Son dönemde medyada, uyuşturucunun pençesine düşen ve hayatları mahvolan gençlerle ilgili haberler yine artmaya başladı. Bunları, Kürtlerin ve Romanların yoğun olarak yaşadıkları mahallelere yapılan polis baskınlarıyla ilgili haberler takip ediyor. Arkasından da “kahraman” polisin uyuşturucu tacirlerini sınır boylarında nasıl da kıskıvrak yakaladığı anlatılıyor. Ve nedense uyuşturucu kaçıranlar genelde Kürt kökenli, uyuşturucu baskınları da daha ziyade Kürt illerinde yahut semtlerinde yapılıyor. Özellikle büyükşehirlerde varoşlara mahkûm edilen Kürt gençleri arasında uyuşturucu kullanımı ve satıcılığının ne kadar yayıldığına ilişkin haberler de gazetelerin üçüncü sayfa manşetlerinden düşürülmüyor.
Örgütsüz ve bilinçsiz bir işçinin fazla dikkatini çekmeyen, hatta “ne var bunda şaşılacak, her zaman böyle değil miydi, yalan mı söylüyorlar” demesine sebep olacak bu haberler, elbette maksatlı ve taraflıdır. Uyuşturucu ticaretiyle, kaçakçılıkla veya her türden mafyatik işlerle sürekli Kürtlerin bağını kurmak, bu yolla Kürt özgürlük hareketini ve bizatihi Kürtlerin kendisini küçük düşürmeye çalışmak, Kürt sorununda çözümsüzlükte ısrar eden egemenlerin öteden beri sürdürdüğü bir politikadır. Başta medya olmak üzere her yol bu amaç için rahatlıkla kullanılabilmektedir. Televizyonlardaki dizilerde bu tür işlerle sadece Kürtlerin uğraştığı yollu bir imaj yaratılmaya çalışılmaktadır.
Tabii tüm bu kasıtlı çabalar gerçekliğin ifadesinden ziyade taraflı, bilinçli ve kasıtlı bir çarpıtmanın, ideolojik propagandanın ürünüdür. Geçmişte Ermenilere, Rumlara, Romanlara yahut devrimcilere, komünistlere karşı toplumda düşmanlık yaratmak için işletilen yalan tezgâhları bir süredir de Kürtlere yönelik olarak kullanılmaktadır. Üstelik bu propaganda aracılığıyla bir taşla üç-beş kuş birden vurulmaktadır. Irkçı karalama kampanyalarının bir parçası olan bu propaganda sayesinde burjuva devlet, bir yandan başta Kürtler olmak üzere muhalif gençliği uyuşturarak pasifize etmek için çevirdiği dolapların üstünü örtmüş olmakta, diğer yandan da toplum nezdinde tepki toplayan bu tür haberler aracılığıyla kendi baskıcı politikalarına zemin hazırlamaktadır.
Kuşkusuz bunlar sadece Türkiye’de yaşanan olaylar değildir. Gerek Türkiye’de gerekse de dünyada, özellikle de 15-35 yaş arası kuşakta uyuşturucu madde kullanımının ve bağımlılığının arttığı bir gerçekliktir. Bu olgu, çürüyen kapitalizmin toplumu nasıl yozlaştırdığının da en bariz kanıtlarındandır. Ama daha da önemlisi, kapitalizmin, insanlığın başına sardığı uyuşturucu belâsını kendi bekası için kullanmakta oluşudur. Bizzat kapitalist devletlerin ve istihbarat örgütlerinin kontrolünde yürüyen uyuşturucu madde üretimi ve ticareti, toplumdaki muhalif kesimlerin bertaraf edilmesinde öteden beri önemli bir araç olarak kullanılmaktadır.
