11 Eylül saldırılarının 5. yıldönümü dolayısıyla tüm dünyada çeşitli değerlendirme ve tartışmalar yapıldı. Bu tartışmalar çerçevesinde yeniden alevlenen konulardan biri de 11 Eylül saldırılarının ABD emperyalizminin bir komplosu olup olmadığıydı. Bir süredir internette yayınlanmakta olan bu konuya ilişkin bir belgesel de o günlerde bir televizyon kanalında yayınlandı. Loose Change adını taşıyan bu belgeselde Pentagon’a düştüğü iddia edilen yolcu uçağının gerçekte mevcut olmadığı, İkiz Kulelerin çarpan uçaklar nedeniyle değil binalara önceden yerleştirilmiş patlayıcılarla yıkıldığı gibi iddialar ileri sürülüyordu.
Bilindiği gibi 11 Eylül’e ilişkin bu ve benzeri iddialar olayın ilk günlerinden bu yana dillendirilmekteydi ve dünyanın ABD dışındaki geniş bölümünde de bu işte ABD parmağı olduğuna dair yaygın bir kanı oluşmuştu. Şimdilerde yapılmakta olan bazı anketler Amerikan halkında da benzer bir kanının güç kazanmakta olduğuna işaret ediyor. Bu anketlere göre Amerikan halkının %42’si bu işin bir biçimde “içeriden tezgâhlandığı”na, %36’sı ise bizzat hükümetin bunu organize ettiğine inanmakta. Buna benzer daha ayrıntılı başka anketler ve veriler de bulunuyor. Bunların ne derece güvenilir olduğunu bilmek pek mümkün olmasa da, genel anlamda bir hoşnutsuzluğa işaret ettiklerini çıkarsamak mümkün. Aslına bakılırsa Amerikan halkında da 11 Eylül’e karşı hissiyatın değişen koşullara bağlı olarak değişmesi gayet doğal. Kapitalizmin derinleşen genel bunalımının kitleler üzerindeki etkileri giderek daha fazla hissedilirken ABD’nin emperyalist maceralarında tökezleme alametleri de güçleniyor. Bütün bunlar başlangıçtaki saldırıya uğramışlık ve kurbanların acılarını paylaşma ağırlıklı hissiyatın da yerini daha şüpheci bir havaya bırakmasına yol açıyor.
Bu tür şüphelerin artması aslında 11 Eylül’ün “bir komplo olduğunun anlaşılmaya başlamasından” ziyade, bir komplo olsun ya da olmasın, onun ABD emperyalizmi tarafından tamamen bir bahane olarak kullanılmakta olduğunun giderek daha fazla ortaya çıkmasından kaynaklanmaktadır. Ki komplolar sorununda genel olarak asıl bakılması gereken nokta da zaten budur.
Komploculuğa dair
Gerek kapitalizmin genel çürüme çağı olarak emperyalizm çağının doğası açısından, gerek içine girmiş olduğumuz yeni dönemin nitelikleri açısından, gerekse de bu yeni dönemde Türkiye’nin özgül siyasal çelişkileri açısından bu komploculuk meselesinde sağlıklı bir yaklaşım ortaya koymanın önemi artmış bulunuyor. Hele hele Türkiye’de ciddi herhangi bir toplumsal-politik sorunun tartışılmasının sık sık “komplo” suçlamasıyla boğulması ve böylelikle sorunların örtbas edilmesi geleneğinin kök salmışlığı düşünüldüğünde bu önem daha iyi anlaşılır. Örneğin Kürt sorunu gibi yüzyıla yayılmış bir sorun bile, sanki ortada bir ezme ezilme ilişkisi yokmuş, sanki bu temelde bu topraklarda 29 isyan olmamış gibi tümüyle emperyalistlerin komplosuna indirgenmektedir. Aynı şey son zamanlarda giderek alevlenmekte olan Ermeni kırımı meselesi için de, diğer birçok sorun için de geçerlidir. Bugün düzen için yakın bir tehdit olarak görülmediğinden burjuvazinin çok üzerinde durmadığı sosyalist hareket de ‘80 öncesinde bir Sovyet komplosu olarak suçlanmıştı. Dolayısıyla egemenler kendi canlarını sıkan her türlü muhalefeti bastırmada bu ideolojik saldırı aracını kullanmaktadır. Gelecekte devrimci işçi hareketi yeniden filizlendiğinde benzer karalamaların aynı şekilde ona karşı da kullanılacağından kimsenin şüphesi olmamalıdır.
