Burjuvazinin iç kapışmasında görece bir yatışma yaşandığı kış aylarının ardından, Türkiye baharla birlikte it dalaşının da yeniden kızışmasına tanık oluyor. Üniversitelerde başörtüsünün yolunu açan anayasa düzenlemelerinin Anayasa Mahkemesine intikal ettirilmesi, bunu takiben AKP’ye kapatma davası açılması, ardından gelen Yargıtay muhtırası ve Mahkemenin türban düzenlemelerini iptal etmesi burjuva siyasetin kaynama noktasına ulaşmasına yol açtı. Ordunun siyasete doğrudan müdahalelerine alışkın olan burjuva rejim, şimdi de yargı aygıtı üzerinden müdahaleyle (kuşkusuz bu ilk kez olan bir durum değildir) karşı karşıya bulunuyor.
Anayasa Mahkemesi, verdiği son kararla, anayasa değişikliklerini sadece şekil yönünden inceleyebileceğine hükmeden anayasa maddesini fiilen hükümsüz kıldı. Tıpkı geçtiğimiz yıl yaşanan 367 vakası gibi bu da Anayasa Mahkemesinin, keyfi yorumlarla ya da gerektiğinde Anayasayı bile delerek tümüyle siyasal kararlar verdiğinin apaçık ispatı niteliğindedir. Nasıl 367 kararının hemen öncesinde 27 Nisan muhtırası geldiyse, bu kez de benzer bir muhtıra, hatta çok daha sert ifadelerle 21 Mayısta Yargıtay üzerinden verildi. Söz konusu muhtıranın Yargıtay üzerinden verilmesi hiç kuşku yok ki, 22 Temmuz seçimlerinden sonra Genelkurmay’ın izlediği geri planda durma politikasının bir sonucuydu. Muhtıranın en temel hedefi ise, türban davasını sonuçlandıracak olan Anayasa Mahkemesine “yalpalama” mesajını vermekti. Beklendiği üzere mesaj alındı ve kısa bir süre sonra gereği yerine getirildi. Anayasa Mahkemesinin söz konusu kararıyla birlikte, üniversitelerde türban yasağının kaldırılmasını teklif etmek, “Anayasanın cumhuriyetin niteliklerine ilişkin ilk dört maddesini değiştirmek” kapsamında anayasa suçu haline getirildi.
Bütün bu gelişmeler, asker-sivil statükocu devlet bürokrasisinde ve AKP’de temsiliyet bulan burjuva kanatlar arasındaki dalaşmanın hız kaybetmeyeceğini bir kez daha gösteriyor. Gerek Türkiye’nin tarihsel özgünlükleri gerekse uluslararası konjonktür nedeniyle bu kavganın kısa sürede bitmeyeceği açıktır. Ancak söz konusu tarihsel kapışmanın her defasında daha da sertleşerek yaşandığı ve tarafları daha keskin adımlar atmaya yönelttiği de bir gerçek.
Her şeyden önce şunu bir kez daha ifade etmekte yarar var: AKP’nin üniversitelerde başörtüsü serbestisi yolunda attığı adımlar her ne kadar “Anayasanın laiklik ilkesine aykırı olduğu” gerekçesiyle iptal edilmiş ve bu gerekçenin partinin kapatılması için güçlü bir “delil” olarak kullanılacağı ortaya çıkmış bulunsa da, statükocu kanat açısından mesele ne türban ne de laiklik meselesidir. Sürekli tekrar ettiğimiz gibi, asıl sorun, AB süreciyle birlikte siyasi ayrıcalıklarını yitirmeye başlayan asker-sivil bürokrasinin ve çıkarları bu kesimle örtüşen burjuva kanadın, AB yanlısı burjuva kesimlerle ve bugün için bunların siyasi temsilcisi konumunda bulunan AKP ile yürüttükleri iktidar mücadelesidir.
