Sosyalist düşünce, toplumun yoksul ve diğer ezilen kesimlerinden yana tavır alan bir düşüncedir. Bu yüzden yoksulluk ve ezilme sorunu her zaman sosyalistlerin gündeminde olmuş ve sosyalistler bu sorunlara karşı çeşitli yaklaşımlar geliştirmişlerdir. Yoksulluk ve ezilme var olan üretim ilişkilerinin ürettiği bir durumken, pek çoklarının soruna ahlâki yargılar temelinde yaklaştıkları görülür. Sosyalizmin bilimsel ifadesi olan Marksizm ise meseleyi ahlâki temelde değerlendirmeye karşı çıkar ve kendi çözümlerini bilimsel temelde ortaya koyar.
Engels’in ütopik diye adlandırdığı sosyalist akımlarla ve küçük-burjuva sosyalizm anlayışlarıyla Marksizmin hesaplaşmasının üzerinden onlarca yıl geçmiş olmasına rağmen, bu akımların temsilcileri çoktan çürütülmüş yanlış ve temelsiz düşünceleri allayıp pullayıp Marksizmin karşısına koymaktan bıkmıyorlar. Bununla kalsa yine iyi. İşçi sınıfından umudunu kesmiş reformistinden küçük-burjuva radikaline kadar pek çok kesim de bu görüşlerin çeşitli versiyonlarının savunuculuğunu Marksizm adına üstleniyor.
Sosyalizmin “hümanist” olması gerektiğini savunarak, dünyayı “güzelliğin” kurtaracağına ve “her şeyin bir insanı sevmekle başlayacağına” inananlara söylenecek çok fazla sözümüz yok. Ama şunu belirtmeliyiz ki, devrimci bir mücadelenin zorluklarından ölesiye korkan ve kaçınanların daha adilâne bir dünya istekleri, onların ikiyüzlü düşlerinden başka bir şey değildir. Onların düşüncesinin ve yaşam pratiğinin sonu olsa olsa sistemin varlığını sürdürmesine yarayan bir “yardımseverlik” ahlâksızlığı olacaktır.
Bugün devrimci Marksistleri ilgilendiren konulardan biri de, genel olarak devrimci bir tutum içinde olmakla birlikte, kapitalizmden kurtulmanın “yoksulların ve ezilenlerin mücadelesi” gibi muğlâk bir politik çizgiyle mümkün olduğunu düşünenlerin tutumudur. Bu yanlış bakış açısına sahip olanlar, söylemde işçi sınıfının öncü ve hegemonik rolüne karşı çıkmıyor görünseler de, propaganda ettikleri görüşlerle Marksizmi tahrif ediyorlar.
Bunların bir kesimi, görüşlerini, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki örgütlü işçi hareketinin çeşitli nedenlerle reformistleşmesinden çıkarılan tümüyle izlenimci sonuçlara dayandırmaktadır. Bunlar, işçi sınıfının bu ağır taburlarının ve kitle örgütlerinin tekrar devrim yoluna sokulması için Lenin’in öğüt verdiği gibi sabırla çalışmak yerine, buradan kaçıp, ümitsizlik içinde “yeni devrimci dinamikler” arayışı içine girmektedirler. İşçi sınıfı mücadelesinin bir parçası olan ya da olması gereken muhtelif hareketleri çoğu kez yanlış biçimde adlandırarak ona alternatifmiş gibi sunmaktadırlar.
Diğer bir kesim ise, küçük-burjuva meşrebine uygun biçimde, işçi sınıfının kapsamını bilinçli bir şekilde daraltmakta, dolayısıyla toplumun azınlığını oluşturduğunu düşünmekte, onun devrimci potansiyeline inanmamakta ve bu nedenle de onun yerine icat ettikleri genel bir “ezilenler ve yoksullar” kategorisini ikame etmektedir. Marx’ın ve diğer devrimci Marksist önderlerin ücretli işçiyi tanımlamakta kullandıkları “proletarya” kavramının sadece fabrikada kol gücü ile çalışan işçileri kapsadığını düşünenlerin işçi sınıfının toplumun azınlığını oluşturduklarını sanmalarında bir gariplik yok elbette. Ancak Komünist Manifesto’da belirtildiği üzere, proletarya ile, “kendilerine ait hiçbir üretim aracına sahip olmadıklarından, yaşamak için işgüçlerini satmak durumunda kalan modern ücretli emekçiler sınıfı” kastedilmektedir. Dolayısı ile bugün dünyada da, Türkiye gibi ülkelerde de nüfus içerisinde çoğunluğu oluşturan sınıf proletaryadır. Çünkü insanların çok büyük bir bölümü, işsiz olanlar da dahil olmak üzere ücretli işçi konumunda yaşamını sürdürmeye çalışmaktadır. Yani “ezilenler” olarak işçi sınıfının dışında kategorize edilmeye çalışılan kesimlerin çoğu ister farkında olsunlar ister olmasınlar işçi sınıfının bir parçasıdır zaten.