Komplo sorunu, egemenlerin dolaysız politik amaçlarla devreye soktukları karalama işlevinin yanı sıra, Türkiye’de yazar-çizerlikle iştigal eden zevatın zihniyetinin önemli bir unsurunu da oluşturmaktadır. Toplumsal sorunların gerçek niteliğini anlamaktan aciz bu zevat, açıklayamadıkları ya da işlerine gelmediği her durumda bir maymuncuk olarak komploları devreye sokarlar. Bu topraklarda özgür eleştirel düşünce geleneğinin tarihsel nedenlerle sığ olduğunu hatırladığımızda bunu anlamak daha da kolaylaşmaktadır. Son yıllarda kitapçı raflarının, “bu topraklar üzerine oynanan hain oyunların” ifşasına hasredilmiş hamaset dolu süprüntü yığınlarıyla dolup taşması bununla ilgilidir. Gün geçmiyor ki Türkiye’yi perde arkasından yönettiği iddia edilen Sabetaycılıkla ilgili yeni yeni ifşaatlar yapan bir kitap çıkmasın, dünya hâkimiyeti peşinde koşan gizli tarikatlar (Tapınak Şövalyeleri, Illimunati, Siyon Protokolleri, Kurukafa ve Kemik Örgütü, muhtelif Mason örgütleri vs.) hakkında yeni yeni buluşlar yapılmasın. Komplocu düşünüşün bu iptila düzeyindeki yaygınlığı, “aksi ispatlanana kadar herkes Masondur” şeklindeki bir mizahı da doğurmuştur.
Tabii bu zihniyetin sadece Türkiye ile sınırlı olmadığı şüphesizdir. Komploculuk suçlaması ya da komplocu zihniyet egemenlerin elinde genel bir araçtır. Amerikan Devrimini, Fransız Devrimini ve hatta 1917 Ekim Devrimini Mason komplosu olarak sunan bir zihniyet bile mevcuttur. Özellikle uluslararası faşist harekette ve bunun yanında İslamcı hareketin saflarında da dünyadaki bütün kötülüklerin bir Yahudi (ya da Mason) komplosu olduğuna dair en habis düşünceler yaygındır. Bu hareketlerin etkisi ölçüsünde çeşitli halk kesimleri arasında da bu düşünceler zemin bulabilmektedir. Kuşkusuz bu tür düşüncelerin geniş kitlelerde yankı bulması ile egemen sınıfın yüksek tepelerinden pompalanması arasında bir fark vardır. Kitlelerin bu düşüncelerden etkilenmesi belirli toplumsal siyasal koşullarla alâkalıdır. Kapitalizmin ağır bunalım yaşadığı ve buna bağlı olarak kitlelerin yaşam koşullarında genel bir kötüleşmenin söz konusu olduğu durumlarla, genel bir örgütsüzlük ve devrimci önderlik boşluğunun birleştiği şartlarda, kitlelerde genel bir karamsarlık ve çıkışsızlık hissi güç kazanabilir. Dünya katlanılmaz hale geldikçe anlaşılmaz da görünür ve karamsarlığı ve çıkışsızlığı ifade eden düşünceler için uygun zemin oluşur. İnsanlarda genel olarak bir yandan dine, mistisizme doğru bir eğilim ortaya çıktığı gibi, olayları derin komplolarla açıklayan düşüncelere eğilim de baş gösterir.
Komplolar yok mu?
