Hrant Dink cinayeti sonrası en çok tartışılan konulardan birisi milliyetçilik idiyse diğeri de “derin devlet” oldu. Gerek cinayetin kendisi gerekse sonrasında açığa çıkanlar, burjuva diktatörlüğünün kan ve irinle bezeli karanlık yüzünün bir kez daha fark edilmesini sağladı. Elbette sermayenin düzeninde karanlık örgütlenme ve faaliyetlerin bütünüyle açığa çıkması mümkün olmasa da, Türkiye'deki durumun özgünlüğüyle alâkalı bir durum olarak, yine de ele avuca gelir bir siluetin ortaya çıktığını söylemek mümkün.
Bunda cinayet sonrası oluşan büyük tepkinin ihmal edilemez bir rolü olduğunu ve bu arada bu tepkinin de büyük ölçüde solun öncülüğü ve inisiyatifiyle gerçekleştiğini vurgulamak gerekiyor. Aslında bu işi tezgâhlayanlar çok büyük olasılıkla halkın vicdanında bu denli büyük bir sızlama ve takiben bu derece bir kitle tepkisi beklemiyorlardı. Sonuçta bu topraklarda “bir Ermeni”yi kim sahiplenirdi? Mevcut şartlarda bu anlık kitlesel tepkiden büyük sonuçlar beklemek yanlış olsa da, planlayıcılar açısından evdeki hesabın bu bakımdan çarşıya uymadığını söylemek yanlış olmaz. Sonuç olarak oluşan tepki ve infial, düzen içindeki çatlaktan daha çok bilgi sızmasına yol açtı ve liberal burjuva cenahın statükocu cenahı hedef alan salvolarına güç kattı.
Şüphesiz genel olarak bakıldığında Türkiye'deki kontrgerilla örgütlenmesinin ne menem bir şey olduğu yeni ortaya çıkmadı. Ancak son dönemde ortaya çıkan olgular bu yapılanmada yeni bir evreye girildiğini göstermesi bakımından önemli. Neredeyse MHP’ye bile rahmet okutacak (ve yine devlet fideliğinde büyütülmekte olan) binbir türlü ucube faşist örgütlenmenin ortalığa saçılışı, soy faşist bir söylemin fütursuzca boy göstermesi gibi olgular yeni dönemin önemli belirtilerini oluşturuyor. Bu belirtiler ve diğerleri Marksist Tutum olarak başından beri işaret ettiğimiz rejim krizinin geldiği yeni evrenin belirtileri ya da sonuçlarıdır. Bu nedenle ülke siyasetindeki tüm önemli gelişmelerin ve elbette “derin devlet”le ilgili yeni olgu ve eğilimlerin de esasen bu bağlam içinde görülmesi ve değerlendirilmesi gereklidir.
“Derin devlet” konusunda bugüne kadar çok şey söylendi. Gerek Türkiye’de gerekse de dünya ölçeğinde bu tür yapılanmalara ilişkin gazetecilik açısından epeyce malzeme bulunuyor. Bunlar elbette önemsiz değil ve düzenin doğasını somut işleyişi içinde gösteren çarpıcı olgular sunuyorlar. Ancak asıl önemli olan, tam da bu olgu ve eğilimlerin nasıl değerlendirileceği, nasıl yerli yerine oturtulacağı, nasıl yorumlanacağıdır. Bu nedenle meseleyi Marksist devlet teorisi temeline ve tarihsel perspektife oturtarak ele almaya ihtiyaç var.
“Derin devlet” nedir?
En başta temel bir noktanın altını çizelim. “Derin devlet” konusu genel olarak devlet/demokrasi konusunun, özel olarak da burjuva devlet/burjuva demokrasisi konusunun bir parçasıdır. Dolayısıyla burjuva demokrasisinin tarihsel evrimi bağlamından asla koparılmadan ele alınmak durumundadır. Bugün burjuva medyada yürüyen tartışmada konunun bu temel bağlantılarına değinildiğini duymak pek mümkün değildir. Bu tartışmalarda “derin devlet” denilen şeyden şikâyetçi olan ve eleştirel bir tutum sergileyen unsurlara baktığımızda, bunların demokrasi, devlet, hukuk gibi kavramları tarihdışı soyut kavramlar/normlar olarak varsaydıklarını ve asla sorgulama konusu etmediklerini görürüz.
