İnsanlık emperyalist-kapitalist sömürü düzeninde, burjuvazi denilen soyguncu sınıfın elinde can çekişmeye devam ediyor. Kapitalist sistem ve uluslararası burjuvazi tüm pervasızlığıyla işçi sınıfına yeni saldırılar düzenlemekle meşgul. En başta kapitalizmin merkezleri olan Avrupa ve ABD’de olmak üzere dünyanın her yerinde, burjuvazi işçi sınıfının elindeki son kırıntıları da almak, onu daha da örgütsüzleştirmek ve kapitalizmin ilk dönemlerindeki vahşi koşullara geri döndürmek istiyor.
Burjuvazi, işçi sınıfının geçmişte verdiği mücadeleyle elde ettiği her türlü kazanımı olanca saldırganlığıyla yok etmektedir. İşsizliğin ve yoksulluğun artışı, reel ücretlerdeki düşüş, sosyal hakların gaspedilmesi, “esnek üretim” denilen ve aşırı sömürüye dayanan çalışma koşullarının dayatılması vb. Üstelik bu saldırılar ilk önce kapitalizmin kaleleri sayılabilecek Avrupa, ABD ve Japonya gibi en gelişmiş emperyalist metropollerde gerçekleşmiştir.
Burjuvazinin bu saldırılarından işçi sınıfının ekonomik mücadele örgütleri olan sendikalar da nasibini almaktadır. İşçi sınıfının doğal ve ilksel örgütleri olan sendikalar, 80’li yıllarla başlayan ve 90’lı yıllarda hızlanarak ilerleyen ağır darbelerle son derece zayıflamış ve kan kaybetmişlerdir. Bugün dünyanın her yerinde sendikalı işçi sayısı hızla azalmakta, sendikal örgütlülük zayıflamaktadır. Burjuvazi saldırılarının başarıya ulaşması için işçi sınıfının sendikal örgütlülüğüne ciddi yasal engellemeler getirmekte, sendikal haklar kısıtlanmakta, sendikal yasaklar artmakta, taşeronlaştırma ve esnek çalışma gibi saldırılarla sendikalılaşma oranı aşağı çekilmektedir. Sendikal mücadele alanındaki bu geriye düşüş, işçi sınıfının uluslararası devrimci örgütlülüğünün mevcut bulunmadığı günümüz koşullarında daha da derinleşmekte ve işçi sınıfı atomize olmakla karşı karşıya bulunmaktadır.
Uzun yıllar boyunca işçi sınıfının uluslararası alanda elde ettiği tüm tarihsel kazanımların yozlaştırılarak yok edilmesinin yaratmış olduğu tahribat, burjuvazinin bugünkü saldırılarının başarıya ulaşmasında da en büyük etkenlerden biridir. Yıllar yılı dünya işçi sınıfının sendikal ve siyasal örgütlerini tahakkümü altında tutan bürokratik anlayışlar, tarihsel görevi kapitalizmi yıkmak olan işçi sınıfına kapitalizm ile uzlaşmasını önermiş ve onu enternasyonalizm yolundan çıkartarak şu ya da bu türden bir milliyetçiliğin kuyruğuna takmıştır. İşçi sınıfının burjuvazi ile uzlaşmasını sağlayan ve siyasal mücadeleyi reformizme indirgeyen bu anlayışlar, sendikalar içinde de aynı çizgiyi koruyarak işçi sınıfını ücret mücadelesine, dar bir ekonomizme mahkûm etmiştir.
Neticede bu sınıf uzlaşmacı politikaların yarattığı tahribat, işçi sınıfının uluslararası hareketinde büyük bir gerileme ve hafıza kaybıyla sonuçlanmış, işçi sınıfı mücadelenin tüm cephelerinde geçmişteki mevzilerini birer birer yitirmiştir. Bu süreç, sol hareket içinde derin çarpılmaların ve savrulmaların oluşmasına ve hareketin sınıfla bağlarının iyice kopmasına yol açmıştır.