Ancak komplolar sorunuyla ilgili tek problem komplocu zihniyet değildir. Genel olarak söyleyecek olursak, başka birçok sorunda olduğu gibi, komplolarla ilgili de sakınılması gereken iki uç tutum bulunmaktadır. Biri, yukarıda anlatageldiğimiz, tüm toplumsal hayatı ve tarihi komplolarla açıklama eğilimi iken, diğeri de komploları yok sayma ya da küçümseme eğilimidir. Bu tutum da çoğunlukla düzeni aklamaya, onu rasyonalize etmeye, onu olduğundan daha cici göstermeye dönük bir yaklaşımı yansıtır. Bunu yapanlar şayet düzenin baskıcı doğasını bilinçli olarak gizlemeye çalışan unsurlar değilseler, genellikle burjuva demokrasisi ile gözleri boyanmış liberal budalalardır. Bunlara göre kapitalist harikalar diyarında böyle kötülüklere yer yoktur.
Oysa burjuva demokrasisi burjuvazinin sınıf diktatörlüğünün yalnızca bir biçimidir. Bir avuç sömürücü azınlıktan oluşan burjuva sınıf, toplumsal yaşamın temelini oluşturan ekonomi alanındaki egemenliği nedeniyle yaşamın tümü üzerinde egemenlik kurar. Burjuva demokrasisinin görünüşte toplumun tüm bireylerini siyasal-hukuki düzlemde eşit tutması, ekonomi alanındaki eşitsizlik ve baskılama nedeniyle özde hükümsüzdür. Görünüşteki siyasal-hukuki eşitlik, yani burjuva demokrasisi, ancak burjuvazinin egemenliği ve hayati çıkarları tehlikeye girmediği ölçüde muhafaza edilir. Böyle bir tehdit ortaya çıkar çıkmaz burjuva demokrasisinin sınıf diktatörlüğü özü açığa çıkıverir. İşte burjuvazinin faşizm ve Bonapartizm gibi olağanüstü rejimlerinin ve darbelerinin olduğu gibi komplolarının kaynağı da bu temel gerçekliktir.
Komplolar egemenler açısından sınıf mücadelesinin vazgeçilmez araçlarından biridir. Zira temelinde sömürü ve baskı bulunan kapitalist düzende egemen burjuvazinin tüm işleri burjuva demokrasisinin kâğıt üzerindeki işleyişi içinde hallolamamaktadır. Özellikle modern çağda burjuvazi egemenliğini sürdürebilmek için sömürülen ve ezilen yığınların rızasını kazanmak zorundadır. Belirli bir konuda, ki bu konular genellikle büyük çaplı değişimleri içeren çetin konulardır, halkın rızası olağan mekanizmalarla sağlanamadığı ölçüde uygun psikolojik koşulların oluşturulması için komplolar tezgâhlanır. Nazilerin iktidara geldikten sonra hem komünistlere yönelik baskıları haklı göstermek ve onları tasfiye etmek hem de parlamentoyu lağvetmek için tezgâhlayıp komünistlerin üzerine yıktığı parlamento binası yangını (Reichstag Yangını) bunun en bilinen örneklerinden biridir.
Türkiye’den iyi bilinen bir örnek de meşhur 6-7 Eylül olaylarıdır. Hatırlanacağı gibi 1955 yılında Selanik’te Atatürk’ün doğduğu ev bombalanmış ve gazeteler bunu halkı İstanbul’daki Rumlara karşı galeyana getirecek tarzda işlemişti. Bunun sonucunda kışkırtılmış ve yönlendirilmiş kalabalıklar binlerce Rum vatandaşa saldırmış, onların ev ve işyerlerini yağmalamıştı. Bu olaylar amaçlandığı gibi sonraki günlerde yüz binlerce Rum vatandaşın ülkeyi terk edip Yunanistan’a göç etmesine yol açmıştı. Daha sonra Selanik bombalamasının Türk gizli servisi tarafından gerçekleştirilmiş olduğu ve yağmalama ve saldırıların da planlı olarak yürütüldüğü ortaya çıkmıştı.
Komploların bir dolaysız sebebi de egemen sınıf içi kapışmalardır. Bu kapışmalar da her zaman burjuva demokrasisinin olağan işleyiş mekanizmaları içinde çözüme bağlanamayabiliyor. Bu durumda başta suikastlar olmak üzere muhtelif türde komplo eylemleri gerçekleştirilebiliyor. Kennedy suikastı ya da Özal’a yapılan başarısız suikast gibi örnekleri hemen hatırlamak mümkün.