Bunların bir kısmının durumunu, su içindeki balığın suyun farkında olmaması misali tüm düşünce mekanizmalarının burjuva önyargılar temelinde şekillenmiş olmasıyla açıklamak belki mümkünse de, büyük bir bölümünün durumu bununla açıklanamaz. Bunlar burjuva düzenin temellerinin sorgulanmasını bilinçli bir şekilde engellemeye çalışmaktadırlar. Her halükarda sonuç değişmemekte, geniş emekçi kitlelerin gerçekliğin özünü anlamaları engellenmektedir. Mevcut toplumun sınıflı bir toplum olduğu, sömürücü ve sömürülen, ezen ve ezilen sınıflara bölünmüş olduğu, bunun kaçınılmaz olarak sınıf mücadelelerini doğurduğu gerçeği gizlendiğinde devlet konusu da mistik bir şala büründürülmüş olur.
Bu mistik şalı yırtıp atmak için, hiç bıkmadan en yalın biçimde işin aslını açıklamaktan kaçınmamamız gerekiyor. Tüm sömürücü sınıflar gibi sermaye sınıfı da toplumun büyük çoğunluğunun sömürüsü temelinde kendisini var eden küçük bir azınlıktır. Bu durum sömürülen çoğunluğun yaşadığı sefalet ve acıların temel sebebi olarak eninde sonunda onların isyanına yol açar. Buna karşı sömürücü azınlığın sömürü düzenini sürdürmesi, çoğunluğun bastırılmasını gerektirir. Yani düzenin devamı için kaçınılmaz biçimde baskı ve şiddet gereklidir. Devlet denen örgütün tüm sırrı budur.
Kapitalizm öncesi sistemlerde yasanın ve şiddet tekelinin, yani devletin, egemen sınıfa ait olduğu gözden saklanamayacak kadar belirgindi, çünkü ezilen sınıfların devlet işlerine karışabildiklerine ve eşit haklara sahip olduklarına dair kuruntu beslemelerine yol açabilecek bir şey yoktu. Oysa burjuva toplumunda hukuki ve siyasi olarak hiç kimsenin doğuştan gelme bir ayrıcalığı yoktur, “herkes eşittir”, “egemenlik kayıtsız şartsız halkındır”, “seçme ve seçilme hakkı” olan halk güya devlet işlerini belirlemektedir. Bu durumda güya herkese karşı eşit mesafede duran, herkesin devleti olan devlet de sınıfdışı bir varlık haline gelir. Devletin tarafsız olduğu yanılsamasının sürdürülmesi için, ezilen sınıflar üzerindeki devlet baskısı ve şiddetinin meşrulaştırılması gerekir. Ancak baskı arttığı ölçüde onu meşrulaştırmak zorlaşır ve bu durumda da baskının kaynağının devlet olduğunun gizlenmesi gereği doğar. “Derin devlet”in sırrı da budur.
Dolayısıyla devlet baskısı eninde sonunda yasadışı-gizli-gayrimeşru biçimler de almak zorunda kalır. Görünürdeki anayasanın yanı sıra gizli anayasalar, kırmızı kitaplar; görünürdeki devlet örgütlenmesinin yanı sıra gizli örgütlenme ve faaliyetler olmak zorundadır. Bu olgu kendisini tarihsel bir evrim içinde ortaya koyar. Burjuva devrimlerin halk dinamiğinden miras kalan demokratik gelenek ve mekanizmaların kapsamı özellikle emperyalizm dönemine girildiği andan itibaren dört bir koldan daraltılmaktadır (bu arada, yakın zamana kadar bu eğilimi yine de belli ölçülerde dizginleyen asıl unsurun işçi sınıfının mücadelesi olduğunu belirtmek gerekiyor). Bu çerçevede demokratik hakların kapsamı daraltılarak devletin yasal baskı kapasitesi arttırılırken, öte yanda devlet uygulamalarında keyfilik artmakta ve gizli devlet aygıtının kapsamı genişlemektedir. Yani baskı temel olarak her iki koldan, hem yasal/açık hem de yasadışı/gizli koldan tarihsel olarak artma eğilimindedir.
