68 baharını takiben esen devrimci rüzgârlar, hem egemen sınıfları hem de onlarla uyum içinde olan reformist örgütleri fena halde sarsmıştı. Üzerinden yaklaşık kırk yıl geçtiği halde bu önemli tarihsel sürecin izleri, bugünün devrimci kuşakları içinde de eğrisi ve doğrusu ile varlığını sürdürüyor.
Türkiye toplumu da 68’i takiben, toprak ve fabrika işgalleriyle, 15-16 Haziranla ve “emperyalizmi ülkelerinden kovmak için” üniversiteden dağlara çıkmayı göze alabilen genç insanların coşkulu mücadeleleri ile daha önceleri hiç yaşamadığı bir atmosferi solumuştur. Çürüyen bir sistemin yıkılıp, yerine yaşanılası, yeni bir dünya kurulabileceği inancı bu dönemi yaşayanların hissettikleri kuvvetli bir duyguydu. Toplumun bu coşkulu ruh hali tabii ki egemen sınıfların buna karşı şiddeti ve baskıyı yükseltmelerini de beraberinde getirdi.
Türkiye’de yaşayanların bu tarihsel dönemden anımsadıklarının başında “Denizlerin idamı” gelmektedir. Çünkü Türkiye’nin “68”ini belki de trajik bir biçimde bitiren “Denizlerin idamı” ve düzenin genç devrimcilere dönük acımasızlığı, kıyıcılığı, bu topraklarda yaşayanların zihinlerine kalıcı bir biçimde kazınmıştır. Devrimci oldukları için idam edilerek katledilen Yusuf Aslan, Deniz Gezmiş ve Hüseyin İnan’ın yanı sıra, giriştikleri devrimci mücadelede hayatlarını kaybeden Sinan Cemgil, Kadir Manga, Alparslan Özdoğan, Ulaş Bardakçı, Mahir Çayan, İbrahim Kaypakkaya ve daha niceleri büyük sempatiyle karşılanmış, adlarına türküler yakılmış ve doğan binlerce çocuğa onların isimleri verilmiştir. Onlar sahip çıktıkları devrimci değerlerle kavganın simgesi olmuşlardı. Bugünün genç devrimcilerinin, onların devrimci ruhu ve enerjisinden, atılganlıklarından, adanmışlıklarından ve tabii ki yanlışlarından öğrenecekleri çok şey var.
68 baharı, yükselen sınıf mücadelesi ve gençlik hareketi
60’lı yılların sonunda, kapitalizmin II. Emperyalist Paylaşım Savaşından sonra sağladığı istikrar ve büyüme dönemi kendi sınırlarına dayanmıştı. Bu dönem boyunca biriken ve keskinleşen çelişkiler, dünya burjuvazisini özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde kapitalizm karşıtı mücadelenin yükselişi ile yüz yüze bırakmıştı. Kapitalist dünya ekonomisinin göreli istikrarı sarsılırken, bu duruma dünyanın değişik bölgelerinde ulusal kurtuluş mücadelelerinin alevlenmesi de eşlik ediyordu.
ABD de dâhil olmak üzere pek çok ülkede, Vietnam’daki işgale karşı duyulan tepki toplumsal muhalefeti yükseltiyor, savaşa ve ırkçılığa karşı yüz binlerce kişinin katıldığı gösteriler yapılıyor, üniversite işgalleri yaşanıyordu. Bu rüzgârdan elbette Türkiye de etkilenecekti.
Türkiye’deki devrimci ve sosyalist mücadele de, 60’lı yıllardan itibaren dünyada esen rüzgârların etkisi altında biçimlenmeye başladı. O dönemin Türkiye’si, aynı zamanda gittikçe yükselen ve militanlaşan bir işçi hareketine de şahit oluyordu. Üniversite gençliğinin büyük bir kesiminin emekçi çocuklarından oluşmasının doğrudan bir sonucu olarak, düzene karşı hoşnutsuzluğun damgasını taşıyan bir gençlik mücadelesi de yükseliyordu. İşte öğrenci hareketi böyle bir zemin üzerinde, ezilen ve sömürülen emekçi sınıflarla karşılıklı etkileşim içerisinde düzen için tehditkâr olmaya başladı. Yoksa öğrenci hareketinin yalnızca üniversite sınırları içerisinde kalması egemen sınıflara ciddi bir rahatsızlık vermezdi.