En geniş kapsamlı komplolar ise genellikle bir ülkenin savaşa girmesinin bahanesini yaratmak için yapılanlar olmuştur. 1898’de ABD emperyalizminin, kendi savaş gemisi Maine’in batırılışını, İspanya’nın Latin Amerika’dan sürülüp atılmasıyla sonuçlanacak bir savaşın bahanesi olarak kullanması; 1931’de Japonya’nın Mançurya’yı işgal bahanesi olarak öne sürdüğü, ama bizzat Japon subayları tarafından Eylül 1931’de gerçekleştirilen demiryolu sabotajı; 1 Eylül 1939’da II. Dünya Savaşını başlatan Alman Nazi ordularının Polonya işgalinin bahanesi yapılan ve aslında kılık değiştirmiş SS subayları tarafından düzenlendiği halde Polonya askerleri tarafından yapılmış gibi gösterilen sınır ötesi karakol saldırısı; önceden haber alındığı halde II. Dünya Savaşına girişin bahanesi olarak kullanılacağı için ABD emperyalizmi tarafından göz yumulan Japonların ABD donanmasını yok etmeye yönelik Pearl Harbor saldırısı gibi hadiseler bunun çarpıcı örneklerini oluşturmaktadır. Aslına bakılacak olursa tarihin çok derinliklerine gitmeye gerek yok. Irak Savaşının ta kendisi Irak’ta kitle imha silahları olduğuna dair koca bir yalanla başlatılmadı mı?
Emperyalizm çağı, yeni dönem ve 11 Eylül
Kapitalizm kendisinin çürüme çağını ifade eden emperyalist aşamasını yüzyılı aşkın süredir yaşıyor. Lenin’in sıkça belirttiği gibi emperyalizm çağı siyasal gericilik çağıdır. Bu, egemen burjuvazinin, çağı çoktan gelmiş olan proleter devrimi engelleyebilmek ve bunamış sistemini ayakta tutabilmek için en barbarca yöntemleri hiç çekinmeden kullanabileceği anlamına gelmektedir. Bu çağ krizler, savaşlar ve devrimlerle karakterize olan bir çalkantı çağıdır. Bu bakımdan, sicilinde soykırımlar, nükleer felâketler, kitle katliamları, kan nehirleri bulunan çürüme çağı burjuvazisinin komplolara başvurmayacağını düşünmek için kişinin aklından zoru olması gerekir. Aksine kitleleri bu çağda savaşlara ikna etmek, onları bu doğrultuda seferber etmek için burjuvazi komplolara, kitle manipülasyonuna gitgide daha çok ihtiyaç duymaktadır. Bunu anlamamak çağın karakterini anlamamaktır.
Sovyetler Birliği faktörü ve II. Dünya Savaşı sonrası yaşanan ekonomik yükseliş temelinde oluşan göreli istikrar dönemi 1990 dönemeciyle birlikte son bulmuş ve emperyalizmin çelişkilerinin çok daha doğrudan ve genel biçimde kendini dışa vurmaya başladığı yeni bir dönem açılmıştır. Bu dönem, değişik vesilelerle hep belirtegeldiğimiz üzere emperyalistler arası rekabetin ve bu arada sınıf mücadelelerinin yeni bir kızışma evresi anlamına gelmektedir. Bir yangın yerine dönmüş olan Ortadoğu’nun durumu yeni dönemin resmini vermektedir. Savaşlar, militarizm, otoriter eğilimlerin güçlenişi, baskıcı uygulamaların artması, işçi sınıfının kazanımlarına yönelik saldırıların yoğunlaşması…
Yeni dönemde içeride işçi sınıfına, dışarıda da emperyalist rakiplere aman vermeme çabası, başta ABD olmak üzere tüm emperyalist güçleri savaş baltalarını bilemeye itiyor. ABD emperyalizminin değişik stratejistleri yeni dönemde hegemon konumun güçlendirilerek sürdürülmesi için yeni stratejiler geliştirdiler. Bugün işbaşında olan yönetici kliğin geliştirdiği Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi de ABD emperyalizminin halen izlemekte olduğu stratejiyi oluşturmaktadır. 