Gerek 7 Haziran gerekse de 1 Kasımdan önce, seçimlere yönelik yaptığımız değerlendirmelerde birkaç hususun altını çiziyorduk. Bunlardan biri de, işçi sınıfının parlamenter seçimlere gereğinden fazla bel bağlamasının yanlışlığıydı. Öncü ve mücadeleci işçilere bunu anlatıyor ve hangi düzen partisi iktidara gelirse gelsin, ekonomik kriz sürdüğü, emperyalist savaş son bulmadığı ve Kürt sorunu çözülmediği sürece ülkeye barış gelmeyeceğini, huzur ve istikrarın hayal olacağını vurguluyorduk. Asıl olanın işçi sınıfının birliğinin sağlanması, bağımsız sınıf siyaseti temelinde örgütlenerek mücadeleye atılması olduğunu ve ancak bu sayede hem Erdoğan-AKP iktidarının devrilebileceğini, hem emperyalist savaşa karşı durulabileceğini, hem de ekonomik krizin faturasının krizin asıl sahiplerine ödettirebileceğini söylüyorduk.
Erdoğan-AKP iktidarının 7 Haziran seçiminin sonuçlarını tanımayıp ülkeyi adeta bir savaş atmosferine sokarak 1 Kasım seçimlerine gitmesi ve işçi sınıfı başta olmak üzere tüm toplumu bölerek, kutuplaştırarak, korkutup sindirerek seçimlerden galip çıkması, sınıf devrimcilerinin bu görevini hem daha zorlaştırmış hem de daha ivedi hale getirmiştir.
Yaratılan bu kutuplaşma işçi ve emekçilerin Erdoğan-AKP iktidarının gerçek niteliğini kavramasını engellemekte, onları şu veya bu burjuva partinin arkasında saf tutmaya itmektedir. İşçiler ve emekçiler adeta takım tutar gibi parti tutmaktadırlar. Sınıfın ezici çoğunluğu olup biteni kavramaktan uzaktır. Her işçi “kendi tuttuğu partisinin” söylediği yalana inanmakta, diğer partiyi tutan işçiyi de neredeyse düşmanı olarak görmektedir. 1 Kasım seçimleri bu suni kutuplaşmanın tavan yapmasına neden olmuştur.
İşçilerin bu duruma düşmesindeki ana etken, bilinç ve örgütlülüğün son derece zayıf olmasıdır. Bıraktık sınıflı bir toplumda yaşandığının farkında olmayı, iktidar partisi AKP’nin en göz önündeki pislikleri bile işçilerin önemli bir çoğunluğu nezdinde bir şey ifade etmemektedir. Hal böyle olunca da çeşitli burjuva kesimler açısından işçi sınıfını kendi çıkarları temelinde bölmek zor olmamaktadır. Nitekim seçim sonrasındaki tablo da bu duruma uygun biçimde şekillenmiştir. Bir yanda AKP’yi ve Erdoğan’ı desteklemiş olan dindar-muhafazakâr kesimler, diğer yanda ise çeşitli nedenlerle CHP ve MHP’yi destekleyen kesimler.
Bu koşullarda sosyalistlerin düzeni ve AKP iktidarını teşhir etmek üzere yaptığı her türlü propaganda veya ajitasyon faaliyeti de son derece dar ve sınırlı bir kesimde karşılık bulmaktadır. AKP’yi destekleyen işçiler AKP veya Erdoğan aleyhine söylenen her şeyi adeta kendi takımlarına, karşı takım taraftarlarının yaptığı saldırılar gibi algılamakta ve savunuya geçmektedirler. Dindarlık, muhafazakârlık, AKP’li olmak gibi kimlikler sınıf kimliğini ezerek bu işçilerin bilincini belirlemektedir. Benzer durum Kürt ve Alevi işçiler açısından da geçerlidir. Bu kesimler her ne kadar çoğunlukla AKP-Erdoğan iktidarına karşı olsalar da, tıpkı diğerleri gibi bağımsız sınıf çıkarları temelinde kimlik edinmediklerinden, AKP’yi destekleyen işçileri “rakip takımdan” görmekte, onları toptan düşmanlaştırmakta, bu da işçi sınıfının birliğinin sağlanması açısından muazzam bir engel oluşturmaktadır. İş o noktaya varmıştır ki, işçiler, tek bir işyerinde ve basit bir sorunlarını çözmek için bile çoğunlukla bir araya gelememektedirler.