Türlü türlü komplolar, faili meçhul cinayetler, kışkırtmalar, başta muhalifler olmak üzere giderek tüm toplumu kuşatan izleme-gözetleme gibi gelişmeler, gerçekte bunayan kapitalizmin kendini ayakta tutabilmek için giderek korkunç bir Büyük Birader’e dönüşmesinin kaçınılmazlığını göstermektedir. Kapitalizm bir yandan faşizm ve Bonapartizm gibi olağanüstü yönetim biçimlerini yedeğinde tutarken, diğer yandan olağan rejimi olan parlamenter demokrasinin de gitgide altını oyup, onu alttan alta bir polis devleti ile doldurarak etkisizleştirmektedir. Diyalektik bir formülasyonla diyebiliriz ki, olağanın içindeki olağanüstü öğe büyümekte, bir bakıma olağanüstü olağanlaşmaktadır.
Dünya kapitalizminin son yıllarda içine girdiği tarihsel bunalım ve bunun bir ifadesi olan emperyalist savaş konjonktürü de bu eğilimlere genel anlamda taze bir itilim vermiştir. Geçmişte burjuva demokrasisinin ana yataklarından biri olan ABD, II. Dünya Savaşının sonlarından beri emperyalist sistemin ana üssü olarak bu gerici eğilimlerin başlıca taşıyıcısı konumundadır. 11 Eylül’den bu yana çıkan yeni baskıcı yasalar ve artan keyfi uygulamalarla temel demokratik haklar büyük darbeler almış, gizli devlet aygıtının etkinliği artmış, Büyük Birader’e doğru yeni adımlar atılmıştır. Bunlar emperyalizm aşamasındaki kapitalizmin çürümüşlüğünün, bunamışlığının şaşmaz ifadeleridir.
“Derin devlet” kavramı Susurluk kazasından sonra ortaya çıktı. Aslında daha önce kontrgerilla olarak anılan şeye takılan yeni bir isimdi. Şu ya da bu niyetle değişik kişiler kavrama değişik içerikler yüklemiş olsalar da, bundan anlaşılan şey üç aşağı beş yukarı belliydi. Bununla devletin olağan mekanizmalar çerçevesinde, yani yasal/açık baskı aygıtı ile “çözemediği sorunların icabına bakmak” için yasadışı/gizli alanda oluşturduğu örgütlenme ve faaliyetler anlaşılmaktaydı.
Bugün Hrant Dink cinayetinden sonra alevlenen “derin devlet” tartışması, “kontrgerilla” ve “Özel Harp Dairesi” kodlarıyla 70’lerde başlamış ama 80’lerde kesintiye uğramış, daha sonra Susurluk vesilesiyle yeni bir düzlemde tekrar gündeme gelmiş olan tartışmanın devamıdır. Bu tartışmanın burjuva düzen içi tarafları, son tahlilde burjuva devletin bu tür faaliyet ve örgütlenmelerine karşı olmak ya da olmamak çevresinde kutuplaşmaktadırlar. Bu da, öyle ya da böyle, devlet baskısının genel olarak meşrulaştırılması anlamına gelmektedir. Zaten burjuva düzen çerçevesinde “derin devlet”i eleştirenler bunu genelde burjuva devletin meşruiyetinin zarar görmemesi, emekçi kitlelerin olası tepkisinin bir bütün olarak burjuva düzene yönelmemesi için yapmaktadırlar. Öyle ya, “hepimiz aynı gemideyiz” ve “devlet hepimize lazım!”
Oysa Marksistlerin geniş emekçi yığınlara kavratmakla yükümlü oldukları gerçeklik, kapitalist çürüme çağında burjuva devletin bu tür örgütlenme ve faaliyetlerinin onun ayrılmaz bir parçasını oluşturduğudur. Egemen sınıfın baskı aygıtı olarak devletin yasal/açık ve yasadışı/gizli ayakları tamamlayıcı bir bütün oluştururlar. Esasen 20. yüzyılın başlarından itibaren burjuva devletin yapılanması bu temeller üzerine oturmuştur. Bu, birkaç kötü adamın kendi başına kâh orada kâh burada çevirdikleri bir kumpas olmayıp, burjuva devletin emperyalizm çağında giderek yerleşmiş olan normudur.