21. yüzyılı bir Amerikan yüzyılı yapmayı kendine amaç tayin eden bu projenin belirlediği temel hedef, ABD’ye kafa tutabilecek herhangi bir yeni emperyalist gücün çıkmasına her ne pahasına olursa olsun izin vermemek ve ABD’nin tek küresel emperyalist güç olarak rakipsiz kalmasını sağlamaktır. Bunun için ABD emperyalizminin dünya ölçeğinde daha fazla askeri kuvvet kullanması gerektiğini saptayan programın önerdiği tedbirlerin önemli bir bölümü de askeri tedbirlerden oluşuyor: Ordunun daha da güçlendirilmesi, askeri harcamaların arttırılması, diğer güçlerin uzaya çıkmasının engellenmesi (klasik kara, hava ve deniz kuvvetlerinin yanına bir de “uzay kuvvetleri”nin oluşturulması), Anti-balistik Füze Antlaşması’ndan çekilme vs. Tümüyle militarist bir program olan bu programın temel belgesinde, çok kapsamlı ve masraflı olması nedeniyle orduda öngörülen değişimlerin çok uzun zaman alabileceği, ama ABD’nin II. Dünya Savaşına girmesine yol açan Pearl Harbor saldırısı gibi Amerikan halkını şoke edecek olayların olması halinde bu sürecin hızlanabileceği belirtilmektedir. Bu kliğin dışında da birçok tanınmış emperyalist stratejist bir “Pearl Harbor etkisi” gereğinden söz etmiştir.
Tüm bunlar, yeni militarist programın hayata geçirilmesi ve Ortadoğu’dan başlamak üzere yeni bir emperyalist savaş sürecini başlatmanın bahanesi olarak kullanılmak üzere 11 Eylül türü sansasyonel bir komploya mükemmelen uygun bir zeminin zaten varolduğunu, böylesi bir komplonun hiç de gökten zembille inmiş olmayacağını göstermektedir. Loose Change adlı belgesel ve daha birçok kişi olaya ilişkin resmi öykünün tutarsızlıklarına ve açıklarına işaret ederek 11 Eylül’ün içeriden gerçekleştirilmiş bir komplo olduğunu iddia etmektedir. Komplolar işin tabiatı gereği kanıtlanması kolay olmayan olaylardır. Bu açıdan belki de ileride işçi sınıfının devrimiyle bütün gizli arşivler açılana kadar işin aslını bilemeyeceğiz. Ekim Devrimini gerçekleştiren Rus işçi sınıfı tarihte ilk ve tek olarak bunu yapmış ve diğer devletlerle yapılan gizli anlaşmalar da dahil olmak üzere tüm gizli belgeleri dünyaya açıklamıştı. Yine de 11 Eylül’e ilişkin olarak şimdiye kadar ortaya çıkan bazı bilgiler, en azından, Pearl Harbor hadisesine benzer biçimde saldırıya göz yumulduğunu aşağı yukarı kesin biçimde göstermektedir.
Komplocu zihniyete itibar etmeme adına gerçek komploların varlığını yadsıyan ya da örtbas etmeye çalışanlardan bazıları, gülünç biçimde, “ABD kendine böyle bir şey yapmaz” diyorlar. Tarihte en vahşi türden gerçek komploların varlığı, emperyalizmin doğası ve içine girdiğimiz yeni dönemin niteliği gibi hususları bir yana bıraksak bile, ABD emperyalizminin daha önce buna çok benzer planlar yapmış olduğuna dair ilginç belgeler gün ışığına çıkmıştır. 1962 yılında hazırlanan ve Northwoods Operasyonu olarak adlandırılan taslak planın amacı alenen, “Küba’ya bir Amerikan askeri saldırısının gerekçelendirilmesi için bahane yaratmak” olarak tarif edilmekteydi. Bunun için çeşitli alternatifler önerilmekteydi. Bir Amerikan yolcu uçağının Küba savaş uçakları tarafından düşürülmüş gibi gösterilmesi ya da Guantanamo Körfezi’ndeki Amerikan deniz üssünde bir Amerikan savaş gemisinin havaya uçurularak suçun 1898’deki “Maine hadisesinde olduğu gibi” (raporda aynen böyle ifade edilmektedir) Küba’ya yıkılması bu alternatifler arasındaydı. Bunların yanında, ABD içinde önemli mekânlara yönelik terörist bombalamalar ve “dost Kübalılar” olarak tarif edilen karşı-devrimci unsurların kullanıldığı başka türden eylemler de düşünülüyordu. Bu planlar o dönemde uygulamaya sokulmasa da, benzerleri tüm dünya için üretilmeye ve uygulanmaya devam etti.