Suni kutuplaştırma
Bugünkü tablonun oluşması kuşkusuz sadece AKP’nin eseri değildir. Sınıf kimliğinin oluşması bakımından Türkiye’nin tarihsel arkaplanının yarattığı bazı nesnel olumsuzlukların (Asyatik despotizm, sivil toplum geleneğinin oluşmaması, kapitalizmin geç gelişmesi vb.) yanı sıra, cumhuriyet kurulduktan sonra da egemen sınıflar yürüttükleri ideolojik propagandayla bu nesnel arkaplanın aşılmasını zorlaştırmışlardır. TC’nin kuruluşundan beri egemen sınıflar, toplumun sınıfsal temelde bölünmüş olduğu gerçeğini gizlemeye çalışmış ve uzun yıllar “sınıf” kavramını kullanmak dahi mümkün olmamıştır. İşçilerin bir sınıf olduklarının farkına varmaları engellenmiştir. Bu nedenle işçi sınıfının kendi bağımsız sınıf çıkarlarının bilincine varması ve bu temelde örgütlenmesinin de önüne geçilmiştir. Burjuvazi kendi içindeki kapışmalarda da işçi sınıfını ve geniş emekçi yığınları kendi farklı hiziplerinin peşine takmak için çeşitli temellerde suni ayrıştırma siyasetini kullanmıştır.
Örneğin 40’lı 50’li yıllarda toplum, tıpkı şimdikine benzer biçimde yarılmaya uğramış, kutuplaşmış ve saflaşma CHP-DP ekseninde şekillenmiş, süreç bir askeri darbeyle son bulmuştur. Çeşitli burjuva partiler eksenindeki kutuplaşmaya yıllar içinde, Sünnilik-Alevilik gibi mezhepsel ayrımlar, Türklük-Kürtlük gibi etnik ayrımlar da eklenmiştir. Sağ burjuva partiler dindarlık ve muhafazakârlık üzerinden politika yaparken, CHP gibi “sol” görünümlü burjuva partiler de Batıcı-laik yaşam tarzına sahip çıkan siyasi odak olarak bir yer tutmaya çalışmışlardır. Milliyetçilik ise tüm burjuva partilerin ortak paydasını oluşturmuştur.
Egemenler, farklı dönemlerde farklı ayrım noktalarını öne çıkartarak toplumu istedikleri eksende kutuplaştırmayı başarmışlardır. Yahut farklı burjuva kesimler, farklı kimlikleri sahiplenerek kendi aralarındaki iktidar mücadelesinde kitleleri de yedeklerine almaya çalışmışlardır. Bugün oluşmuş suni kutuplaşmayı da bu temelde kavramak gerekiyor.
AKP’nin ilk kez hükümet olmasından itibaren, ona karşı olan Kemalist-devletçi-statükocu burjuva kesimler toplumda bu kutuplaşmayı derinleştirecek bir siyaset izlemişler ve bir anlamda AKP’nin de ekmeğine yağ sürmüşlerdir. AKP karşıtı burjuvazinin, AKP’nin ülkeyi Batı yönelimli tarihsel çizgisinden koparıp yönünü doğuya ve İslam dünyasına çevirmeye çalıştığı ve İslamcı-muhafazakâr bir düzen getirmek istediği yolundaki propaganda eşliğinde körüklediği laikçilik-şeriatçılık karşıtlığı, toplumu ciddi bir kamplaşmaya götürmüştür. Sayıları hiç de az olmayan ve aslında TC’nin kuruluşundan beri mağdur olduklarını düşünen dindar kesimler, asker-sivil bürokrasinin vesayetinden ve ceberut devletten bıkmış olanlar, Kürt sorununda çözümden yana olanlar, AB’ye girilmesini isteyenler, liberaller ve benzerleri, aslında AKP’yi çok sevdiklerinden değil ama karşı kutupta hazzetmedikleri bir siyasi anlayış ve gelenek bulunduğundan, açıktan veya örtük biçimde AKP’yi desteklemişler, ondan yana taraf tutmuşlardır.