Türkiye’deki gençlik hareketinin tüm önderleri, hareketin yükselmesinden önceki dönemde, Türkiye İşçi Partisi (TİP) üyesiydi. Deniz Gezmiş, TİP Üsküdar İlçe Teşkilatına üyeydi ve yönetim organında sekreterdi. İbrahim Kaypakkaya, Mahir Çayan, Sinan Cemgil, Hüseyin İnan da TİP üyesiydiler. Ne var ki TİP, dünyanın dört bir tarafındaki benzerlerinin de gösterdiği reformist tutumlarla; öğrenci gençliğin militan hareketini, grevci işçilerin, topraksız köylülerin eylemliliklerini, kendi parlamenter çizgisine uygun bulmuyordu ve eylemci kitlelerin kendisinden kopuşunun zeminini hazırlıyordu.
Gençler mücadelelerinde giderek TİP’i yanlarında bulamaz oldular. TİP parlamenter mücadeleyle her şeyin değişebileceği yaklaşımını programının ve pratiğinin merkezine koymuştu. TİP, gençleri bu çizgide tutmaya ve radikalleşme eğilimlerini bastırmaya çalışıyordu. Bu durumun en tipik görüntülerinden biri de, 6. Filo’ya karşı öğrenci gençliğin düzenlediği gösterilerde yaşandı. O dönemin eylemci öğrencilerinin anlatıları, TİP’in tutumunu açıkça ortaya sermektedir:
Dolmabahçe direnişi sırasında Taksim’de miting vardı. Taksim’deki mitingden sonra, DÖB [Devrimci Öğrenci Birliği, İstanbul’da DÖB’ün Başkanı Deniz Gezmiş’ti -SF], kitleyi Dolmabahçe’deki 6. Filonun erlerinin karaya çıktıkları yere götürmeye çalışıyordu. FKF’li ve TİP’li arkadaşlar da barikat kurdular. Olayların tırmanmasını önlemek için, sertleşmesini önlemek için barikatlar kurdular. Önce o barikatlar yıkılarak kitleyle birlikte Dolmabahçe’ye inildi ve Amerikan askerlerinden yakalanabilenler denize atıldı… (Bizim ’68, Evrensel Basım Yayın, 1997, s.74)
Bu gelişmeler temelinde devrimci gençler, parlamenter çizgisiyle TİP’in, gençliğin devrimci eylemliliğinin önünde bir engel oluşturduğunu düşünmeye başladılar. TİP, emperyalistlere karşı olduğunu söylüyordu ama mücadeleyi parlamentonun ve legalizmin sınırları içine hapsetmeye çalışıyordu. Kendi reformist çizgisine aykırı her türlü devrimci eylemliliği de TİP’ten uzaklaştırmaya çalışıyordu. O dönemde radikalleşmeye başlayan gençlik hareketi, TİP’in düşüncelerini teorik olarak eleştirmekten çok, pratikte TİP’ten ve onun gösterdiği yoldan kopmaya başladı. TİP’in devrimci atılımı, devrimci coşkuyu kucaklayabilecek bir parti olmayışı, gençlik önderlerini ister istemez başka arayışlara zorladı. Ancak doğru yolu bulmalarını sağlayacak pusuladan da yoksundular. Reformizmin ve bürokratizmin yarattığı düş kırıklığı, devrimci Marksist bir alternatifin yokluğu koşullarında enerjilerini başka mecralara akıtmalarına yol açtı.
Dünyanın dört bir yanında yaşanan ulusal kurtuluş hareketleri, özellikle Çin ama en çok da Küba devrimi olgusu, gerilla ve silahlı mücadele çizgisini bir cazibe merkezi haline getirerek devrimci gençleri giderek daha büyük boyutlarda etkilemeye başladı. Özellikle Vietnam’ın kurtuluş hareketi ve Filistin halkının kurtuluş mücadelesi de Türkiye’deki devrimci hareket üzerinde derin izler bıraktı. Vietnam’ın ABD emperyalizminin muazzam askeri gücüne karşı gösterdiği kararlı silahlı direniş, ABD’nin yenilebileceği inancını öylesine pekiştirmişti ki, gerilla çizgisini benimseyen devrimci gençlik kesimleri kısa bir süre sonra Türkiye’de de benzeri bir başarının yaşanabileceğine inanmışlardı.