Bir devlet aygıtı, uygulamak zorunda olduğu baskı ve şiddetin büyüklüğü ölçüsünde böyle bir kol geliştirmek zorundadır. Bu nedenle 1800’lü yılların sonları ve 1900’lü yılların başlarında Avrupa gericiliğinin kalesi ve yeryüzünde devrimci hareketin de en gelişmiş olduğu Rus Çarlığının gizli polis örgütü Ohrana dünya ölçeğinde nam salmıştı. Daha sonra gizli baskı aygıtı konusunda liderlik 1930’lardan itibaren dünya karşı-devriminin merkezi haline gelen Nazi Almanya’sına geçti. 1945’e kadar gücü ellerinde tutan Naziler, komünistlere ve daha sonra her türlü muhalife karşı, ardından milyonlarca Yahudinin katledildiği soykırımda ve nihayet işgal ettikleri Avrupa’daki direniş hareketlerine karşı gizli baskı aygıtının yöntem ve araçlarını rafine hale getirdiler.
Ama “derin devlet”in diyelim genel bir norm haline gelişi esas olarak II. Dünya Savaşı sonrasında olmuştur. Savaş bittiğinde kapitalist dünyanın nizamı toplumsal yaşantının her düzleminde yeniden oluşturuldu. Emperyalizmin küresel efendisi konumundaki ABD, Nazi kasaplarını işe alıp, bunların uzmanlığından yararlanarak hem içeride hem dışarıda devasa bir iç savaş örgütlenmesi yarattı. Bugün yaygın olarak Gladio adıyla bilinen yapı güya NATO şemsiyesi altında, gerçekte CIA kontrolünde gizli olarak örgütlendi. Bu yapı Türkiye de dahil olmak üzere sayısız ülkede birçok katliam, provokasyon, darbe, karşı-devrimci isyan, suikast vs., akla gelebilecek her türden vahşet ve melaneti gerçekleştirdi.
Bu konuda birçok bilgi, belge açığa çıkmıştır. Şüphesiz bilinenler bilinmeyenlerin yanında azdır. Ancak bizim açımızdan bunları uzun boylu sıralamanın gereği yoktur. Asıl olan, bu tarihsel kaydın da doğruladığı, çürüme çağındaki burjuva devletin mantıksal gerçekliğidir. Tekrar etmek gerekirse, “derin devlet” burjuva devlete dışsal ya da ondan arındırılabilir bir şey değil, onun ayrılmaz bir parçasıdır. Burjuva liberaller sanki kapitalizmin bu çürüme çağında “derini” olmayan bir burjuva devlet olabilirmiş havası yaratmaktadırlar. Bu kasıtlı bir aldatmaca değilse kuruntudan başka bir şey değildir. Kapitalizm varlığını sürdürecekse, bir baskı aygıtı anlamında devlet hem yasal/açık hem de yasadışı/gizli anlamda büyüyecek ve özellikle burjuva demokrasisi görüntüsü muhafaza edildiği müddetçe devlet daha da aysbergleşecek, su altındaki kısım genişleyecek, derinleşecektir.
Bu şartlarda tutarlı demokrat olabilmenin temel koşulu yasal/açık ve yasadışı/gizli ayaklarıyla bir bütün oluşturan baskıya tümden karşı çıkmaktır. “Derin devlet” kavramı, bağlamı ve anlamı yerli yerine oturtulduğunda bir sorun teşkil etmemekle birlikte, devletin yasal/açık baskı mekanizmalarını görüş alanının dışına çıkarmaya hizmet ettiği ölçüde dikkatli olunması gereken bir kavramdır. Devletin baskı aygıtı olarak kendi anayasa ve yasalarını çiğneme eğiliminin sistematikleşmesi ve süreklilik arz eden bir kurumlaşma haline gelmesinin hem tarihsel hem de pratik anlamı vardır ve bu olguyu (eğilimi) anlatmak üzere bir kavram kullanılmasının kendi başına bir sakıncası yoktur. Sonuçta geçmişte kontrgerilla kavramı ne anlatıyorduysa bugün “derin devlet” kavramı da esas olarak aynı şeyi anlatmaktadır.