Kapitalizmin insanlığın başına sardığı belâ
Uyuşturucu belâsını küresel ve toplumsal düzeyde bir sorun haline getiren kapitalizmin ta kendisidir. Geçmişte “keyif verici maddeler” olarak da anılan afyon vb. uyuşturucu maddelerin çok eski çağlardan beri kullanıldığı bilinmektedir. Ancak 19. yüzyılın başlarında, tam da kapitalizmin gelişmesine koşut olarak kimya bilimindeki ilerlemeler sayesinde afyondan morfin gibi daha saf türevler elde edilmesiyle birlikte uyuşturucu madde kullanımı milyonlarla ifade edilebilecek kitleler nezdinde yaygınlaşmaya başlamış ve bir toplumsal sorun haline gelmiştir.[1]
Bu gelişimin temel itici gücü de, yine kapitalizmin özellikle işçi ve emekçi sınıflarda yarattığı fiziksel ve ruhsal sıkıntılar olmuştur. Sanayi devrimiyle birlikte geniş yığınları proleterleştiren ve vahşi bir sömürünün kucağına atan kapitalist üretim koşulları altında, günde 15-16 saat çalışan, buna rağmen aldığı düşük ücret nedeniyle çok kötü şartlarda barınan ve beslenebilen, hatta çoğu zaman yarı aç yarı tok gezen işçi sınıfı için afyon, bu ölümcül koşullara katlanabilmenin bir aracı olmuştur. Vahşi kapitalizm altında posaları çıkartıldığı yetmiyormuş gibi, burjuvaların birbirleriyle giriştikleri savaşlarda da kurbanlık koyunlar gibi cepheye sürülen bu işçiler, savaşların yol açtığı sakatlanmalardan kaynaklı ağrıları ve acıları dindirmek için de afyonu yahut morfini düzenli olarak kullanmak zorundaydılar. Dolayısıyla Avrupa ve ABD’nin büyük kentlerinde, daha 19. yüzyılın başlarından itibaren ciddi bir bağımlılar kitlesi oluşmuş durumdaydı. Sadece ABD kentlerindeki bağımlıların sayısının o dönemde bile 200 binin üzerinde olduğu dikkate alınırsa, işin vahameti daha iyi anlaşılacaktır.
Burjuva devletler, afyonun ve morfin, eroin gibi türevlerinin zararlı etkilerini çok iyi bildikleri halde duruma seyirci kalıyor, hatta kullanımın yaygınlaşmasını bizzat körüklüyorlardı. Morfin ve eroin, sakinleştirici, ağrı kesici ve keyif verici bir “ilaç” olarak, üstelik de “mucize ilaç” gibi sıfatlarla hem tıpta yaygın olarak kullanılıyor, hem de eczanelerde reçetesiz olarak satılıyordu. Bu sayede kitlelerin, onlara yaşattığı cehennem hayatına rağmen kapitalizme karşı ayaklanmaması, kendilerini uyuşturarak avutmaları hedefleniyordu.
Burjuvaziye sağladığı bu avantajın yanı sıra uyuşturucular, son derece kârlı birer metaydılar ve uluslararası ticaretin de konusuydular. Örneğin bu ticarette başı çeken İngiltere, bir numaralı afyon üreticisi olan Osmanlı devletinden ve Hindistan’dan afyonu alıyor, sonra da başta Çin olmak üzere Güneydoğu Asya pazarına sunuyordu. Çin’i sömürgeleştirmekle meşgul olan İngiltere, hem bu devasa pazardan kazandığı tatlı kârları kaybetmemek, hem de kitleleri pasifize edici etkisinden faydalanmak için, afyon ticaretini engellemeye kalkan Çin devletiyle savaşa bile girişti. 1839’dan 1860’a kadar süren bu savaşı Çin kaybetti ve İngiltere, afyon ticareti konusundaki imtiyazlarını arttırdığı gibi Çin’in birçok önemli limanını da ele geçirdi, örneğin Hong Kong’u sömürgeleştirdi.
I. Dünya Savaşıyla birlikte, uyuşturucu kullanımında da adeta bir patlama yaşandı. Burjuvazi, askerler arasında morfin ve eroin kullanımına izin veriyor, askerler de evlerine döndüklerinde bu alışkanlıklarını çevrelerine taşıyarak toplumdaki bağımlı kitlesinin artmasına yol açıyorlardı. Hatta Japonya gibi bazı emperyalist güçler, eroini savaşta bir silah olarak kullanmakta beis görmediler. Yıkıcı toplumsal etkisini pekâlâ bilen Japonya, eroini bol miktarda üreterek Çin’e ve Asya’ya sürüyordu. Savaşla birlikte işgal ettiği Çin topraklarında da, resmi bir devlet politikası olarak eroin kullanımını yaygınlaştırmaya uğraştı. Çin’i büyük bir afyon çiftliğine ve eroin cehennemine dönüştürdü. Bu amaçla işgalci Japon devleti, kontrolü altında tuttuğu hastanelere gelen hastalara, ilgili veya ilgisiz mutlaka eroin “ilacını” veriyordu. Böylece bağımlı kitlesi genişletilmeye çalışılıyordu. Benzer taktikleri II. Dünya Savaşı sırasında Almanya da uygulayacaktı. Alman fabrikalarında üretilen “kaliteli ve ucuz” eroin, el altından ve büyük partiler halinde Fransa’ya sürülüyordu. Bu düzenli sevkiyatlarla amaçlanan şey cephe gerisindeki Fransız direnişini zayıflatmaktı.
