Türkiye’de milliyetçi sol kesimler, Kürt sorunu karşısındaki gerici pozisyonlarını perdelemek için binbir türlü gerekçe üretiyor. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kabul eder görünürken, bu ilkenin içeriğini boşaltarak ya da çarpıtarak Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını inkâr etmenin yollarını döşüyorlar. Milliyetçi küçük-burjuva akımların gerici siyasal pozisyonlarını sol görünümlü söylemlerin ardına gizleme hususundaki marifetleri malûmdur. Kürtlerin ulusal demokratik haklarını yok saymak için ileri sürülen gerekçelerin hepsini burada sıralamaya gerek yok. Ancak Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkı konusunda, sola eğilimli iyi niyetli işçilerin zihnini bulandıran bazı söylemleri ele almak gerekiyor.
“Kürtlerin ABD emperyalizminin elinde oyuncak olduğu”, “kurulacak bir Kürt devletinin emperyalizme hizmet edeceği”, “böyle bir devletin zaten bağımsız olamayacağı” türündeki iddialar, tabiri yerindeyse tam da “sol gösterip sağ vuran” söylemler arasındadır. Kürtlerin kaderlerini tayin hakkını reddetmek için ileri sürülen bu tür fikirler sadece faşist yayın organlarından veya TC’nin psikolojik savaş merkezlerinden yayılmıyor maalesef. Bu tür argümanlar ve sözde gerekçeler sol içinden de yükseltiliyor.
Oysa yaklaşık 100 yıl önce Lenin, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesini tüm berraklığıyla ortaya koymuştu:
“…bir emperyalist devlete karşı ulusal kurtuluş savaşımından, bazı durumlarda bir başka ‘büyük’ devlet tarafından aynı ölçüde emperyalist amaçları için yararlanılması hali de, sosyal-demokratların, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını reddetmelerine neden olamaz.” (Lenin’den aktaran Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme)
Lenin’in düşünsel politik mirası bu kadar aleni olsa da, “emperyalizm”, “bağımlılık”, “emperyalizme karşı mücadele” gibi sorunlarda küçük-burjuva solun on yıllardır yaydığı yanlış fikirler, temel bir ilkenin reddedilmesi veya zihinlerin bulandırılması için elverişli bir zemin yaratmaktadır.
Emperyalizm ve bağımlılık sorunu
Emperyalizm, kapitalizmin 20. yüzyıl başlarında eriştiği aşamadır. 19. yüzyıl sonlarında sanayi sermayesi ile mali sermaye kaynaşmaya başlamış ve nihayetinde, bankalar ve tekeller ekonomik sistem üzerinde hâkimiyet kurmuştur. Günümüzde de varlığını sürdüren emperyalizm hiyerarşik bir yapıya sahiptir.
Küçük-burjuva solların iddialarının aksine, emperyalizm sömürgecilik ile aynı şey değildir. “Bir yanda mutlak hâkim durumundaki bir ya da birkaç emperyalist büyük devlet, öte yanda ise kukla devletler” biçimindeki bir kurgu günümüz dünyasının gerçekliğini yansıtmamaktadır. Hiç kuşkusuz, emperyalist-kapitalist sistemde, sistemin gereği olarak ortaya çıkan ekonomik bağımlılık, siyasal ve askeri bağımlılık da üretmektedir. Bu türden bir “siyasal bağımlılık” ilişkisi, bunun temelinde yer alan ekonomik bağımlılığa son verilmedikçe, yani mücadele doğrudan emperyalist-kapitalist sisteme yönelmedikçe ve sistem dışına çıkmayı başarmadıkça yeniden ve yeniden üretilir. Bir ülke emperyalist hiyerarşide ne kadar geri basamaklarda bulunuyorsa bu bağımlılık o ölçüde artacaktır. Dünya kapitalist sisteminin bir işleyiş özelliği olan bu durumdan kurtuluşun yolu, ezilen ulusların ve sömürgelerin siyasal bağımsızlık haklarının gasp edilmesinden değil, emperyalist-kapitalist sistemin yerle bir edilmesinden geçmektedir.