Devlet baskısının bu iki ayağı sadece kavramsal-mantıki bir bütünlük olmakla kalmaz, aynı zamanda fiili bir bütünlük de oluşturur. Böylece yasal ve yasadışı arasında, açık ve gizli arasında örgütsel ve faal anlamda geçişler, işbölümleri oluşur. Örneğin gizli aygıtın unsurları sanıldığı gibi yalnızca gizli servisler, ordu ve polis içinde değil devlet aygıtının neredeyse bütününe dal budak salmışlardır. Burada yargı aygıtının özel bir önemi vardır, çünkü işler yolunda gitmeyince ya da katlanılması gereken bazı doğal sonuçlar ortaya çıkınca bunları şu ya da bu ölçüde bertaraf etme işinde yargı aygıtı büyük rol oynar. Çakıcılar, Kırcılar ve daha nicelerinin “yargı skandalı” hikâyelerini anlatmaya gerek yok. Ancak güncel bir iki örneği kısaca hatırlatmak yine de isabetli olur. Meselâ son günlerde gündemde olan Yasin Hayal vakası bunun güzel bir örneğidir. Bir solcu genç sokağa Molotof kokteyli attığı için yıllarca hapis yatabilirken, bir restoranı bombalayıp kimisi ağır olmak üzere altı çocuğu yaralayan bu faşist birkaç ay yatıp tutuksuz yargılanmak üzere salıverilebilmektedir. Başka bir güncel örnek Danıştay saldırısının failinin de karıştığı Cumhuriyet gazetesi bombalamalarının mahkemesinde yaşandı. Hâkim, hem savcı hem avukatların talebine rağmen, kullanılan MKE yapımı bombaların nereden geldiğinin araştırılması talebini reddetti. Sonuç olarak mahkemeler de bu faaliyetin bir kolu olarak bu tür kişileri beraat ettirir ya da hafif cezalarla atlatmalarını sağlar. Eğer bu da fazla gelirse sırada cezaevleri vardır, oralardan firar etmeleri sağlanır vs…
Aynı bağlamda bir başka gerçekliği de hatırlatalım. İçeriği şu ya da bu ölçüde mecliste görüşülüp onaylanan bir örtülü ödenek vardır. Yani devletin gizli faaliyetleri için meclis tarafından alenen bütçe ayrılır. Elbette gizli faaliyetlerin bütünü buna bağlanamayacağı için bu örgütlenmeler “kendi başlarının çaresine de bakarlar”. Bugün dünyadaki uyuşturucu ticaretinin anlamı esasen bu faaliyetlerin finansmanıdır. Kara para aklama, kumar sektörü ve daha başka “ticari” faaliyetler de aynı amaca hizmet ederler. Son tahlilde yasadışı ve gizli olanın finansmanının tümüyle yasal olması işin doğasına aykırıdır. Yine soygunlar ya da temiz görünümlü ticari faaliyetler de işin bir parçasını oluşturur.
Geniş bir kitleselliğe ulaşmış Kürt hareketine karşı yürütülen savaşta bu aygıt ve faaliyetleri olağanüstü ölçüde geniş ve sık bir hal aldı. Ama bir şey büyüdükçe saklaması zorlaşır. Bu olağanüstü şişme, beraberinde kontrol dışına çıkmayı ve ifşa olmayı getirdi. Böylece esas olarak 90’ların ortalarında yaşanan ve Susurluk’ta doruğa çıkan kısmi bir tasfiye ve iç rekabet süreci de yaşandı. İşte bu süreçte “derin devlet”i bu kontrol dışına çıkan ve genelde devletin maaşlı-bordrolu elemanı olmayan unsurlara indirgeyici nitelikte “çeteleşme” kavramı ortaya atıldı. Nitekim “derin devletin varlığını kabul etti” diye sunulan başbakanın tarifi de esasen “çeteleşmeye” indirgeyici bir tarifti. Oysa ne “derin devlet” çete faaliyetlerine indirgenebilir ne de çete faaliyetleri “derin devlet” faaliyetinin olağandışı bir yüzüdür. Başta ABD olmak üzere çeteler (gangsterler) Türkiye’de ve dünyanın her yerinde “derin devlet” faaliyetlerinin olağan bir branşıdır. Devletin yasadışı/gizli faaliyetleri olacaksa, bunun için devlet memuru olmayan ve pis işlere yatkın unsurların, yani suçla haşır neşir unsurların, canilerin kullanılması kaçınılmazdır. 20. yüzyıldaki birçok kitle katliamında hapishanelerdeki suçluların kullanılmış olması gerçeği bunu net bir şekilde gösterir. Bu arada bu yöntemin bu topraklarda da egemenler tarafından ustalıkla kullanılan bir yöntem olduğunu hatırlatalım. 1915 Ermeni kırımında bilumum cani bu şekilde kullanılmıştır.