Dünya koşullarındaki değişime bağlı olarak hız kazanan söz konusu kapışma, son on yılda AB süreciyle birlikte çok daha keskin hale gelmiştir. AB yanlısı burjuvazi, dört dörtlük bir temsilci olmadığının fakat alternatifinin de bulunmadığının farkında olarak AKP’yi yakın bir döneme kadar desteklemiştir. Ancak AKP’nin AB sürecini sürüncemeye bırakması, cumhurbaşkanlığı seçimini krize dönüştürmesi, türban gibi rejimin “cıs” noktalarına dokunması ve ekonominin kötüye gitmesi karşısında TÜSİAD’ın uyarılarını fazlaca kaale almaması bir süredir bu desteğin oldukça aşınmasına yol açmıştır. TÜSİAD’ın geçtiğimiz günlerde gerçekleşen Yüksek İstişare Konseyinde, bir yandan AB’ye vurgu yapılmış diğer yandan ise yeni bir anayasa hazırlamak üzere bir Anayasa Konvansiyonu oluşturulması çağrısında bulunulmuştur. Konseyde, yeni anayasa sürecini başlatmak yerine ve “meclisteki salt çoğunluğuna dayanarak” kendi işine gelen noktalarda anayasa değişiklikleri yapmakla yetinen AKP’nin de kulağı çekilmiştir. Bunun yanı sıra hukuka saygı gösterilmesi gerektiği vurgusuyla, Anayasa Mahkemesi kararlarının eleştirilebilir olmakla birlikte riayet edilmesi gereken hukuksal kararlar olduğu söylenmiştir. Tüm bunlar, tekelci sermaye cephesinde geçtiğimiz bahar aylarından bu yana devam eden yeni siyasal arayışların giderek hız kazandığının da bir göstergesidir.
AKP kadrolarının İslamcı dünya görüşüyle malûl siyasal geçmişleri, statükoculara da “laiklik elden gidiyor” argümanını yükseltme fırsatı sunmakta ve kavga sanki bu nedenle yürüyormuş gibi bir manzara doğurmaktadır. Oysa bu kavga devletlû bürokrasinin, kökü eskilere uzanan iktidardaki ayrıcalıklı pozisyonunu koruma kavgasıdır.
Meselenin bu tarihsel boyutunun yanı sıra, yanı başımızda devam eden ve İran ve Suriye üzerinden yaygınlaştırılması an meselesi olan emperyalist savaş da söz konusu kapışmanın bugün ulaştığı aşamada son derece etkin bir rol oynamaktadır. ABD’de çok daha aktif bir saldırı politikası izlenmesi gerektiğini savunan neo-conlar ile aynı hedef doğrultusunda daha “akıllı” bir politika izlenmesini savunan burjuva kesimler arasındaki kutuplaşma, Büyük Ortadoğu Projesinin sınırları dahilinde yer alan Türkiye’ye de fazlasıyla yansımaktadır. Ancak bu yansıma genelde gerçekliğin ters yüz edilmiş şekliyle karşımıza çıkmaktadır.
Görünüm, statükocuların “tam bağımsızlık” ve laiklik mevzisinde direniyor olmaları biçimindedir. Oysa bir zamanlar ABD’nin komünizme karşı Yeşil Kuşak projesini var güçleriyle uygulayan statükocuların bugün zaman zaman ABD karşıtıymış gibi poz kesmelerinin en temel nedeni, Kürt sorunu konusunda yaşanan anlaşmazlıktır. Kürt halkının bağımsız bir devlete sahip olmasını destekliyormuş gibi görünen ABD, bu politikasıyla statükocuların fena halde damarına basmaktadır. Ancak Kerkük referandumu konusunda atılan geri adımlar, Türk ordusunun Irak Kürdistanı’nda PKK’ye saldırmasına verilen izin ve istihbarat desteği, Talabani ve Barzani’nin daha ılımlı bir politika izlemeye ikna edilmesi gibi hususlar, ABD’ye karşı yükseltilen sesin aniden kesilmesiyle sonuçlanmıştır. Dolayısıyla Kürt sorununda mutabakata varılması durumunda, bugün en koyu Amerikan karşıtı görünüp anti-emperyalist pozlar kesen statükocuların, İran’a saldırma konusunda ikna edilemeyen AKP’yi tasfiye edip, ABD’nin vurucu gücü olarak İran’a saldırmaya hazır olmaları kimseyi şaşırtmamalıdır.