Tam da bu noktada Türkiye’deki Marksistlerle küçük-burjuva sollar arasında önemli bir kavrayış farklılığı daha ortaya çıkmaktadır. Küçük-burjuva sollar TC’yi yıllardır, az gelişmiş, bağımlı, hatta “dış kaynaklı emperyalizmin mağduru” bir ülke olarak sunuyorlar. Marksistler ise TC’nin bölgesel bir güç olduğunu, emperyalist hiyerarşinin üst basamaklarına doğru tırmandığını isabetle tespit ediyorlar. Ortadoğu’da, Kafkaslar’da ve Afrika’da hegemonya mücadelesine girişen, milyarlarca dolarlık sermaye ihraç eden, etkinlik bölgesindeki her soruna kendi çıkarları doğrultusunda müdahale eden bir kapitalist devlettir TC. Türkiye’de yaşayan bir devrimcinin TC’yi hedef tahtasına koymadan “emperyalizme karşı mücadele”den dem vurması akılla da gerçeklikle de bağdaşmamaktadır. Emperyalizm denilince TC’ye değil “dış mihraklara” odaklanan anlayışların devrimci bir siyaset izlemeleri giderek imkânsız hale gelmektedir. TC’nin ABD’nin basit bir kuklası olduğunu iddia edenler, işçi sınıfına yönelik saldırılardan Türk burjuvazisi yerine IMF’yi sorumlu tutanlar, aslında düşmanı dışsallaştırarak TC burjuvazisinin kendisini aklamasına zemin hazırlamış oluyorlar. İşçi sınıfına “asıl düşmanın dışarıda değil içeride” olduğunu açıklamayanlar, kitleleri kime karşı devrim yapmaya davet ediyorlar; dış mihraklara karşı mı?
Küçük-burjuva sollar emperyalist hiyerarşide daha üst basamaklara tırmanmak için arsızca heveslenen Türk burjuvazisini hedef tahtasına koymuyorlar ve asıl düşman olarak yalnızca ABD’yi ve AB’yi gösteriyorlar. Dolayısıyla “Kürtleri emperyalizme yem etmemek” gibi gerekçelerin arkasına sığınarak, güya “Kürtlerin iyiliği için” Kürtler adına karar vermeye kalkışıyorlar. “ABD’ye yem olursunuz, TC’nin zulmüne katlanın daha iyi, nasıl olsa yarın bir gün sosyalizm gelince hep beraber kurtulacağız” demiş oluyorlar. İşte sosyal-şovenizmin yaşadığımız topraklardaki görünümlerinden birisi de budur!
Ulusal sorun ve “ekonomizm”
Marksizm tüm siyasal ilişkilerin, iktisadi ilişkiler zemini üzerinde cereyan ettiğini açıklar. Sınıflar arası karşıtlık ve çıkar ilişkileri ekonomik ilişkilere dayanır. Ancak ekonomi ile siyaset arasında mekanik bir belirlenim ilişkisi yoktur. Ekonomik ilişkilerin her şeyi belirlediğini sanan bir sosyalist, Marksizmi hiç anlamamış demektir. Marksizm bir toplumsal sorunu incelerken tüm boyutlarını (ekonomik, sınıfsal, sosyolojik, psikolojik, tarihsel vb.) hesaba katar. Marksizm, ekonomik ilişkilerin her şeyi belirleyeceğini ileri süren düşünce biçimini “ekonomizm” olarak tanımlamış ve mahkûm etmiştir.
Rosa Luxemburg, Polonya’nın Rusya’dan bağımsızlaşarak ayrı bir devlet olarak örgütlenmesine ekonomist gerekçelerle karşı çıkıyordu. Polonya’nın ekonomisi Rusya’ya bağımlıydı. O halde politik eğilim de Rusya ile birleşme yönünde olmalıydı! Osmanlı’nın hâkimiyetindeki Balkan ulusları ve Ermeniler ise iktisadi olarak ilerlemişlerdi. Osmanlı, bu ulusların iktisadi gelişimlerinin önünde engel oluşturuyordu. Osmanlı’nın ulus-devletlere bölünmesi daha hayırlıydı.
Görüldüğü üzere ekonomizmin penceresi Rosa’yı, Osmanlı ile ilgili “sonuç itibarıyla” doğru bir politik sonuca ulaştırırken, Polonya ile ilgili yanlış bir sonuca vardırıyordu. Lenin ise ulusların ayrı devlet kurma sorununa ekonomizmin dar penceresinden bakmıyordu. Ulus, kültürel veya iktisadi bir oluşuma indirgenemezdi. O her şeyden evvel politik bir olguydu. Ulusal mücadele özü itibarıyla “burjuva demokratik” bir mücadeleydi. Ancak ulusal temelde gelişecek devrimci hareketler, işçileri ve yoksul köylüleri politikleştirecekti. İşçi sınıfı proleter devrimin zaferi için ulusal baskıya karşı çıkan yoksul köylü kitlelerini devrime kazanabilirdi…
Ulusal talepler ezilen ulusun sadece burjuva ve küçük-burjuva katmanlarınca sahiplenilmez. Ezilen ulusun işçi sınıfı da ulusal baskı karşısında ulusal demokratik talepleri sahiplenir. Ezen ulus işçileriyle ezilen ulus işçilerinin birliğini sağlamak ise en önemli görevdir. Ezen ulus işçileri ezilen ulusun demokratik hakkının gasp edilmesine destek veriyorsa, henüz egemenlerin politik etkisinden kurtulamamış demektir. Ezen ulus işçileri ezilen ulusa kardeşlik elini uzatmalı ve ona eşit olmaya samimiyetle hazır olduğunu göstermelidir. Aksi takdirde farklı uluslardan işçilerin birliği hayal olacaktır. Lenin Polonya’nın ayrı devlet kurma hakkını savunurken aslında Rus şovenizmiyle hesaplaşıyor, Rus işçilerini enternasyonalist olarak eğitiyordu.