Ne var ki, emperyalist-kapitalist sistemin derin bir ekonomik krize girdiği bu dönem, işçi sınıfına yönelik saldırıların artmasının yanı sıra, devrimci fırsatlar sunması bakımından da önemlidir. Unutmayalım ki, devrimci durumların ortaya çıkma olasılığı tam da bugünkü gibi kriz ve savaş koşullarında kat be kat artar. Burjuva ideologlarının ve “sol” liberallerin uydurdukları “sınıf mücadelesinin sona erdiği” yollu safsataları bir yana bırakırsak, Avrupa ve ABD’de küreselleşme karşıtı gösterilerle başlayan ve savaş karşıtı eylemlerle devam eden, bunun yanı sıra Latin Amerika’da devrimci bir tarzda ilerleyen sürecin, aslında işçi sınıfının uzun süren uykusundan uyanmasının işaretleri olduğunu görürüz.
Gericilik döneminden çıkışın önbelirtileri anlamına gelebilecek bu tür yükseliş işaretleri, sınıf mücadelesinin en temel sorunu olan örgütlülük sorununun altını bir kez daha çizmemizi gerektiriyor. Örgütlülük sorunu dendiğinde, bugün artık çok daha çetrefilli gözüken bir sorunla karşı karşıyayız. Bir düzey sınıfın sendikal örgütlülük düzeyidir. Bir diğer düzey, işçi sınıfının ileri unsurlarının devrimci örgütlülüğü düzeyidir. Bu ikisinin birbirine bağlanması ise işçi sınıfının kurtuluşu açısından en kilit noktayı ifade ediyor. Ne var ki, bırakalım sınıfın öncüsünün devrimci siyasal örgütlülüğü sorununun halen çözülememiş olmasını, bugün işçi sınıfının sendikal örgütlülüğünün varlığı, gücü ve belirleyiciliği o denli zayıflamıştır ki, bu tür örgütler tarihte hiç olmadığı kadar gerek işçilerin gerekse de sol çevrelerin güven ve ilgisini kaybetmiş gözüküyorlar.
Durum bu olunca, bu çıkmazdan bir çıkış yolu bulabilmek için ileri sürülen öneriler ve yöntemlerin sayısı da gün geçtikçe artıyor. Ne var ki, bu arayışların çoğunluğu, burjuvazinin özellikle SSCB’nin çöküşünden sonra eşi görülmemiş ideolojik saldırılarının da etkisiyle, işçi sınıfından ve onun örgütlülüklerinden kaçış eğilimiyle sakatlanmış durumdadır. Sınıfa dönük kuşkucu tavırlar hiç olmadığı kadar artmış ve işçi sınıfının dışında sözde devrimci dinamikler arayışı da aynı ölçüde hızlanmıştır.
İşçi sınıfının devrimci potansiyeline bilimsel bir temelde inanç beslemeye devam eden bizler açısından, sınıf hareketinin ve bu hareketin sendikal boyutunun taşıdığı sorunların temelinde, aslında sınıfın devrimci siyasal örgütlülüğünün bulunmayışı yatmaktadır. Bu sorunun üstünden atlayan hiçbir arayış, bugün sınıfın sendikal düzeydeki sorunlarına da uygulanabilir bir çözüm önerisi sunamayacaktır.
Öte yandan, sorunun bu şekilde konulması, hiç şüphesiz sınıf hareketinin, “o gün” gelene kadar ertelenmesi anlamına gelmiyor. Tersine. Böylesi bir devrimci önderliğin yaratılması, sınıf hareketinin dışında hiçbir zeminden beslenemez. Dolayısıyla devrimci sınıf bilinciyle donanmış işçilerin, bulundukları işyerlerinde ve sendikal örgütlülüklerde, sınıf mücadelesini bizzat taban inisiyatifini geliştirerek örgütlemek, sendikal örgütlülüklere sahip çıkmak ve güçlendirmek için militan bir sınıf sendikacılığı perspektifiyle donanmış olmaları gerekiyor.
Sendikalar işçi sınıfının birer silahıdırlar. Bu silah bugün paslı, mekanizması bozuk ve uzun süre kullanılmamaktan dolayı işe yaramaz haldedir. Hatta çoğu zaman işçi sınıfı bu silahı kullanmasını da bilmediğinden, burjuvazi tarafından bizzat kendisine karşı kullanılmaktadır. Ama bu durum onun bir silah olduğu ve hatta işçi sınıfının elinde bir silah olduğu gerçeğini değiştirmez. Yapılması gereken, bu silahı temizleyerek işler hale getirmek ve burjuvaziye doğrultmaktır.