Temelde laiklik meselesi mi var?
Kemalist bürokrasi ve devlet partisi CHP, “şeriat geliyor” öcüsünü ön plana çıkarmaya ve kitleleri bu korku temelinde kendi arkasına yedeklemek için “laiklik elden gidiyor” argümanına sarılmaya devam ediyor. Baykal’ın geçtiğimiz günlerde parti grup toplantısında yaşanan çatışmayı değerlendirirken sıraladığı örnekler de bu manipülasyon politikasının bir uzantısıdır. Şöyle diyor Baykal:
“Temelde laiklik meselesi vardır. Dün vardı, bugün var, yarın da olacak. Menemen olayının, Hizbullah örgütlenmesinin altında bu vardır. Musul meselesinin altında bu vardır. Atatürk’e yönelik suikastların altında bu vardır. Hepimiz çok iyi biliyoruz ki, Bahriye Üçok’un, Muammer Aksoy’un, Uğur Mumcu’nun öldürülmesinin altında hep bu zihniyetler yatar. Danıştay saldırısının altında bu yatar. Laik olmak bu iktidarın gözünde cezalandırma gerekçesidir.”
Menemen olayının Kemalist rejim tarafından bilinçli bir biçimde abartıldığını, Atatürk’e suikast girişimi iddialarının aslında rakip politikacıların ve muhaliflerin İstiklal Mahkemelerinde “yargılanıp” asılmalarının bir bahanesi olarak kullanıldığını, Musul meselesinin Kürt meselesi demek olduğunu Baykal gayet iyi biliyor olsa gerek. Bunun yanı sıra, Bahriye Üçok’tan Uğur Mumcu’ya dek İslamcıların sırtına yıkılmaya çalışılan siyasi cinayetlerin arkasında İran ya da şeriatçıların değil, bizzat “derin devlet” aygıtlarının bulunduğu tartışmasının ayyuka çıktığını Baykal bilmiyor mu? Keza Danıştay saldırısını düzenleyen şahsın “ulusalcı” Ergenekoncularla yakın ilişki içinde bulunduğu, kanıtlarıyla ortaya serilmiş durumdadır. Türkiye’de Hizbullah’ın PKK’ye karşı bizzat devlet tarafından organize edildiği, güçlendirildiği, finanse edildiği ve bugün de aynı amaçla yeniden diriltilmeye çalışıldığı da sağır sultanın bile duyduğu bir gerçekliktir. Ancak Baykal ve temsilcisi olduğu statükocu kanat, bu gerçekliğin üzerini örtmekte ve bu olayları her defasında şeriat yanlılarının kanlı eylemleri olarak sunmaktadır. Amaçsa gayet açıktır: AKP iktidarını yıpratarak devirmek ve Kemalist rejimde ifadesini bulan statükoyu korumak.
Geçtiğimiz günlerde Taraf gazetesinde yayınlanan ve Genelkurmay tarafından hazırlanıp 2007 Eylülünde yürürlüğe konduğu anlaşılan “Bilgi Destek Faaliyeti Eylem Planı”, bu amaçla yürütülen savaşın, psikolojik harp tekniklerinden de alabildiğine yararlanılarak nasıl bilinçli bir biçimde kızıştırıldığını açıkça gösteriyor. Söz konusu Plan, “TSK’nın topluma öncü olma rolünün sürdürülmesini” ve “toplumun TSK’nın görüşleri doğrultusunda yönlendirilmesini” hedefleyen kapsamlı bir paketten oluşuyor. Planın amacı, “kamuoyunu TSK’nın hassasiyet gösterdiği konularda kendi çizgisine getirmek, TSK hakkında yanlış fikirlerin gelişmesine mani olmak ve TSK içinde fikirde ve eylemde birlik ve beraberliği sağlamak” olarak sunuluyor.
“İrticacı hareketlerin sorumlusu” olarak görülen hükümeti, “milli devlete karşı” olarak nitelenen yeni anayasa paketini ve “terörist” olarak adlandırılan DTP’yi hedefe oturtan Genelkurmay Planı, söz konusu amaçlar doğrultusunda, üniversitelerden yüksek yargı organlarına, medya mensuplarından sanatçılara, geniş bir ağı harekete geçirmek için sıkı ilişkilerin sağlanmasının yanı sıra her türlü maddi olanağın seferber edilmesini de öngörüyor.