Söz konusu kesimler dünyadaki ezilenlerin hareketini açıklarken de “Amerika/Los Angeles’daki siyahî ayaklanma ya da Fransa/Paris varoşlarındaki göçmen ayaklanmaları, ABD’de İspanyol göçmenlerin kitle hareketi vb. dikkat çekici örneklerdir. Emperyalist küreselleşme karşıtı hareketi, savaş karşıtı hareketleri de ezilenlerin hareketleri içerisinde görebiliriz” diyerek kafa karışıklıklarını iyice ortaya koymaktadırlar. Sanki saydıkları mücadelelere katılanların çoğunluğunu işçi sınıfından gelenler oluşturmuyormuş gibi.
Elbette işçi sınıfı kendisi haricindeki ezilenlerin sorunlarına da sahip çıkmalı ve onların taleplerini de kendi talepleri ile birlikte hayata geçirmek için mücadele etmelidir. Zaten burjuvaziye karşı mücadelesini yükseltirken kaçınılmaz olarak bunu da yapar. Asıl sorun son tahlilde küçük-burjuva sosyalizminden kopamayanların kendi politik perspektiflerini doğrulayabilmek için gerçekliği buralardan çarpıtmalarıdır. Kapitalist gelişme, sermayenin kendisini çoğaltması için çoğaltmak zorunda olduğu işçilerin sayısını ve dünya nüfusu içindeki ağırlığını hiç olmadığı kadar arttırmıştır. Böyle bir durumda işçi sınıfının gücünü görmezden gelen yaklaşımların gerçeklikle bağlarının kopmuş olduğunu söylemek hiç de haksızlık olmaz.
Bu söylemin oluşmasındaki bir başka önemli faktör de, gericilik koşullarının yarattığı atmosferde işçi sınıfı içerisinde sabırlı ve sürekli bir çalışmanın zorluklarından yılan bu kesimlerin, özellikle sanayi işçilerinin yerine kapitalizmin daha fazla ezdiğini iddia ettikleri kesimleri ikame etmek istemeleridir. Genel olarak yoksulların ve diğer ezilenlerin kapitalizme karşı mücadelede tutacakları yerin önemine ilişkin herhangi bir itirazımız yok elbette. Ancak Marksizmin kapitalizmin ortadan kaldırılmasına ilişkin düşüncesi bambaşka bir mücadele ekseninde yükselir; işçi sınıfının devrimci mücadelesi. Bugün de unutturulmaya çalışılan ve kimilerinin de umutsuzluğu yüzünden unuttuğu budur.
Marksizmin kurucuları, teorilerinde hiçbir zaman “yoksullar” ya da “ezilenler” gibi genel ve muğlâk kategoriler üzerinden düşüncelerini belirtmemişlerdir. Marksizm, modern üretimin asli öğesi olan proletaryanın, geleceğin toplumunu kuracak potansiyele sahip yegâne sınıf olduğunu ortaya koymuş ve tarih kimi zaman doğrudan, kimi zaman da tersinden bu öngörüyü doğrulamıştır.
Marksizm, proletaryayı, üretimde tuttuğu yer itibariyle, üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkiyi ortadan kaldırabileceği için ve hâkim sınıf haline geldiğinde mülksüz bir sınıf olması sebebiyle üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti kaldırabileceği için, dünyayı değiştirme mücadelesinin merkezine koymuştur. Tüm toplumsal hayatın temeli üretimse, proletarya, üretim faaliyetinin asli unsuru olarak bu merkezi rolü fazlasıyla hak etmektedir. Çünkü proletarya, hem var olanı yıkma, hem de yeni bir toplumu yaratma kapasitesine üretimden gelen gücü sayesinde sahiptir. Şalterler onun iradesiyle indiği zaman toplumsal yaşamı sürdürmenin olanağı ortadan kalkar ve şalterleri kendi yönetiminde tekrar kaldırdığında ise toplumun ezilen tüm kesimleri için yeni bir toplumsal yaşam oluşturmanın koşullarını yaratır.