Ne var ki işçilerin çoğunluğu henüz bu bilinçten yoksun durumdadırlar. Dolayısıyla sendikalarda uzun soluklu, ciddi bir çalışma yürütülmeden, kaybedilmiş mevzilerin tekrar kazanılması mümkün olmayacaktır. Yapılması gereken, işçi sınıfına ve onun ideolojisine yakışır tarzda politikaların, militan bir sınıf sendikacılığı anlayışının savunulması ve örgütlenmesidir.
Sendikalar siyasetten değil, burjuvaziden ve onun devletinden bağımsız olmalıdır
Sendikalar, aksini iddia ettikleri durumda bile, gerçekte siyasetten bağımsız değildirler. Fakat sendikaların yürüteceği mücadeleyle, sınıfın öncü ve bilinçli kesiminin devrimci siyasal faaliyeti nitelik ve kapsam bakımından birbirinden ayrı şeylerdir. İşçi sınıfının yığınsal örgütleri olan sendikaların, devrimci bir siyasi partiden ciddi anlamda farklılıkları vardır. İşçi sınıfının partisinin amacı kapitalizmi tasfiye etmektir; onun mücadele ve örgüt anlayışını belirleyecek olan hedef budur. Oysa sendikalar işçi sınıfının sadece solcu, devrimci veya komünist kesimlerini değil, siyasal görüşlerine göre bir ayrım yapılmaksızın tüm kesimlerini kucaklayan örgütlerdir. Bu yüzden işçi sınıfının siyasal ve sendikal örgütlerinin birbirine karıştırılmaması gerekir.
Burjuvazinin sendikal bürokrasi eliyle sendikal hareket içine yerleştirmeye çalıştığı ve büyük oranda da başarılı olduğu, “sendikalar ekonomik mücadele araçlarıdırlar, siyaset yapmamalıdırlar” düşüncesi, tastamam burjuva bir siyaset demektir. Egemen burjuvazi iktisadi alandaki sorunlarla siyasal alandaki sorunları birbirinden ayrı sorunlarmış gibi empoze eder ve işçilere yalnızca kendi iktisadi sorunlarıyla ilgilenmesini, bu ilgiyi de ücret sorunu üzerinde odaklaştırmasını dayatır. Oysa gerçekte ekonomi ve siyaset birbirinden ayrı tutulamaz. Siyaset yoğunlaşmış ekonomiden başka bir şey değildir. Bu anlamda işçi sınıfının ekonomik ve siyasal mücadelesini birbirinden koparmak, birinden birini reddetmek, küçümsemek ya da bilinçli olarak ihmal etmek işçi sınıfını burjuvazinin elinde zavallı bir kuklaya çevirmek demektir.
İşçi sınıfının kendini burjuvazinin istediği gibi sadece ekonomik mücadele ile sınırlaması, gerçekte her türden siyaseti dışladığı anlamına gelmez. Fakat bu kapsamla sınırlı bir siyaset nihayetinde burjuva bir siyasettir. Ücretlerin arttırılması, çalışma koşullarının iyileştirilmesi veya meclisten işçi sınıfının lehine yasalar çıkarılması için, yahut işçi sınıfının aleyhine yasaların çıkarılmaması uğruna verilen tüm mücadeleler bu anlamda burjuva siyasetinin sınırlarını aşmaz. Örneğin henüz meclisten yeni geçmiş olan İş Yasasının çıkmasını engellemek adına yapılan tüm eylemler bu türden siyasi mücadeleler olarak değerlendirilebilir.