Günümüze, yakıcı bir sorun olarak önümüzde duran Kürt sorununa dönelim. Milyonlarca Kürt demokratik taleplerle ayağa kalkmış durumda. Politika belirlerken hareket noktamız Kürt halkının veya Kürdistan coğrafyasının ekonomik gelişme düzeyi olabilir mi gerçekten?
TC’nin geleneksel Kürt politikası inkâra, imhaya ve asimilasyona dayanır. TC, Kürdistan coğrafyasını ekonomik geriliğe mahkûm ederek Kürtleri yoksulluk ve çaresizlik içerisinde batıya göç etmek zorunda bıraktı. Batıya göç eden Kürtler on yıllar boyunca ucuz işgücü olarak kullanıldı, aşağılandı, asimile edildi. Şimdi de inkârcı zihniyetin temsilcileri Kürt coğrafyasının ekonomik geriliğinden, yoksulluğundan dem vuruyor. Kürdistan kurulursa emperyalizme bağımlı olacağını ileri sürüyor, dolayısıyla Kürtlerin kendi kaderini tayin etmesini “anti-emperyalist devrimci amaçlar açısından(!)” zararlı buluyor.
Siyasal bağımsızlık ve ekonomik bağımlılık
“… kendi ulus-devletine sahip fakat kapitalist dünya sisteminin genel işleyişi içinde alt konumda bulunan ve dolayısıyla ekonomik açıdan bağımlı olan orta ya da az gelişmiş tüm kapitalist ülkelerin durumu, 20. yüzyılın başlarındaki sömürge ya da yarı-sömürge ülkeler statüsünden farklıdır. Sömürge ve yarı-sömürge ülkelerde, bir ulusun kendi ‘bağımsız ve egemen’ ulus-devletine (yani ayrı bir devlete) sahip olmasının engellenmesi biçiminde açık bir siyasal hak gaspı söz konusudur.”
“Emperyalist sistemin işleyişi içinde her türden eşitsizlik ve bağımlılık ilişkilerinin yeniden ve yeniden üretildiğini veri kabul etmek koşuluyla, kendi ulus-devletine sahip orta ya da az gelişmiş kapitalist ülkelerde ‘bağımsız ve egemen devlet’ konumu devam ettiği, yani burjuva iktidarlar hüküm sürdüğü sürece, gerçekte siyasal bağımsızlığı kazanmak gibi bir sorun yoktur. Bu bağımsızlık, sistemin işleyiş yasaları çerçevesinde zaten kazanılmıştır. Bunun ötesinde ‘bağımsızlık’ sorunu, artık proletaryanın öncülüğünde yürütülen ve sözcüğe de gerçek anlamını kazandıran bir anti-emperyalist (yani anti-kapitalist) ekonomik kurtuluş mücadelesi kapsamında ele alınmalıdır.” (Ulusal Sorun Üzerine, www.marksist.com)
“Ulusal Sorun Üzerine” metninde de vurgulandığı gibi, ezilen ulusun ayrı devlet kurması siyasi bir haktır. Kapitalist sistemin işleyişi ekonomik bağımlılık ve buradan türeyen siyasal bağımlılığa yol açar. Ancak bu durum ortaya ulusal bir sorun çıkarmaz. Sorun, bir ulusun devlet kurma hakkının alenen gasp edilmesidir.
Bugün Kürt siyasal iradesi bağımsız bir devlet kurmayı hedeflemiyor. Kürt kimliğinin tanınması, bölgesel özerklik, anadilde eğitim gibi bazı temel demokratik hakları için mücadele devam ediyor. Kürtlerin ayrı devlet kurmasına güya emperyalizmin oyununa gelinir gerekçesiyle karşı çıkan sol çevreler, Kürt kimliğin anayasal güvence altına alınması ve özerklik taleplerine karşı da başka bahaneler üretiyorlar. Hatta “anadilde eğitim” gibi en basit demokratik talepleri bile sahiplenmiyorlar. Demek ki, hepsi bahane!
link: Serhat Koldaş, Ulusal Sorun Üzerine Bazı Hatırlatmalar, 1 Ocak 2011, https://marksist.net/node/2578
Köle İbrahimler Tuhaf Konuşuyor!
Cumartesi Anneleri Adalet İstiyor!