Kapitalizm işçi sınıfı dışında tüm diğer sınıf ve katmanları daralttığı için kapitalizme karşı sürekli ve genişleyen bir mücadele sürdürebilecek tek tutarlı devrimci sınıf da proletaryadır. Sınıftan kaçışlarını teorize etme derdinde olanların iddialarının aksine proletarya büyümektedir ve üretimin tüm süreçlerinde daha fazla ve daha yaygın yer tutmaktadır. Öyleyse neden kapitalizme karşı işçi sınıfının devrimci mücadelesi değil de ezilenlerin, yoksulların mücadelesi diyelim? Bunun devrimcilerin ve işçi sınıfının kafasını karıştırmaktan ve mücadelede belirsizlik yaratmaktan başka neye faydası var?
Yoksulluğa karşı mücadele işçi sınıfı mücadelesiyle birleştiğinde anlamlıdır!
Her türlü çürüme, kapitalizmin tarihsel olarak gecikmiş ölümünün bedeli olarak toplumsal yaşamın dört bir yanını sarmış durumda. Bu durumun sonuçlarını da en ağır haliyle işçi sınıfı ve diğer ezilen kesimler yaşıyorlar. Yoksulluk ve sefalet dünya nüfusunun yarısından fazlasının yaşadığı bir yıkım olarak etkisini arttırıyor. 800 milyondan fazla insan, yani 11 tane Türkiye, her gün mutlak açlığa uyanıyor. Emperyalist savaşın getirdiği yıkımla birlikte bu sayılar daha da artacak, artıyor. Böylesi koşullar elbette insanların önemli bir bölümünü bu sorunlara çözüm aramaya yönlendirecektir.
Egemen sınıfın ideologları da kendilerine yönelecek bu tehlikenin manipüle edilmesiyle uğraşıyorlar. Gözler önündeki gerçekliğin farklı algılanması ve kapitalizmin yarattığı sorunlardan rahatsızlık duyanların beyhude çabalarla oyalanması için ellerinden geleni yapıyorlar. Tarih bilincini yitirmiş, sınıf bilincinin uzağında olanlara tarihte iflas etmiş çarpık fikirlerini yutturmaya uğraşıyorlar.
Kapitalizm varlığını sürdürdükçe yoksulluk da var olmaya devam edecektir. Bugün en gelişmiş kapitalist ülkelerdeki işçilere varıncaya dek dünyadaki bütün işçilerin büyük çoğunluğu yoksuldur. Çünkü yoksulluk sadece en temel yaşamsal ihtiyaçlardan yoksunluk anlamına gelmez. Üretim geliştikçe ihtiyaçlar da yeniden tanımlanacağı ve bu yüzden artacağı için, kapitalizmde işçiler her zaman ihtiyaçlarının bütünüyle karşılanamadığı bir durumda olacaklardır. Sefalet içinde olmayan işçiler de yoksul olmaktan kurtulamayacaklardır. Bu nedenle de yoksulluğa karşı mücadele kapitalizme karşı mücadeleden ayrı düşünülemez.
Bütün bunlar işçi sınıfının öncülerine ve enternasyonalist komünistlere görevlerini bir kez daha hatırlatıyor. Sonuçta yoksulluk ve sefalet ancak işçiler bilimsel sosyalizmin kılavuzluğunda dövüşürlerse ortadan kaldırılabilir.
Anlaşılıyor ki, Marksizmin kurucularından Engels’in 1878’de belirlediği görevlerde bugünün devrimcileri için değişen bir şey yok: “Bu dünyayı kurtarma işinin üstesinden gelmek: İşte modern proletaryanın tarihsel görevi. Bu işin tarihsel koşullarını ve bu yoldan niteliğini derinliğine irdelemek ve böylece bugün ezilen ve bu işi görmekle görevli sınıfa, kendi öz işinin koşulları ve niteliği üzerine bilinç vermek: İşte proleter hareketin dışavurumu olan bilimsel sosyalizmin görevi.” (Anti-Dühring, Sol Y., 3.bsk, s.406)
İşçi sınıfının militan mücadelesi ile birleşen devrimci Marksist dünya görüşü dışında hiçbir seçenek işçi sınıfının ve diğer ezilen kesimlerin derdine bugüne kadar çare olmadı. Bundan sonra da olmayacak.
link: Selim Fuat, “Yoksullar ve Ezilenler Hareketi” mi?, Mart 2007, https://marksist.net/node/1477
"Derin Devlet"
ABD’nin Yeni Stratejisi: Tüm Ortadoğu Irak Gibi Olsun!