Savaş yılları sona erdiğinde, 1920’lerin sonuna doğru, bağımlılar kitlesindeki artış korkunç düzeylere ulaşmıştı. Sadece ABD’deki kullanıcı sayısı 4 milyona dayanmıştı. Avrupa’da da durum farklı değildi, özellikle İngiltere’de afyon kullanımı çok artmıştı. Çin’deki rakamlar 1 milyonu aşmıştı. Mısır ve İran’da da yarım milyona yakın insan uyuşturucunun pençesine düşmüş vaziyetteydi. İlaç şirketleri (en başta da Alman kimya sanayii) bu kârlı sektör için deli gibi üretim yapıyor, afyon ticareti patlamalı biçimde gelişiyordu. Bugün isimleri iyi bilinen pek çok meşhur banka afyon ticaretini finanse ediyor ve iyi paralar kazanıyordu.
Ancak burjuvazinin kitleleri pasifize etmek için başvurduğu bu araç, dönüp kendisini de vurma noktasına geldi. Uyuşan işçiler nihayetinde fabrikalarda ya da cephelerde iş göremezlerdi. Uyuşturucu kullanımının belli bir oranın üstüne çıkması, işgücünün de ağır bir tahribata uğraması demekti. Dahası, kamuoyunda da bu konuda giderek artan bir duyarlılık oluşmaya başlamış, uyuşturucu karşıtı kampanyalar ses getirir hale gelmişti. Bu işten büyük kârlar elde eden ilaç şirketlerinin ve bankaların direncine rağmen, burjuva devletler, uluslararası düzeyde uyuşturucu ticaretini ve kullanımını yasaklayıcı girişimlerde bulunmak zorunda kaldılar. Ancak bu son derece ikiyüzlü bir tutumu da beraberinde getirdi. Girişimlerin başını çeken ve uyuşturucu karşıtlığının şampiyonluğunu kimselere kaptırmayan ABD ve İngiltere, gerçekte en büyük üreticiler, dağıtıcılar ve alıcılar konumundaydılar. Bu iki ülkenin basıncıyla oluşturulan uluslararası komisyonların faaliyetleri çok uzun süreler kâğıt üzerinde kaldı. Hatta bizzat bu komisyonlarda yer alanlar eliyle uyuşturucu ticareti koordine edilmeye devam etti.
Sonuç olarak gelinen noktada uyuşturucu üretimi, dağıtımı ve kullanımı tüm dünyada güya katı yasaklar ve kurallara bağlanmış olsa da, ne bu işten para kazananların ne de kullananların sayısı azaldı. Aksine uyuşturucu kullanımı dalgalar halinde toplumları sarsan bir belâ haline geldi. Bu dalgaların yükseldiği dönemler de özellikle ilginçti; 30’lar, 60’lar ve 80’ler. Yani tüm dünyada toplumsal muhalefetin ve huzursuzluğun yükseldiği yıllar. Bugünkü rakamlar, küresel düzeyde yaklaşık 200 milyon insanın, genç nüfusun da yaklaşık %5’inin uyuşturucu kullandığını ortaya koymaktadır. Gelişmiş kapitalist toplumlarda bu oranlar çok daha yüksektir. Ve tüm bu veriler, uyuşturucu belâsını üretenin de, topluma yayanın da kapitalizmin kendisi olduğunu açık biçimde ortaya koymaktadır. Dahası, uyuşturucu ticareti, ki diğer yeraltı işleri ve kaçakçılık faaliyetlerinden ayrı düşünülmemesi gerekir, toplamda ve küresel bazda 1 trilyon dolarlık bir pazar boyutuna ulaşmıştır. Bunun yarıya yakınını tek başına uyuşturucu ticareti oluşturmaktadır. Böylesine kârlı ve büyük bir pazarın kapitalistler tarafından terk edileceğini düşünmek bile boşunadır.