AKP, doğal tabanı durumundaki dindar-muhafazakâr kesimin dışındaki toplumsal kesimlerden de destek alabilmek için, Kemalizmin temsil ettiği ceberut devletçiliğe, asker-sivil bürokrasinin vesayetine, statükoculuğa karşı çıkmış, AB’ye girişi ateşli biçimde savunarak ve Kürt sorununu çözeceğini iddia ederek demokrat pozlara bürünmüş ve özellikle ilk dönemlerinde İslamcı kimliğini pek fazla öne çıkarmamıştır. AKP karşısında yer alan kamp ise gerçekte devletçi ve statükocu olduğu halde, AKP’nin savunduğu dinî değerlere atıfla onun şeriatçı-gerici olduğunu, kendisinin ise ilerici-laik olduğunu, gerçek anlamda Batılı ve çağdaş değerlere kendisinin sahip çıktığını savunmuştur. Hatta AKP’nin ABD’nin işbirlikçisi ve taşeronu olduğunu, kendisininse anti-Amerikancı ve dahi anti-emperyalist olduğunu öne sürmüştür.
Burjuva kesimlerin izlediği bu kutuplaştırma politikaları sonucu, işçi ve emekçilerin kafalarında değerler ve kavramlar birbirine karışmış, iç içe geçmiş, altı boşaltılmıştır. Gericilik, ilericilik, demokratlık, çağdaşlık-modernlik gibi kavramların altı farklı burjuva kesimlerce farklı şekilde keyfi biçimde doldurulmuştur. Bu durum sosyalist hareketi de etkilemiş ve maalesef sosyalistlerin bir kısmı da öteden beri kafa karışıklığından muzdarip olduğundan burjuva kamplardan birinin (yani CHP’nin) kuyruğuna takılabilmişlerdir. Enternasyonalist komünistler ise en başından itibaren kavramların yerli yerinde kullanılması konusunda ısrarcı olmuşlar ve tarafları gerçekte temsil ettikleri siyasetler üzerinden tanımlamaya özen göstermişlerdir.
Bu temelde bakacak olursa ne AKP ne de AKP karşıtı düzen partileri iddia ettikleri gibi ilerici ve demokrattırlar. Özellikle 2011’den sonra, yani iktidarı ele geçirdiği ölçüde AKP’nin baskıcı niteliği daha net biçimde görünür hale gelmiştir. Örneğin Kürt sorununda oyalama politikalarının ve kırıntı düzeyinde şeyler vermenin ötesine geçmemiş, Ergenekon-Balyoz gibi davaları düşürmüş, 12 Eylül ve benzeri davaların içini boşaltmış ve tüm bunların üstüne bir de otoriter bir rejim yaratmaya girişmiştir. Yani AKP’nin sadece kendine demokrat olduğu, despotlukta-devletçilikte ve milliyetçilikte, toplum mühendisliğinde Kemalistlerden pek de geri kalmadığı görülmüştür.
Pek tabii AKP karşıtı burjuva düzen partilerinin durumu da ondan parlak değildir. Kemalist-devletçi-statükocu sicili CHP’nin yakasını bırakmış değildir veya Kürt sorununa bakışı AKP’den daha iyi durumda değildir. Ezilen bir kesim olarak Alevilere sahip çıkıyor görünse de, gerçekte Alevilerin haklarını savunma doğrultusunda hiçbir ciddi politikası yoktur. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kaldırılmasına bile karşı çıkmaktadır.
İşte bu arka plan ve temel üzerinde şekillenen bugünkü kutuplaştırma siyaseti sonucu, işçi sınıfı suni kamplara bölünmüş durumdadır ve gerçek kimliğinden, yani bir sınıf olduğundan tamamen bihaber haldedir.
Sınıfın bil, safa gel!
Seçim sonuçlarıyla birlikte ele aldığımızda, ortada tuhaf bir tablo olduğunu görüyoruz. Tüm dünya kapitalizmin küresel ekonomik krizinin, emperyalist savaşın ve gittikçe otoriterleşen burjuva rejimlerin pençesinde kıvranırken, ki Türkiye de bu tabloya fazlasıyla dâhildir, yani toplumsal sorunlar ve sınıfsal çelişkiler alabildiğine artıyorken, Türkiyeli işçi ve emekçilerin önemli bir çoğunluğu ülkeye AKP eliyle barış-huzur-istikrar geleceği beklentisi içindedirler. Üstelik destekledikleri partinin seçimden başarılı bir sonuçla çıkmış olmasının ardından, MHP, CHP veya HDP’ye oy veren işçi arkadaşlarını küçümsemekte, her fırsatta aslında aynı kaderi paylaştıkları bu sınıf kardeşlerine laf çakmakta, onları kendilerinden uzaklaştırmaktadırlar.