Devlet geleneği ve rejimin tarihsel bunalımı
“Derin devlet”in esas olarak kapitalizmin çürüme eğilimlerinin ve baskıcı doğasının hâkim hale geldiği emperyalist evrenin bir ürünü olduğunu belirtmiştik. Bu bakımdan “derin devlet” emperyalizm çağına ilişkin olarak Lenin tarafından vurgulanan siyasal gericilik eğiliminin bir cisimlenişidir. Kapitalizme doğru adımlarını esas olarak emperyalizm çağında atan Türkiye toprağında ise siyasal gericilik zaten kendi Asyatik biçimi içinde mevcuttu. İyi bilindiği gibi bu topraklar burjuva devrimini demokratik öğeden yoksun bir tepeden devrim süreci olarak yaşadı ve “devleti kurtarma” amacıyla yola çıkmış olan Osmanlı egemen sınıfının içinden bir bölük, bu süreçten Bonapartist bir burjuva diktatörlük çıkardı.
20. yüzyıla dönülen süreçte özellikle Balkanlar’daki gerileyiş ve çözülüş süreci hızlanan Osmanlı’da, egemen sınıfın Batılı eğitim almış kimi genç unsurları Balkanlar’da bağımsızlık mücadelesi veren halklara karşı komitacılık temelinde örgütlenme ve savaşma tecrübesinden geçti. Başlangıçta illegal ve gizli bir örgüt olan İttihat ve Terakki’nin kadrolarını oluşturan bu unsurlar süreç içinde devlet aygıtındaki etkinliklerini arttırdılar ve nihayetinde iktidarı ele geçirdiler. Bu unsurlar “devleti kurtarmak” için, bir tehdit olarak gördükleri imparatorluk bünyesindeki gayrimüslim halklara karşı, ana vurucu gücünü kendi gizli savaş örgütlenmelerinin oluşturduğu bir aygıtla büyük katliamlar yürüttüler. Yüzbinlerce Ermeninin katledildiği 1915’teki büyük soykırım bu kanlı faaliyetin doruk noktalarından birini oluşturur. Teşkilatı Mahsusa adıyla bilinen bu örgütlenme esasen bu süreç içinde kurulan TC’nin de harcını karmıştır.
Teşkilatı Mahsusa, İttihat-Terakki önderlerinin en kötü ihtimale, yani savaştan yenik çıkma ve işgale uğrama ihtimaline karşı geniş kapsamlı bir iç savaş ve direniş için hazırlanmıştı. Mustafa Suphilerin katledilmesi de dâhil olmak üzere birçok gizli kıyım örgütleyen bu yapı, daha o zamandan, emperyalist gizli servislerle aşık atacak tecrübeler kazandı. Bu devlet geleneğinin emperyalizm çağının gerici eğilimleriyle buluşması bu bakımdan hiç de zor olmadı. Bu temelde II. Dünya Savaşı bitiminde NATO ve CIA merkezli gizli iç savaş örgütlenmesine eklemlenme kolayca gerçekleşmiş ve katliam ve komplolar dünyasında yeni ufuklara yelken açılmıştır. Böylece devrimcilere, işçilere, emekçilere, muhalif aydınlara, ezilen halkların temsilcilerine karşı her türlü suçu işleyen bu karşı-devrim aygıtı, Asyatik despotizmin damgasını vurduğu “yerli tecrübelerini”, Nazilerin birikimini devralıp bunları daha da rafineleştiren Amerikan emperyalizminin tecrübe ve olanaklarıyla da yoğurarak bugüne gelmiştir.