Nasıl ki insanlığı toptan yok edebilecek denli tehlikeli nükleer silahların üretilmesi, satılması ve kullanılmasında ilkesel bir sorun görülmüyorsa, uyuşturucu maddeler de kapitalizmde birer metadırlar. Çünkü kapitalist kâr edebileceği her şeyi üretir, alır ve satar. Uyuşturucu madde kaçakçılığının burjuva hukukuna göre “yasadışı” olması çok da bir şey değiştirmez. Tersine metanın fiyatını, dolayısıyla da kapitalistin kârını arttırır. Uyuşturucu kaçakçılığı gibi “yasadışı” işleri bildiğimiz anlamda kapitalistlerin yapmadığı, mafya babalarının ve “organize suç örgütleri”nin işin içinde olduğu söylenerek, bu arızi yan öne çıkartılmak istense de, gerçek durum pek de öyle değildir. Bu tür işler hiç de öyle sanıldığı gibi devletlerin yahut anlı şanlı sanayici vb. kapitalistlerin dışında olup biten şeyler değildir. Aksine, genelde kaçakçılık ve özelde uyuşturucu ticareti tam da istihbarat örgütleri tarafından kontrol edilmekte, bankalar tarafından finanse edilmekte ve elde edilen kara para da yine sistem aracılığıyla aklanmaktadır. Yani narko-ekonomi denilen olgu, kapitalizmin arızi değil basbayağı asli bir unsurudur.
Uyuşturucuyla finanse edilen kontr-gerilla faaliyetleri
Bu devasa pazardan beslenen sermaye grupları, bu paraları birçok başka alanda da kullanmakta ve böylece hem kazandıkları “kara parayı” aklamakta hem de “narko-ekonomi” adıyla anılan ve kapitalizmin diğer sektörleriyle iç içe geçmiş bir sektör yaratmış olmaktadırlar. Burjuva medya bu sermaye gruplarını “mafya” olarak adlandırsa da, gerçekte herhangi bir sermaye grubundan farkı olmayan ve bankalar aracılığıyla finans kapitale eklemlenmiş olan bu sermaye grupları, narko-ekonomiden kazandıkları paralarla özelleştirme ihalelerine girmekte, bankalar kurmakta, televizyon kanalları ve gazeteler satın almakta, yağlı devlet ihaleleri kapmaktadırlar. Bazılarının hükmettiği meblağlar pek çok ülkenin bütçesinin üzerindedir. Mafya diye tabir edilen sermaye gruplarının kontrol ettiği toplam sermayenin 8,4 trilyon dolar olduğu tahmin edilmektedir. Üstelik bunun %70’ini de ABD kontrol etmektedir. Bu durum, narko-ekonominin emperyalist sistemin ve finans kapitalin içsel ve asli unsurlarından biri haline geldiğini açıkça ortaya koymaktadır.[2]
Bu gerçekliğe rağmen burjuvazi, uyuşturucu ticaretini sadece “mafya” denilen ve güya kendisinin de karşı çıktığı “yasadışı” kesimlerin yürüttüğünü savunuyor. Kuşkusuz bu ve benzeri yalanlar, burjuvazinin toplum nezdinde kendini ve sistemini aklamak için sürdürdüğü ideolojik propagandanın gereğidir. Ama gerçeklik farklıdır. Burjuva devletler bu konuda ürettikleri sahte argümanlar aracılığıyla gerçekleri ve pis işlerini gizlemeye çalışmaktadırlar. Bu duruma verilebilecek en iyi örnek, tüm dünyada narko-ekonomiyi kontrol altında tutan istihbarat örgütlerinin, başta kontr-gerilla faaliyetleri olmak üzere pek çok “yasadışı” faaliyetlerini uyuşturucu ticaretinden elde ettikleri paralarla finanse etmeleri, çoğu faşist çetelerden oluşan mafya örgütlenmelerini de bu işlerde kullanmalarıdır.
Meselâ daha II. Dünya Savaşı yıllarında, ABD, ülkenin bir numaralı mafya patronu “Lucky” Luciano aracılığıyla (30 yıllığına tıkıldığı hapisten özel bir afla çıkarılarak), Sicilya kıyılarına yapacağı çıkartma harekâtı öncesinde bölgedeki direniş hareketinin kırılmasını sağlamıştır. Tabii bu ilişki sonraki yıllarda da sürmüş, Küba’ya yönelik sabotaj ve kontr-gerilla faaliyetlerinde de aynı mafya gruplarıyla birlikte çalışılmıştır. Benzer biçimde ABD ve İngiltere, yine savaş yıllarında, Nazilere karşı direnişi örgütleyen Fransız Komünist Partisine karşı yürüttükleri karşı-devrimci faaliyetlerde de Marsilya ve Korsika’daki mafya çetelerinden epeyce faydalanmışlardı. Ve bu mafya grupları da, kendilerine göz yumularak Marsilya’nın uyuşturucu trafiğinin ana üssü olmasına izin verilmesi yoluyla ödüllerini almışlardı. Bu ödül karşılığında aynı çete mensupları, Fransa’nın Cezayir’e karşı yürüttüğü haksız savaşta da önemli görevler üstlendiler.