Devletin ve burjuvazinin bir uzantısı haline gelen sendikal bürokrasi, denetiminde tuttuğu sendikaları, burjuva ideolojisinin üretildiği ve yayıldığı örgütler haline getirmeye çalışmakta ve bunda da önemli ölçüde başarılı olmaktadır. Bu durumdan kurtulmanın ilk adımı işçi sınıfının sendikalarına sahip çıkması, sürekli denetlemesi, tepesindeki bürokrasiye karşı sürekli bir mücadele yürütmesidir. Sendikaların bürokratik işleyişlerinin kırılarak demokratik bir işleyişe kavuşturulmaları, işçi sınıfını devlete yani burjuvaziye bağlamaya çalışan asalaklar sürüsüne vurulacak bir darbe anlamına gelecektir. Bir bağımsızlıktan söz edilecekse, söz konusu olan sendikaların siyasetten değil, devleti ve ideolojisiyle burjuvaziden bağımsızlığı olmalıdır. Sorun sendikalarda siyaset yapılıp yapılmayacağı değil hangi siyasetin yapılacağıdır.
Sendikal hareketin sorunları sendikaların dışından gazel okumakla çözülemez
Sendikal hareketin içinde bulunduğu sorunlar nedeniyle sendikalara karşı yanlış yaklaşımlar güç kazanmaktadır. Bu tür yanlış yaklaşımların ortak noktası, sendikaları devlet aygıtının doğrudan bir parçası olarak değerlendirip onlara karşı düşmanca bir tutum takınmaktır. Oysa devlet aygıtının parçası olarak değerlendirilmesi gereken şey, genel olarak işçi sınıfının ekonomik mücadele örgütleri olan sendikalar değil sendikal bürokrasidir. Her türlü olumsuzluğuna rağmen, “dünyanın hiçbir yerinde proletaryanın gelişmesi, sendikalar olmadan, sendikaların ve işçi sınıfının partisinin karşılıklı eylemi olmadan gerçekleşmemiştir ve gerçekleşemez.”
Sendikalar ve diğer kitlesel işçi örgütleri sınıf mücadeleci bir çizgiye, dışarıdan gazel okumakla ya da sendikalar dışında sözümona sendikal bir faaliyet yürütmekle veya sınıftan kopuk yeni örgütlülükler icat etmekle değil, sendikal tipte örgütlülüklerin içinde sendikal bürokrasiye karşı amansız bir mücadele yürütmekle kazanılabilir. O halde en gerici sendikalarda bile çalışmayı bir zorunluluk olarak görmek gerekir. Çeşitli kitlesel işçi örgütlerinde, reformistlerin, gericilerin ya da sendika ağalarının hakim olduğu gerekçesiyle faaliyet yürütmeyi reddetmek, gerçekte işçi sınıfını bu tipten sınıf işbirlikçilerinin insafına terk etmek, açıkça sınıf mücadelesinden kaçmak ve böylece istemeden de olsa burjuvaziye hizmet etmek demektir. İşçi sınıfının kitlesel örgütlülüklerine yeniden savaşçı bir ruh kazandırılacaksa, bu hedefe, sınıf kitlelerinin dışında yepyeni, “temiz” işçi örgütleri yaratma hayaliyle veya sözde “kızıl sendikalar” oluşturarak değil, en başta sınıfın geniş kesimlerini bu işbirlikçilerin etkisinden ve denetiminden kurtarmak için varolan kitlesel örgütlerde ısrarcı ve sabırlı bir çalışma yürütmekle ulaşılabilir.
İşçi sınıfının uluslararası çıkarlarının kavranması ve buna uygun bir mücadele çizgisinin geliştirilmesi zorunludur
Hangi sebeple olursa olsun sınıfın örgütlülüğünü bölen veya onun en genel çıkarlarının yerine kesimsel ve geçici çıkarlarını ikame eden anlayışlar son tahlilde olsa olsa burjuvazinin değirmenine su taşırlar. Sendikaların sınıfın tüm kesimlerini kucaklaması da ancak bu temelde, yani sınıfın ortak çıkarlarını gözeten politikalar izlemesiyle mümkündür. Kendini dar ücret mücadelesiyle sınırlayan, sınıfın sendikasız dolayısıyla da örgütsüz kesimlerinin sorunlarına kulak asmayan ve hatta toplumun tüm ezilen kesimlerinin en temel demokratik taleplerine bile sahip çıkmayan bir sendikal anlayış kısa sürede izole olur. Böylece gittikçe daha fazla sendika bürokrasisinin ve onun dolayımıyla da devletin yani burjuvazinin dümen suyuna girer.