Bu bağlamda “derin devlet” meselesini tamamen ya da esasen Türkiye’deki özgül devlet geleneklerine bağlamak pek doğru olmadığı gibi, yaygın söylemle “zihniyet”e bağlamak hiç doğru değildir. Yukarıda açıkladığımız gibi işin esası burjuva demokrasisinin evrensel doğası ve geçirdiği genel tarihsel evrimdir. Aksi takdirde ne genel olarak böylesi bir gelenekten söz edemeyeceğimiz Batılı emperyalist ülkelerdeki “derin devlet”i açıklayabiliriz, ne de günümüzde genel olarak bu örgütlenme ve uygulamaların artışını. Ama diğer taraftan söz konusu geleneklerin de bir rolü mevcuttur. Bunlar bir yandan emperyalist gericiliğin son meyvelerini benimsemede mükemmel bir doku uyumu gösterilmesini sağlarken, diğer yandan bu yapılanma ve faaliyetlere kendine has rengini, şiddetini, özel biçimlerini, yaygınlık derecesini vb. verirler. Bu söylediklerimiz söz konusu geleneklerin önemsiz olduğu anlamına gelmez. Aksine özümsenmiş bir “devlet hafızası” olarak iş gören bu gelenekler, uygulamada egemenlere büyük avantajlar sağlar.
Başta belirttiğimiz gibi bugün bu aygıt ve faaliyetleri yeni bir evreye girmiş durumdadır. Hepsinin altından emekli general ve subayların çıktığı yeni yeni “Kuvvacı” faşist örgütlenmelerin ve esasen 2005 Newroz’undan bu yana girilen yeni provokasyonlar sürecinin bir anlamı budur. Özellikle Irak’ın 2003'teki işgali ve Irak Kürdistanı’ndaki devletleşme süreciyle birlikte Kürt sorununun aldığı yeni uluslararası boyut Türkiye’de 85 yıllık rejimin tarihsel korkularını fena halde depreştirmiş durumdadır. Rejim bekçiliğine soyunmuş egemen sınıf kesimleri aynen zamanın İttihat-Terakki’si gibi kendilerini en kötü ihtimale (bir bölünme sürecine) hazırlıyorlar. Bu çerçevede iç savaş aygıtına, Osmanlının çöktüğü ve TC’nin kurulduğu süreçtekine benzer bir misyon ve şekil kazandırılmakta olduğu anlaşılıyor. Bu kesimler, zamanında Ermeniler ve Rumlara yapılanların bu kez de Kürtler için gerekli hale gelebileceği üzerine birtakım hesap ve hazırlıklar yapmaktadırlar. Bu hazırlıkların rengi, bazı illerin muhtemel pogrom provaları için pilot bölgeler olarak seçilmiş olması, Kürtlerin “sürülmesi”, “kısırlaştırılması” gibi Nazi söylemlerinin ayyuka çıkması gibi olgulardan iyice anlaşılmaktadır. Bunları yapanların patolojik vakaymış gibi ele alınması tarihten hiç ders alınmaması anlamına gelir.
Bu yapılanmaların maksatlarına erip eremeyecekleri kısmen emperyalist savaş sürecinin dönüşlerine ve bununla da bağlantılı olan burjuvazi içindeki kapışmaların seyrine, ama en çok da işçi sınıfının mücadelesine bağlıdır. Bütün bu faşist örgütlenme ve söylemlerin “vatanseverlik” teması üzerine kurulu olduğu somut şartlar altında, sol adına “yurtseverlikten” dem vurmanın Büyük Türk şovenizmine hizmet ettiği açıktır. Gün, “derin”lerden yükseltilen ve giderek daha vahim sonuçlarıyla karşılaşacağımız şoven-faşist azgınlığa karşı, işçi sınıfının anti-faşist, anti-şovenist, enternasyonalist mücadelesini daha bir kuvvetle örgütleme günüdür.
link: Levent Toprak, "Derin Devlet", Mart 2007, https://marksist.net/node/1464
Çocuk Pornosu Bahane
“Yoksullar ve Ezilenler Hareketi” mi?