Uyanıklığı elden bırakma
Marksistler tarihin ve toplumun hareket yasalarının yerine komploları koyan komplocu düşünüş tarzını mahkûm ettikleri gibi, komploların bal gibi de var olduğu gerçeğini yadsıyanları da mahkûm ederler. Egemenler belirli süreçleri hızlandırmak, halkı kanlı planlara razı etmek ve çeşitli konularda manipüle etmek için komplolara başvururlar. Hele hele siyasal gericilik çağı olan emperyalist çürüme çağında bunlar egemenlerin sınıf mücadelesindeki vazgeçilmez araçlarıdır. Ancak komplolar tarihin akışının ana yönünü değiştirmezler. Gerçek şu ki 11 Eylül olmasaydı da günümüzün dünyasının tablosu aşağı yukarı benzer olurdu. Zira büyük ölçekli toplumsal siyasal dönüşümleri belirleyen temel sebepler, şu ya da bu türden komplolar değil, tarihsel maddeci yöntem tarafından açıklanmış sınıf mücadeleleridir. Varlığı yadsınamayacak olan komplolar da anlamlarını sınıf mücadelesi bağlamında bulurlar. Tam da bu nedenle egemenler açısından “başarılı” ve de “başarısız” komplolar vardır. Zamanı gelmiş büyük ölçekli değişimlerle uyumlu, onları güçlendiren ya da onların önünü açan komplolar “başarılı” komplolar iken, buna uygun olmayan ve çoğu durumda muhakkak ki varlığından bile haberdar olmadıklarımız “başarısız” komplolardır.
11 Eylül önemlidir evet. Ama hangi anlamda? 11 Eylül sonrasında yaşanan önemli değişimlerin 11 Eylül yüzünden olduğunu ihsas eden yanlış düşünceden dolayı değil, bu değişimlerin gelişmesinde kritik bir işaret noktası, bir dönüm noktası olması nedeniyle. Marksistler her şey 11 Eylül yüzünden olmuşçasına 11 Eylül’e metafizik bir anlam yükleyen sığ burjuva düşüncesinin değişik biçimlerine itibar etmezler. Bu düşünceler görünürde birbirleriyle en şiddetli geçimsizlik içinde olsalar bile aynı yöntemsel metafizik zeminde ortaktırlar. 11 Eylül’ün anlamı, onun dönemin eğilimlerini çarpıcı biçimde özetlemesi, ifade etmesidir.
Hem komploların varlığına karşı hem de bunları abartma ya da küçümseme şeklindeki eğilimlere karşı uyanık olmak gerekiyor. İçine girmiş olduğumuz yeni dönemin özünde bir emperyalist savaş konjonktürü olması bu konudaki bilinç açıklığının önemini artırmaktadır. Hem Şemdinli örneğinde olduğu gibi manipülasyon amaçlı komplolara, hem de “dış güçlerin komploları”ndan dem vurup işçi sınıfını çeşitli türden milliyetçi gerici amaçlara alet etmek isteyenlere karşı özellikle uyanık olmak gerekiyor. Bütün bu komploların nihai işlevi kan, ter ve irin üzerine kurulu kapitalist düzeni devam ettirmek olduğuna göre, bunlara son vermenin yolunun da içinden üredikleri kapitalizmi yok etmek olduğu aşikârdır.
link: Levent Toprak, Komploculuk ve Komplolar, Kasım 2006, https://marksist.net/node/1147
Çin’de İşçi Hakları
Sendika Bürokratları Asgari Ücretliyi Yine Allaha Emanet Edecek!