Yıllardır bir kangren haline dönüşen Kürt sorununda, Kıbrıs sorununda, AB meselesinde, Irak’ta yürütülen emperyalist savaş konusunda sendikal bürokrasinin burjuvazinin ve devletin en gerici kanadıyla yaptığı işbirliği, bu ihanet çizgisinin örneklerindendir. Bu tür ciddi politik konularda sendikal bürokrasinin burjuvazi ve onun devletiyle yaptığı işbirliği, doğrudan politik gericiliğin hakimiyetini pekiştirdiği gibi, işçi sınıfına ücretlerin düşmesi, çalışma koşullarının ağırlaşması, vergilerin artması ve sendikal örgütlülüğün daha da zayıflaması olarak geri dönmüştür. Bunun yanı sıra, sınıfın sendikal örgütlülüğün dışında kalan genişçe bir kesimi, sendikalı işçileri, ayrıcalıklı ve aristokrat bir kesim olarak görmeye başlamış ve sendikal örgütlülüğe duyulan güven azalarak işçi ve emekçi yığınların umutsuzluğa kapılmasına yol açılmıştır.
Sendikalar, çalışan ve ezilen milyonlarca emekçiyi kucaklayan örgütlülükler haline getirilmelidir
Sendikalar her anlayıştan, her bilinçten işçiyi kapsayan örgütlerdir. Bu nitelikleri, sendikalara üye olabilmek için şu ya da bu kriterin öne çıkarılmasını engeller. Sınıf bilinçli işçiler her türlü yapay ayrımın ortadan kaldırılması ve sendikaların sınıfın tüm kesimlerini mümkün olduğunca kucaklaması için mücadele etmelidir. Sendikalar hiçbir ayrım gözetmeksizin tüm işçileri kapsamalıdır. Kadın-erkek, beyaz-siyah, Türk-Kürt, sağcı-solcu, işçi-memur vb. ayrımlar işçi sınıfını bölen yapay ayrımlardır. Sendikaların ve sendikal mücadelenin düzeyi, sendika tüzüklerini sözümona “devrimci” maddelerle doldurmakla yükseltilemez. Önemli olan biçimsel tüzük maddeleri değil, sendikanın işçilerin mücadelesine neler kattığı, işçileri hangi bilinçle eğittiği, onları kendi davalarına sahip çıkan bir noktaya getirip getiremediğidir.
Çünkü ancak bu yolla sendikalar içinde bulundukları tıkanıklığı aşabilir ve burjuvaziye işçi sınıfının örgütlü gücünü göstererek, onun yürüttüğü pervasız saldırılara karşı durabilirler. En iyi savunma saldırıdır. Sendikaların savunma araçları olmaktan çıkarılıp saldırı araçlarına dönüşebilmesi için sınıfın sadece örgütlü kesiminin değil, tüm işçi sınıfının mücadele aracı haline getirilmesi gerekir.
Sendikalarda sekter anlayışlarla mücadele edilmelidir
Belli bir sendikada hakim olan siyasal eğilimin diğer siyasal görüşlerin varlığını bürokratik ve entrikacı manevralarla engelleme çabaları sekterlik (tarikatçılık) demektir. Çoğunluk ele geçirildiği anda azınlığı tasfiye etmek, sendikalarda geliştirilmesi gereken işçi demokrasisinin çanına ot tıkamak anlamına gelir. Dahası böyle bir tutum, devrimcilerin sendikalarda tasfiyeciliğe girişeceğini iddi eden gericilerin ve reformistlerin ekmeğine yağ sürmektir. Oysa yapılması gereken, sendikalarda devrimcilere katlanamayan ve onları tasfiye etmek için en iğrenç manevralara girişen reformist ve gericilerin gerçek yüzünü pratik içinde işçi kitlelere kavratmaktır.
Sendikal örgütlülüğün birliği sağlanmalıdır
Sendikalarda yürütülen gerçek bir mücadele en çok sendika bürokratlarının yüreğine korku salar. Bu nedenle sendika ağaları, ne zaman sınıf hareketinde kendi denetimleri dışında bir gelişme görseler, bu gelişmenin önünü almak, öncülerini tasfiye etmek ve kendi iktidarlarını güvence altına almak amacıyla, sendikaları bölme yönünde adım atarlar. Az olsun, zayıf olsun ama bizim olsun mantığıyla hareket eden sendika ağalarına karşı, sınıf bilinçli işçilerin görevi bu tutumu işçi kitlelerinin gözünde teşhir etmek olmalıdır. İşçi sınıfının çıkarları, sendikaların militan bir mücadele anlayışı temelinde en geniş birliğinin sağlanmasını gerektirir.