“Lahika-1” adıyla anılan 11 sayfalık bu Eylem Planı, geçen yıl “Darbe Günlükleri”nin yayınlanmasıyla deşifre olan uzun vadeli planın, çeşitli revizyonlardan geçirilerek halen yürürlükte olduğunu gösteriyor. 22 Temmuz seçimleri öncesinde yürütülen kampanyada izlenen tekniklerin AKP’nin yüzde 47 gibi ezici bir çoğunlukla iktidara gelmesine yol açması, Genelkurmay’ı taktik değişikliklere itmiş görünüyor. Bu taktik değişikliklerin başında ise Genelkurmay’ın geri plana çekilmesi ve üst yargı organları başkanları, üniversiteler, TSK çizgisindeki yazar ve sanatçıların sahne önüne sürülmesi yer alıyor. Bunun yanı sıra, Eylem Planında, “tam kontrollü STÖ’lerden elde edilen verimin düşük olması” nedeniyle, “etki edilen ve harekete geçirilebilen” STÖ’lerin (Sivil Toplum Örgütleri) ve yandaş medyanın kullanılacağı da ifade ediliyor.
Tüm bunlar, statükocu kampanyanın gayet planlı ve örgütlü biçimde yürütüldüğünü gösterdiği gibi, hedefin salt AKP’yi devirmekle sınırlı olmadığını da aşikâr kılıyor. Açıktır ki, hedef, Kemalist statükoyu tehdit eden girişimleri etkisiz hale getirmek ve devlet kurucu güçlerin elinden kaymakta olan iktidar yularını tekrar ele geçirmektir.
Emekçilere saldırırken domuz topu gibi birleşiyorlar
Bütün bunlar olurken, yani burjuva güçler iktidarın nimetlerinden daha fazla yararlanmak uğruna birbirlerini yerken, emekçi sınıflara saldırıda sınır tanınmıyor. Mehmet Sinan’ın dediği gibi,
“Türkiye’de kapitalizmin savunucusu olan burjuva güçler, cumhuriyetin kuruluşundan beri devlet yönetiminde daha fazla söz sahibi olabilmek ve böylece iktidarın nimetlerinden daha fazla yararlanabilmek için, bir yandan kendi aralarındaki iktidar kavgasını sürdüregelirlerken, diğer yandan ortak çıkarları söz konusu olduğunda ya da sömürü düzenleri tehlikeye düştüğünde, domuz topu gibi birleşmekte ve emekçi sınıflara karşı ortak bir saldırı başlatmakta hiç tereddüt etmemektedirler.” (Paşalar Cumhuriyetinden Burjuva Cumhuriyetine TC’nin Sivilleşme Sancısı, MT, Ağustos 2007)
SSGSS yasasıyla emekliliğin ahirete ötelenmesi, sağlık hakkının gasp edilmesi, eğitimin giderek her kademede paralı hale getirilmesi, istihdamın teşvik edilmesi adı altında İşsizlik Fonunun sermayeye peşkeş çekilmesi, kıdem tazminatının tarihe gömülmesi doğrultusunda çalışmalara hız verilmesi, söz konusu saldırıların sadece bir kısmını oluşturmaktadır. Ekonomik alanda da saldırılar son sürat devam etmektedir. Asgari ücrete 21 YTL zam yapılırken, ekmekten makarnaya, pirinçten bulgura tüm gıda ürünlerine fahiş zamlar yağdırılmıştır. Petrol fiyatları tüm dünyada yükselirken, bu artışa ek olarak Türkiyeli emekçiler devletin vergi adı altındaki soygunu nedeniyle dünyanın en pahalı petrolünü kullanmaya mecbur edilmekteler. Doğal gaza ve elektriğe zam üstüne zam gelirken ve zamların devam edeceği ilan edilirken, AKP hükümeti, “enerji fiyatları artmasına rağmen KDV oranlarına hiç zam yapmadık” diyerek, zamma ek olarak bir de KDV oranlarını arttırmaktan söz edecek kadar aymazlaşabilmektedir.