Devrimci Gençliğin Silahlı Mücadelesi Başlıyor
Bütün bu etkenler ve egemen sınıfların yükselen toplumsal hareketlenmelerden duydukları endişeler, baskıların artmasını beraberinde getirdi. Gerici faşizan saldırıların yoğunlaşması ve 15-16 Haziran büyük işçi direnişinin ardından İstanbul’da sıkıyönetim uygulanması, Türkiye’de burjuva rejimin giderek daha fazla zora dayalı bir biçim alacağının ipuçlarını veriyordu. TİP’ten umudunu keserek yeni arayışlara yönelen devrimci gençliğin büyük bir kesimi ise, silahlı mücadeleye hazırlanıyordu. Sinan Cemgil, Hüseyin İnan ve Deniz Gezmiş’in başını çektikleri çekirdek, Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nu (THKO); Mahir Çayan, Ulaş Bardakçı ve Hüseyin Cevahir’in başını çektiği çekirdek ise Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’ni (THKP-C) kurmuştu. İbrahim Kaypakkaya ve ekibi ise 12 Mart askeri darbesi sonrasında “kır gerillacılığını” savunarak TKP/ML’yi kuracaktı. Böylelikle, ‘68 üniversite gençliği hareketinin liderleri, hızla, kurdukları silahlı-politik örgütlerin liderleri haline gelmişlerdi.
Hepsi de reformist politik çizgilerin sistem içi niteliklerine büyük tepki gösteriyorlar ve mücadele için gerillacılıktan başka bir yol göremiyorlardı. Devrimci ruha sahip bu militanlar, ne yazık ki, işçi sınıfının devrimci çizgisinden ve onun Bolşevik örgütlenme anlayışından uzaktılar. İşçi sınıfı devrimcilerinin Bolşevik tarzda mücadele anlayışı ve onun ideolojik-teorik birikimi, dünyada egemen resmi komünist çizgi tarafından tanınmaz hale getirilmiş, adeta bir harabeye dönüştürülmüştü. Ama bu militan gençler, ne olursa olsun bir şeyler yapmak gerektiği düşüncesindeydiler. Ertuğrul Kürkçü’nün aktardığı anekdot, onların devrimci duygularını açıkça ortaya koyuyor:
Deniz’in ‘70’in sonbaharında ODTÜ’ye geldiğinde bana söylediği sözleri hatırlıyorum, onlar oldukça kritik sözlerdi. (…) çok ciddi bir tartışma içerisinde Deniz şöyle bir öngörüde bulundu: “Bütün Türkiye’ye sıkıyönetim gelecek, herkesi cezaevine dolduracaklar. Orada (…) her eğilimin bir koğuşu olacak. (…) Kırmızı Aydınlık koğuşu, Beyaz Aydınlık koğuşu, Sendikacılar koğuşu… Ziyaretçiler tavuk getirecek, onlar bu tavukları nasıl paylaşacaklarını tartışacaklar.” Şimdi hatırlamıyorum kimdi, birisi: “Peki ya biz ne yapacağız” diye sordu. Deniz, “biz öleceğiz oğlum” dedi, “çünkü biz dövüşeceğiz. Ve esas oportünizm nasıl bir şeydir, mücadele nasıl bir şeydir, devrimcilik nasıl bir şeydir onu o zaman herkes görecek.” (age, s.104)
Umudu boğamazlar!
Onlar düşüncelerinin arkasında durdular ve ölümleri pahasına düşmanla dövüştüler.
Hızla gelişen bir süreçte, önce Nurhak dağlarında gerilla mücadelesine başlayan THKO militanlarından Sinan Cemgil, Kadir Manga ve Alpaslan Özdoğan kontrgerilla subaylarının başında bulunduğu bir birlik tarafından öldürüldü. Ardından onlara katılmaya giden Deniz Gezmiş ve Yusuf Aslan Şarkışla’da, Hüseyin İnan ise Sarız’da yakalandı.
Artık 12 Mart’ın faşizan yarı askeri diktatörlüğü rejimin iplerini eline almış ve tüm ülkede bir “cadı avı” başlatılmıştı. Bu dönemde binlerce devrimci hapislere atıldı, işkencelerden geçirildi ve en önde gelenleri kontrgerilla operasyonlarıyla katledildi. Yakalananlardan Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan ise idama mahkûm edildiler. Bunun üzerine tüm devrimciler onları kurtarmak için seferber oldular. Ancak binlerce devrimci “içerde” idi ve bu yüzden dışarıda kalabilenlerin olanakları son derece sınırlıydı. Devrimcilerin sarf ettikleri son çabalar da ne yazık ki fayda etmedi. Onları kurtarmak için uğraşan Mahir Çayan da dahil THKP-C’nin önder kadroları Kızıldere’de yine bir kontrgerilla operasyonuyla 30 Mart 1972’de katledildiler.