Sendikaların tüm işçi sınıfının çıkarlarını savunabilir hale gelmesi için öncelikle kendi içindeki parçalanmışlığa karşı mücadele yürütmesi zorunludur. Bugünkü koşullarda sendikaların federasyonlar temelinde başlayan bu parçalanmışlığı, zaten zayıf olan mücadele gücü göz önüne alındığında işçi sınıfının bedenini saran son derece ölümcül bir hastalık gibidir. Çeşitli sendikal federasyonlar arasındaki rekabet, işçi sınıfı hareketine zaman ve güç kaybettirmektedir. Bizler, bugün kamu emekçileri olarak anılan işçi sınıfı kesimlerinin federasyonları da dahil olmak üzere tüm sendikal federasyonların tek bir çatı altında birliğinin sağlanmasından yanayız.
Sendikal örgütlülüğün uluslararası sağlam bir birliğe ihtiyacı vardır
Kapitalist sistem, geçmişe göre çok daha fazla oranda işçi sınıfının birliği için gerekli nesnel koşulları hazırlamıştır. Teknolojide, iletişimde ve ulaşım alanında yaşanan gelişmeler, işçi sınıfının birbirine en uzak unsurlarının bile rahatlıkla bir araya gelebilmesinin ve birbirinden haberdar olmasının olanaklarını yaratmıştır. Sanayideki muazzam gelişmeler ve kapitalizmin bugün geldiği düzey, dünya nüfusunun %80’lere varan bir kısmını işçi sınıfının saflarına katmış ve işçileri sadece ulusal ölçekte değil uluslararası ölçekte kader birliği içerisine sokmuştur. Bu nedenle işçi sınıfının tüm ülkelerde bu nesnel gerçekliğin dayattığı bir uluslararası sendikal birliğe ihtiyacı vardır. Birçok Avrupa ülkesinde farklı uluslara ait sendikaların bu ulusal sınırları aşarak bir birliğe gitme çabaları, bu zorunluluğun bir sonucudur ve desteklenmesi gereken bir örnektir.
Sendikal bürokrasiye karşı mücadele ertelenemez
Sendikalarda devrimci sınıf siyasetinin egemen kılınmasının ve işçi sınıfının sendikal birliğinin sağlanmasının önündeki en büyük engel sendika bürokrasisidir. Bu bürokrasi burjuvazinin sendikalardaki ajanı ve işçi sınıfı davasının düşmanıdır. Ne var ki bürokrasi gökten zembille inmez. Bürokratların hepsi işçi kökenlidir. İşçi yönetime seçildiğinde eğer bir de profesyonel kadroda çalışıyorsa hayatı tamamen değişmektedir. Aldığı maaş, işçi iken aldığı maaşı 3-4 kez katlamaktadır. Bu ekonomik rahatlık, sosyal çevrenin değişmesini, dolayısıyla işçi sınıfından uzaklaşmayı beraberinde getirmektedir. İşçilerin maaşlarından kesilen aidatların harcanma inisiyatifi onların elindedir. Artık işçilerle değil işverenlerle içli dışlı olmakta, amaç işçi çıkarları değil, koltuğunu kaybetmeme kaygısı olarak belirginleşmektedir.
Ayrıca bürokratik anlayış sadece sendika yönetimlerine yerleşmekle kalmaz, işyeri temsilciliklerine kadar uzanabilir. Sendika bürokratları kendi varlıklarını koruyabilmek için işyerlerine de dayanmak zorunda olduklarından temsilcileri de kendilerine benzetmeye çalışmaktadırlar. Tüm bunlar dikkate alındığında bugün mücadele edilmesi gereken en önemli unsur sendika bürokrasisidir. İşyerlerinden başlayarak işyeri temsilcilerini denetlemek ve onları bataklıktan kurtarmak, sendika bürokratlarını sendikalardan defetmek, işçilerin birinci görevi olmalıdır.