Uyuşturucu mafyasıyla istihbarat örgütlerinin işbirliği, savaş yıllarından sonra da artarak devam etti. Aynı çeteler ve örgütlenmeler bu kez de komünizme ve devrimci, özgürlükçü hareketlere karşı kullanıldılar. Mafya ve istihbarat örgütleri iyice iç içe geçmeye başladı. İlk dönem Vietnam Savaşı sırasında Fransa gizli servisinin bölgedeki operasyonlarını yürüten kişi, aynı zamanda ABD’nin sayılı uyuşturucu kaçakçılarından biriydi ve Vietnam’da da afyon kaçakçılarıyla ortak işler çeviriyordu. Bayrağı Fransızlardan devralan ABD, Vietnamlı afyon tacirleriyle ilişkilerini devam ettirdi. Ne de olsa bu tacirlerin en büyük alıcısı kendisiydi. Onlardan aldığı uyuşturucuyu, Vietnam halkına karşı girişilen katliamlar yüzünden sinirleri bozulan ve sürekli isyanlar çıkaran askerleri zaptetmek için kullanıyordu.
ABD’nin icraatları, Vietnam Savaşından sonra da devam etti. Sırada Nikaragua’nın devrimci Sandinista hareketi vardı. Meşhur İran-kontra skandalının patlak vermesiyle ABD emperyalizminin kirli çamaşırları bir kez daha ortalığa saçıldı. CIA, bizzat ABD’nin ambargo uyguladığı İran’a, aralarında Ülkücü mafyadan Türklerin de bulunduğu kaçakçılar aracılığıyla silah veriyor, karşılığında eroin alıyor, sonra da bunun satışını organize ederek elde ettiği paralarla Nikaragua’daki paramiliter grupları destekliyordu.
Bu skandalın patlak vermesiyle birlikte imajı sarsılan ABD, birdenbire uyuşturucuya karşı şaşaalı kampanyalar açmaya, diğer ülkeleri de kampanyalara dâhil olmak yönünde sıkıştırmaya başladı. Dönemin ABD başkanı, “Sovyet müttefikleri olan Küba ve Nikaragua gibi ülkelerle uluslararası uyuşturucu ticareti ve terörizm arasındaki bağlantı gittikçe açığa çıkmaktadır. Bu ikiz şeytanlar, uyuşturucu ticareti ve terörizm, günümüzde yarıküreye yönelik en tehlikeli ve sinsi tehditlerdir” şeklindeki yalanları savurmaktan geri durmadı. Bu arada uyuşturucu ticaretinden kazanılan paralar, Katolik Kilisesinin bankaları aracılığıyla aklanıyor ve Polonya’daki rejim muhaliflerini desteklemek üzere harcanıyordu.
Kontr-gerilla faaliyetlerinin uyuşturucu parasıyla finanse edilmesi yöntemi, başta Latin Amerika ülkeleri olmak üzere sol muhalefetin geliştiği bütün ülkelerde kullanıldı. Bu amaçla ABD, Peru, Bolivya ve Kolombiya gibi ülkelerdeki uyuşturucu kartelleriyle işbirliği yapıyor, bu ülkeleri yöneten diktatörlükleri destekliyordu. Bu arada cunta orduları uyuşturucuyla savaş adı altında sendikaları ve muhalefetin içinde yer alan kitle örgütlerini basıyor, devrimci ve ilerici insanları tutukluyor, işkence ediyor, öldürüyordu. CIA danışmanları da güya uyuşturucuyla daha iyi mücadele edebilmeleri için Kolombiya’nın kontr-gerilla çetelerine eğitim ve destek veriyor, kokainin uluslararası piyasaya sürülmesine muhafızlık ediyorlardı.