Diğer yandan da idamların engellenmesi için geniş çaplı kampanyalar düzenlenmişti. Hatta bir ara CHP’lilerin verdiği mesajlarla umutlar da artmıştı. Ancak egemen sınıflar çoktan kararlarını vermişlerdi. Ertuğrul Kürkçü’nün belirttiği gibi, devrimciler de aslında bu durumun farkındaydılar:
Deniz’lerin sadece bir idam tehdidiyle karşı karşıya kalmadıklarını aslında bu tehdidi gerçekleştirme kararının da askeri rejimin önderlerinde bulunduğunu biz biliyorduk ve bundan şüphe etmiyorduk doğrusu. Rejim açısından Denizleri ya da bizatihi Deniz’in kendisini ortadan kaldırmak sanki bir siyasi zaruretti, diye düşünüyorum, çünkü o, öylesine kendisinden bağımsız olarak büyüyen bir efsane haline gelmişti ki, onun efsane değil gerçek, basit, öldürülebilir bir insan olduğunu göstermek, böyle bir kasıt, Osmanlı Devletinin kendisine karşı başkaldıranlara yaptıklarından birikmiş 600 yıllık bir tecrübenin Cumhuriyet Türkiye’sindeki tekrarıydı diye düşünüyorum. (age, s.199)
6 Mayıs 1972’de, devrimci mücadelelerinin bedelini, burjuvazinin kurduğu darağaçlarında tereddütsüz biçimde ölümü kucaklayarak ödeyen Hüseyin İnan, Yusuf Aslan ve Deniz Gezmiş, fedakârlıkları, kararlılıkları ve mücadelecilikleriyle şüphesiz Türkiye’deki devrimci hareketin önemli simgelerinden biri olmuşlardır.
Kır gerillasını örgütlerken 24 Ocak 1973’de Tunceli kırsalında yakalanan İbrahim Kaypakkaya, 3,5 ay boyunca gözaltında ağır işkencelere yiğitçe direndi. Ondan örgütsel sırları almak için vücudunu doğramak da dahil her türlü işkenceye girişenler, yenilgilerini kabul edememenin kiniyle, sonunda Kaypakkaya’yı 18 Mayıs 1973’de katlettiler. “Ser verip sır vermeyen” tavrıyla devrimci harekete mal olan Kaypakkaya’nın da katledilmesiyle, devrimci-demokrasi akımının bu tanınmış temsilcileri ve ilk kuşak önderleri, emekçi sınıfların gönüllerindeki ölümsüz yerlerini alarak hayata veda etmiş oldular.
Türkiye’de, son otuz yıl içinde devrimciliğe meyletmeye başlamış neredeyse hiçbir genç yoktur ki onların mücadelelerinden etkilenmemiş olsun. Yaşarlarken büyük bir kinle onlara saldıran egemen sınıflar, yıllar sonra onları zararsız ikonlar haline getirmeye çalışsa da; Denizlerin, Mahirlerin, Kaypakkayaların devrimci ruhları ve adanmışlıkları ile ortaya koydukları militanlık bugünün genç devrimcileri için de örnek olmayı sürdürüyor.
Ancak bugün onların temsil ettiği genel devrimci değerlere düzen karşısında sahip çıkmak, onların izlediği politik çizgiye sahip çıkmak anlamına gelmiyor. Zira tüm militanlıklarına rağmen, onların hepsi de devrimci-demokrasinin dar küçük-burjuva devrimciliği anlayışına hapsolmuş durumdaydılar. Bugün onların militan mücadeleci ruhuna sahip çıkmak, ancak onların ideolojik ve politik yanılsamalarından ve yanlışlarından arınmakla ve devrimci Marksizmi özümsemekle mümkün ve anlamlı hale gelecektir. Gençler için devrimci mücadelenin adresi işçi sınıfı devrimciliğidir. Güçlü ve kalıcı bir mücadele, ancak onlar gibi fedakâr, mücadeleci, atılgan, gözü pek, adanmış, ama umutlarını, özlemlerini işçi sınıfı saflarında büyüten birer devrimci militan olmakla sürdürülebilir. Bugün gençlerin en büyük ihtiyacı Marksizmle aydınlanmak, proleter devrimci temelde örgütlü bir mücadele ile kenetlenmektir. Sınıf mücadelesinin safları da, ancak enternasyonalist komünist bir bilinçle donanmış ve proleter devrimci bir militanlıkla kavgaya atılmış gençlerle güçlenecektir.
* "Delikanlım iyi bak yıldızlara": Deniz Gezmiş’in ajitasyonlarına başlarken sıklıkla kullandığı bir Nazım Hikmet dizesi.
link: Selim Fuat, Delikanlım İyi Bak Yıldızlara, Mayıs 2006, https://marksist.net/node/1022
Gelecek 1 Mayıslara!
Teknoloji İlerliyor, Peki İnsanlık Nereye Gidiyor?