İşçi sınıfı mücadelesinin her inişe geçişi, sendika bürokrasisini yeniden sağlamlaştırmış, devletle daha bir içli dışlı kılmıştır. İşçi sınıfının önünde tek değil ikili bir görev durmaktadır. Hem sendika bürokrasisine karşı, hem de burjuvaziye karşı mücadele yürütmek. Böyle bir anlayışın sendikalarda yaygınlaştırılması için gereken şey, açıktır ki, sendikalara küsüp onlardan ümidi kesmek değil, tersine sendikalara üye olmak, onlara sahip çıkmak, sahip çıkma bilincini yaygınlaştırmak ve tabanın sendikal yönetim üzerinde denetim kurmasını sağlamaktır. Yoksa sadece meydanlarda sendika ağalarına küfretmekle hiçbir şey değişmez. Sendikal bürokrasiye karşı örgütlü bir mücadele yürütülmelidir. Bürokrasinin tek panzehiri bilinçtir. Devrimci sınıf bilinci sendikalı işçiler arasında yayılmadıkça, tabana dayalı işyeri örgütlülükleri kurulup, karar alma mekanizmaları aşağıdan yukarı işlemedikçe, alınan kararlar bizzat taban örgütlülükleri tarafından hayata geçirilmedikçe ve sınıfın düzenli, sistemli ve planlı bir eğitimi sağlanmadıkça sendikal bürokrasinin önüne geçilemez.
İşyerlerinde taban örgütlülükleri olmaksızın sendikal demokrasi hayata geçirilemez
Tüm bunları gerçekleştirebilmek için öncelikli olarak, sendikaların yapılarının, işleyişlerinin değiştirilmesi yönünde mücadele verilmelidir. Bugün sendikalarda belirleyici olan, karar alan, sendika yöneticileridir. Oysa sendikalar işçilerin bizzat kendilerinin kurduğu örgütlerdir, bu nedenle sendikalarda kararları alanlar da bizzat işçiler olmalıdır. Bunun için işyerlerinde başlayan temel örgütlenme çalışmaları işyeri örgütlülüklerinde somutlanmalıdır. İşyeri örgütlenmesine girişmekte kaldıraç noktası, somut sorunlardan hareket etmek ve örgütlenmeyi bu zeminden başlatmak olmalıdır. Oluşturulacak taban örgütleri, bütün işçi kesimlerini kapsamalı, en geniş demokratik örgütlenmeler olmalıdırlar. İşyeri örgütlülükleri hem karar organları hem de denetim organları olmalıdır. Alınan kararların yerine getirilip getirilmediği denetlenmeli ve sendika yöneticilerinin ihmalinin olduğu durumlarda baskı uygulanmalıdır. İşçiler yöneticilerini istedikleri zaman geri çekebilmelidirler. Bunun olabilmesi için ise delege seçimleri en geniş katılımla gerçekleştirilmelidir. Ancak bu şekilde sendikaların tüzükleri değiştirilebilir ve kalıcı başarılara adım atılabilir. Sendikal demokrasinin yaşama geçirilmesinin olmazsa olmaz koşulu, tabanın örgütlülüğü ve denetimidir. Bugün sendikalar işçi bürokrasisinin elindeyse unutulmaması gereken en önemli nokta, bu durumun en başta gelen nedenlerinden birinin öncü ve sosyalist işçilerin üzerlerine düşen görevleri yerine getirmemeleridir. Sendikaların gövdesi bu sorunlara duyarsız kaldığı sürece, onların tepesinde bu tipten bir baş da eksik olmayacaktır.
Sınıf mücadelesi burjuva yasallığı ile sınırlanamaz
İşçi sınıfının çıkarları, mücadelenin burjuva yasallığı ile sınırlanmamasını gerektirir. Tarih boyunca işçi sınıfının önemli kazanımlarının tümünü, egemen sınıfın dar yasal çerçevesini aşıp geçen fiili mücadelelerle elde ettiği unutulmamalıdır. Türkiye’de de işçilerin burjuvaziye karşı yürüttüğü militan mücadelenin meşruluğunu hiçbir zaman yasalar belirlememiştir. Örneğin bugünkü İş Yasasına benzer saldırılar geçmişte de yapılmış, fakat işçi sınıfı 15-16 Haziran Direnişi ile bu yasaları geri çektirmesini bilmişti. 15 Haziran 1970’te yüz binlerce işçi İstanbul’u fethedince, herkes anladı ki işçi sınıfının eylemlerinin meşruluğu onun haklılığından ve kitlesel gücünden gelir.