Tüm bunların yanı sıra AKP, hak aramak üzere sokağa çıkan işçilere kırmızı görmüş boğa gibi saldırmaktadır. 1 Mayıs’ta estirilen devlet terörü bunun son örneğidir ve AKP’nin bu konuda diğer gerici burjuva partilerden ve totaliter zihniyete sahip asker-sivil bürokrasiden zerrece farkı olmadığının apaçık kanıtıdır. Neo-liberal AKP’nin liberalizmi, yani “özgürlükçülüğü”, ekonomide sermayeye dilediği gibi at koşturma ve işçi sınıfını iliğine kadar sömürme özgürlüğünü tanıması ve garantiye almasıyla sınırlıdır.
Birbiri ardına çıkarılan faşizan yasalarla polisin yetkilerini alabildiğine arttıran AKP’nin bu hamlelerinin ardından cezaevlerinde ve polis merkezlerinde işkence patlamalı bir biçimde arttı. Avrupa Birliği’nin sanki başka hiçbir anti-demokratik madde yokmuş gibi 301. maddeyi hükümetin habire başına kakması sonucunda bu madde tadilattan geçirildi. Ancak düzenlemenin ardından, salt devrimciler ve demokrat aydınlar değil, minibüste konuşan öğretmenden sokaktaki adama kadar onlarca kişiye 301 davaları yağmaya başladı.
Seçimler öncesinde yeni seçilecek meclisin ilk işinin demokratik bir anayasa yapmak olduğunu ilan eden AKP’nin, demokratik anayasadan türban serbestisi dışında bir şey anlamadığı ortaya çıkmış ve statükocu güçlerin höt demesiyle yeni anayasa girişimi rafa kaldırılmıştı. Türban düzenlemesi ise birkaç anayasa maddesinin değiştirilmesiyle hayata geçirilmişti. Ancak bu düzenleme Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edildi. AKP şimdi de parti kapatmayı zorlaştıran değişikliklere ihtiyaç duyduğu için konuyu yeniden gündeme getirmeye başladı.
Oysa AKP, kendine yönelik kapatma davasında demokrasi kahramanı kesilirken, DTP’nin kapatılmasına el ovuşturarak seyirci kalmaktadır. Pek demokrat (!) Erdoğan DTP’lilerle yan yana gelmekten kaçınmakta, onlarla hiçbir şeyi müzakere etmeyeceğini açık açık söylemektedir. Bunu yapan Erdoğan’la statükonun Kürt sorunundaki çözümsüzlük politikasını eleştirip, sanki sorunu çözecekmiş gibi hava yaratan Erdoğan aynı kişidir.
Bütün bunlar, demokrasi nutukları atarak ikinci kez iktidara gelen, ama bu konuda hiçbir ciddi adım atmayan AKP’nin, işçi sınıfı ve ezilen Kürt halkı açısından diğer burjuva partilerden farkının olmadığını tekrar tekrar gösteriyor. İşçi ve emekçiler, kapatılma tehdidiyle yüz yüze bulunan ve şimdiden mazlumu oynamaya başlayan AKP’nin sınıf düşmanı yüzü konusunda en ufak bir tereddüde kapılmamalıdırlar. CHP’siyle, AKP’siyle, MHP’siyle, ordusuyla, tüm burjuva güçler işçi-emekçilerin değil, egemen sınıfın çıkarlarını savunmak üzere faaliyet yürütmektedirler. Ezilen sınıfların aradıkları çare şu ya da bu burjuva iktidarda değil, işçi iktidarındadır. Bu gerçeklik kavrandığı ve bu temelde harekete geçildiği ölçüde işçi sınıfının örgütlü gücü karşısında hiçbir güç duramaz.
link: İlkay Meriç, Sözde Laik-Dinci Çatışması Ardında Devam Eden İktidar Kapışması, 4 Temmuz 2008, https://marksist.net/node/1828
Katledilişlerinin 15. Yılında Canlar Aramızda
ÖSS Gerçekten Bizi Kurtarıyor mu?