AKP’ye destek vermiş işçi ve emekçilerin bu tutumu en başta kendileri olmak üzere tüm işçi ve emekçi sınıflar için çok tehlikelidir. Çünkü bu sayede AKP iktidarı sınıfsal çelişkilerin üzerini örtebilmekte, işçi ve emekçilerin asıl sorunlara odaklanmasının ve kendi sınıfsal çıkarları temelinde örgütlenmelerinin önüne geçebilmektedir. En önemlisi de, bu kısırdöngü kırılamadığı için, aynı işçi-emekçi kesimlerin AKP’nin peşinden sürüklenerek Bonapartist bir rejimin kitle desteğini oluşturmaya aday hale gelmiş oluşlarıdır. Oysa Erdoğan-AKP liderliğinde kurulacak böylesi olağanüstü rejimlerin ne büyük yıkımlara yol açabileceğinin tarihte pek çok acı örneği bulunmaktadır.
AKP’ye karşı kampta yer alan özellikle Kürt ve Alevi işçilerin ise çoğunluğu seçimden sonra ciddi bir umutsuzluğa ve çaresizliğe kapılmış durumdadırlar, ki bu da sınıf hareketi açısından ayrıca tehlikeli bir haldir. Kendilerini toplumun seçkinleri olarak gören beyaz Türkler her zamanki gibi AKP’ye oy veren işçi-emekçi kitleleri cahillikle, aptal olmakla suçluyor ve aşağılıyorlar. Bu tuzukurular zorda kaldıklarında nasıl sıvışacaklarını da “artık bu ülkede yaşanmaz, Avrupa’ya gitmek lazım” yollu söylemlerle açıkça ortaya koyuyorlar. Ve maalesef Kürt ve Alevi işçi-emekçilerin de bir bölümü bu söylemi işyerlerinde tekrarlayarak, aslında önyargıları karşılıklı yıkarak bir araya gelmek zorunda oldukları sınıf kardeşleriyle hepten arayı açıyorlar. Oysa Kürt-Alevi işçi-emekçilerin, tuzukuru küçük-burjuvalar gibi kaçacakları veya gidecekleri bir yer yoktur. Nihayetinde bu iktidara ve sömürü düzenine karşı, bizzat AKP’li sınıf kardeşlerini kendi yanlarına çekip birlikte mücadele ederlerse kazanma şansları vardır. Çaresizliğin ve umutsuzluğun kırılmasının yolu da sınıfın birliğinin ve dolayısıyla gücünün artmasından geçmektedir.
İşte bu noktada sınıf devrimcilerinin görev ve sorumlulukları daha bir artmaktadır. Sınıf içinde doğru fikirler ve politikalar eşliğinde bir örgütlenme faaliyetinin yürütülebilmesi için, öncelikle yanlış ve elitist yaklaşım ve söylemlerin mahkûm edilmesi gerekmektedir. Bu tür söylem ve yaklaşımlarda ısrar etmek, sınıfın içine nifak sokmak ve sınıfın bölünmüşlüğünün sürmesine hizmet etmek anlamına gelmektedir.
Aksine, işçi sınıfının birliğini sağlamak ve bunun için de ister AKP’ye oy vermiş olsun ister başka bir partiye, öncü ve mücadeleci işçileri kazanmak üzere sabırlı bir faaliyet yürütmek gerekiyor. Sınıf devrimcileri iyi bilirler ki, işçi sınıfının mücadeleci unsurları asgari ölçüde örgütlenmeden ve dolayısıyla bilinçlenmeden, bu kısırdöngüden çıkış mümkün değildir. İşçi ve emekçilerin bu yapay kutuplaşmayı/bölünmeyi aşarak, olması gereken bir temelde, yani kendi sınıflarının çıkarları temelinde safını seçmesi hayati derecede önem taşımaktadır. Aksi takdirde, tüm işçi ve emekçileri bekleyen acı ve yıkıcı gelecekten kaçınmak olanaksız olacaktır.
link: Kerem Dağlı, İşçiler Sınıf Kimliğini Kuşanmalıdır, 29 Kasım 2015, https://marksist.net/node/4693
Profesör Olup da Adam Olamayanlar
10 Ekimde Katledilen Emekçiler Anıldı