İşçi sınıfının taleplerinin sınırı tabii ki burjuvazinin koyduğu yasal çerçeve olamaz ve olmamalıdır. Gerçekte sendikal mücadelenin sınırlarını da aşan bir devrimci perspektiften bakıldığında, işçi sınıfının asıl talebi bu düzenin yıkılması olmalıdır. Çünkü işçi sınıfının ürettiği artı-değere el koyan burjuva sınıfının sömürü, soygun ve talan üzerine kurduğu bu kapitalist düzen yıkılmadan, işçi sınıfının gerçekten ve kalıcı –nihai- kurtuluşu mümkün değildir.
Milliyetçilik işçi sınıfının değil burjuvazinin ideolojisidir ve işçi sınıfı için ölümcül bir zehirdir
Bugünün koşullarında işçi sınıfının büyük bir kesiminin zihinleri burjuva ideolojisi ile doludur. Devrimci sınıf bilincine ancak burjuva ideolojisiyle mücadele edilerek ve burjuva fikirler işçilerin beyninden sökülüp atılarak yer açılabilir. Burjuva ideolojisi işçi sınıfı için tam anlamıyla bir zehirdir. Milliyetçilik burjuvazinin ideolojik bir argümanıdır ve onun çıkarlarını yansıtır. Burjuva milliyetçiliğiyle zehirlenmiş bir işçi de ancak enternasyonalizm panzehiri verilerek kurtarılabilir.
Milliyetçilik zehiri, burjuvazinin tüm toplumu kendi egemenliği altında birleştirmesinin aracı olduğu gibi aynı zamanda işçi sınıfını bölmenin de bir aracıdır. İşçi sınıfını Türk, Kürt, Yunan, Amerikan, Alman vs. diye ayırmak onun birleşmesini engellemenin en kolay yoludur. Bu yolla farklı uluslardan işçiler arasında suni düşmanlıklar yaratılmakta ve burjuvaların arasındaki çıkar çatışmalarına işçi sınıfı alet edilmektedir. Burjuvazi işçi sınıfını kandırmadan ve onu kullanmadan çıkarlarını hayata geçiremez. İşçi sınıfının bilinci geçmişte olduğu gibi bugün de bu ideolojiyle bulandırılmaktadır. Sınıf hareketi içerisinde bu ideolojisinin taşıyıcısı en başta sendikal bürokrasi ve burjuva siyasi çevreler olmak üzere tüm “milliyetçi sol” çevrelerdir. Sözde anti-emperyalizm sloganının ardına sığınılarak milliyetçi politikaların desteklenmesi ve yine aynı gerekçeyle özelleştirmeye karşı kapitalist devletçiliğin savunulması, işçi sınıfının içinde milliyetçi ideolojinin yer bulmasını kolaylaştırmaktadır. Oysa işçi sınıfı uluslararası bir sınıftır. Dolayısıyla çıkarları da ulusal değil uluslararasıdır. Dünya toplumunun ulusal sınırlara bölünmüş olmasının işçi sınıfına hiçbir faydası yoktur. Bütün dünya ülkelerinin işçilerinin çıkarları bir ve ortaktır. Bugün Türkiye’de işçi hareketinin yaşadığı sorunlar ne yerel ne de ulusal sorunlardır. Bu sorunların hem kaynakları uluslararası alanda aranmalıdır, hem de çözümleri. Sınıfın her mücadelesi enternasyonalist bir bakış açısıyla değerlendirilmeli ve örgütlenmelidir. Hem sendika bürokrasisiyle hem burjuvaziyle mücadele bu bilinçle verilmelidir.
link: Tuncay Alp, Sendikal Mücadeleye Militan Yaklaşım, 29 Eylül 2003, https://marksist.net/node/1344
Emek Dünyasından