Aynı yıllarda, tam bir ikiyüzlülük ve pervasızlık örneği olarak, Panama’nın askeri diktatörü Noriega, uyuşturucu ticaretine yardımcı olduğu gerekçesiyle tutuklandı. ABD ordusu, bu küçük ülkeyi bombaladı, binlerce masum insanı öldürdü ve Noriega’yı tutuklayarak 40 yıl hapse mahkûm etti. Oysa aynı Noriega, yakın zamana kadar ABD’nin gözde adamlarından biriydi. CIA kendisine 30 yıl boyunca milyonlarca dolarlık yardımda bulunmuş, birlikte Sandinista gerillalarına karşı faaliyet yürütülmüştü. En tuhafı da, kendisi de uyuşturucu ticaretinin içinde olan Noriega’nın bir zamanlar ABD eliyle Interpol’un uyuşturucuyla mücadele komitesinin başkanlığına getirilmiş olmasıydı.
ABD emperyalizmi bu pis işleri kotarırken, tüm dünyada uyuşturucu ticaretinin hacmi giderek büyüyor, çoğunluğunu işçi ve emekçi sınıflardan gençlerin oluşturduğu bağımlıların sayısı da hızla artıyordu. Milyonlarca insanın hayatına malolan bu belâ büyüdükçe, uyuşturucudan elde edilen kârlar da artıyor, işin çapı genişliyordu. Denilebilir ki tüm “Soğuk Savaş” yılları boyunca ABD, rakip bloka karşı giriştiği savaşta uyuşturucu ticaretinden önemli ölçüde faydalandı. Ve SSCB’nin çöküşüne giden süreçte önemli etkisi olan Afganistan işgali boyunca, Rus ordusuna karşı savaşan Afgan mücahit gruplarını (Pakistan gizli servisi ISI ve Rus mafyasıyla da işbirliği yaparak) yine uyuşturucu parasıyla örgütledi ve destekledi. Bugün dünya afyon üretiminin %90’ını gerçekleştiren Afganistan’a afyonun girişi de bu yıllarda gerçekleşti. Yaygın kanının aksine ve tıpkı Çin örneğinde olduğu gibi, bu ülkeleri uyuşturucu ticaretinin ağına sokanlar emperyalist güçler olmuştur; ilkinde İngiltere, ikincisindeyse ABD. Afganistan’ın yanı sıra CIA, Bosna’da, Kosova’da ya da Çeçenistan’da da desteklediği grupları uyuşturucu parasıyla finanse ediyordu.
(devam edecek)
[1] Çok eski tarihlerden beri keyif verici ve ağrı kesici etkisi bilinen afyondan ilk kez 1803 yılında morfin elde edildi. Amaç, afyonun yan etkilerinden arınmış bir mucize ilaç elde etmekti. Ancak kısa süre sonra morfinin de ciddi yan etkileri olduğu anlaşıldı. Bunun üzerine devam eden araştırmalar neticesinde, ünlü Bayer ilaç firmasının kimyagerleri 1898 yılında afyonun daha saf bir türevi olan eroini ürettiler. Yaklaşık 15 yıllık bir süre boyunca eroin, “bağımlılık yapmayan morfin” adı altında Bayer firması tarafından tüm dünyaya pazarlandı.
[2] Bu gerçekliğe verilebilecek tarihi bir örnek, meşhur HSBC bankası ve Rio Tinto madencilik tekelidir. Rio Tinto, 1873 yılında Avrupa’nın köklü burjuva ailelerinden Rothschild’in büyük hissedarı olduğu (diğer hisseler de İngiliz Kraliyet ailesine aitti) J. Matheson firması tarafından kurulmuştu. J. Matheson firması daha sonra yine aynı aileye ait başka şirketlerle birleştirilerek J.P. Morgan denilen (ve bugün de dünyanın sayılı finans kurumlarından biri olan) afyon karteli oluşturuldu. Bu kartel aracılığıyla Rothschild ailesi neredeyse tüm küresel afyon ticaretini kontrolü altında tutuyordu. Meşhur Afyon Savaşlarının ardından, İngilizlerin Hong Kong’u ele geçirmesiyle birlikte, bu kartel HSBC (Hong Kong Shangai Bank Corporation) bankasını kurarak afyon ticaretini bu banka üzerinden finanse etmeye başladı. İşte Rio Tinto isimli madencilik tekeli de, bu bankanın sermayesiyle, yani uyuşturucu ticaretinden elde edilen paralarla kurulmuştu. Rio Tinto, bugün dünyanın bir numaralı maden şirketidir ve tek başına madencilik üretiminin %12’sini gerçekleştirmektedir.
link: Kerem Dağlı, Kapitalizm Gençliği Uyuşturuyor, 1 Haziran 2010, https://marksist.net/node/2464