaşım sınırlar meselesini de içermelidir. Yüz yıl önce emperyalistlerin iradesiyle çizilmiş ve çoğu durumda halkların canlı bedenlerine uymayan sınırların amentü gibi benimsenmesi Marksistlerin işi olamaz. Sınırlar ancak halkların demokratik iradesi ile çizildiği ölçüde devrimci mücadele açısından bir meşruiyet taşıyabilirler. Bu nedenle sözgelimi Suriye’deki Kürt halkı kendi kaderini tayin etmek istediğinde ve diyelim ayrı bir devlet kurmak istediğinde kimsenin buna devrimci gerekçelerle itiraz etme hakkı olamaz.
Diğer taraftan Türkiye “Suriye’nin toprak bütünlüğü” ve “istikrarlı bir geçiş” için ne kadar uğraşırsa uğraşsın, gelinen noktada bunun olması pek mümkün görünmemektedir. İşin doğrusu, Türkiye izlediği saldırgan ve bölücü politikalarla bir “Suriye batağı” yaratılmasına katkıda bulunmakta ve böylece kendi eliyle kendini bu bataklığa sürüklemektedir. Böylesi bir Suriye manzarası ortaya çıkarsa bunun Türkiye içine uzanması büyük olasılıktır. Türkiye’de mezhep gerilimlerinin artması, bombaların patlaması ve Kürt halkına yönelik haksız savaşın daha kızışması mümkündür.
Türkiye işçi sınıfına düşen işte tam da böylesi tehlikeli bir ortamda, militarizme ve emperyalist savaşa karşı mücadeleyi yükseltmeye çalışmak olmalıdır. Geniş ölçekte kitleler bir Suriye savaşına ikna olmuş değillerdir ve bu böylesi bir mücadelenin olanakları bakımından olumlu bir faktördür. Daha önce Irak savaşı sırasında Türkiye’de savaşa karşı belirgin bir seferberlik oluşmuştu. Benzer bir mücadele yükseltmek yine mümkün ve gereklidir. Bu bağlamda saldırgan, yayılmacı, mezhepçi, şovenist, militarist dış politika açıkça mahkûm edilmeli, işçi sınıfının birliği, halkların kardeşliği için mücadele edilerek enternasyonalist bir duruş sergilenmelidir.
link: Levent Toprak, Suriye’de Kanlı Açmazlar, Eylül 2012, https://marksist.net/node/3075
Yeni Eğitim Dönemi Yeni Sorunlarla Başlıyor
Kapitalist Açgözlülük ve Gıda Krizi