Haziranın ikinci haftasında yapılan Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinde faşist partilerin oy oranlarını ciddi ölçüde arttırmaları, pek çok Avrupa ülkesinde siyasi dengeleri sarstı. Kimileri merkez partilerin hâlâ en büyük güç olduğunu söyleyerek büyüyen tehlikeyi görmezden gelse de tablo ortadadır. Mesele ne son seçimlerin yarattığı parlamento aritmetiğiyle sınırlıdır ne de olağan bir sağa kayış söz konusudur. Yaşanan şey, faşist yükselişin bir de Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ortaya çıkan tabloyla tescillenmesidir. Bu seçimlerde merkez sol ve Yeşiller güç kaybederken, merkez sağ gücünü korumuş, faşist partilerse Avrupa Parlamentosunun üçüncü büyük grubu haline gelmişlerdir.[1]
Özellikle AB’nin üç büyük ülkesinde faşist yükselişin tehlikeli boyutlara ulaşması dikkat çekicidir. Fransa’da faşist Marine Le Pen’in partisi en yakın rakibi olan Macron’un partisinin iki katından fazla oy (%31,5) alarak birinci parti olmuştur. İtalya’da faşist Meloni’nin partisi %28’e yaklaşan oyuyla birinciliği korumuştur. Almanya’da ise iktidardaki Sosyal Demokratlar ve Yeşiller bariz bir oy kaybı yaşarken, faşist AfD, Hıristiyan Demokratlardan sonra en yüksek oy alan ikinci parti konumuna gelmiştir. Avusturya ve Macaristan’da da faşist partiler seçimlerden birincilikle çıkmıştır. Belçika’da birinciliği paylaşırken, Hollanda’da ikinci parti konumundadırlar.
Burjuva siyasi yelpazenin geleneksel sağ ve sol partileri, SSCB’nin çöküşünden bu yana neoliberal politikalarda, milliyetçilikte ve savaş politikalarında ortaklaşan bir “merkez”e oturmuş durumdalar. Bu merkez 90’ların sonlarından bu yana istikrarlı bir erime yaşıyor ve bu politikalara tepki duyan emekçilerin giderek artan kesimleri daha uçlara doğru bir politik arayış içindeler. Bu noktada bir ucu tehlikeli bir şekilde güç kazanan faşist hareketler oluştururken, karşıt uçta da daha radikal görünen sol/sosyalist fikirlere yönelim söz konusudur. Batıda sınıf hareketindeki yükseliş, radikalleşen öğrenci hareketi, savaş karşıtı hareketin artan gücü bunun ifadesidir. Zaten burjuvazinin faşist hareketlerin önünü bu denli açmasının nedeni de bu sol arayışın giderek güç kazanmasıdır. Faşist partiler gerçek sorunların hiçbiri hakkında çözüm planları ve kabiliyetleri olmadığı halde, göçmen düşmanlığı ve milliyetçiliğe odaklanmış bir demagojiyle tabanlarını genişletmektedirler.
Faşizm hiçbir zaman kendiliğinden gelişen ve emekçi kitlelerin de ona kendiliğinden yöneldikleri bir siyasi hareket olmamıştır. Bu hareket, sistemin krize girdiği, düzene yönelik tehdit algısının güçlendiği dönemlerde bizzat burjuvazi tarafından örgütlenir ve önü açılır. “Bugün kapitalizmin tarihsel sistem krizi nedeniyle, geçmişteki felâket dönemlerini hatırlatan yeni bir dünya savaşı, üçüncü dünya savaşı yaşanıyor ve bu savaşın alevlerinin kavurduğu alan büyüyor. Geçmişte yaşananlardan ders alınacaksa, faşizm ile kapitalizmin büyük kriz ve emperyalist savaş dönemleri arasındaki bağın görülmesi gerekiyor.”[2]
Nitekim bugün Avrupa Parlamentosu seçimlerinde öne çıkan faşist partilerin pek çoğu 2008 krizini takip eden süreçte kurulmuş, adım adım güç kazanmış, Avrupa’nın göçmen dalgalarıyla dövülmesine yol açan Libya, Yemen ve Suriye savaşıyla birlikte ise atağa geçmişlerdir. Ardından gelen 2020 krizi ve bu krizi gölgelemek için uygulanan pandemi politikalarının milyonlarca işçiyi, esnafı, çiftçiyi, işsizliğe, iflasa ve umutsuzluğa sürüklemesi faşist hareketlerin buradan güç devşirmelerini kolaylaştırmıştır.
Devrimci dönemlerde proletaryayı sarıp sarmalayan umudun küçük-burjuvaziyi de hareketin içine çektiğini biliyoruz. Oysa burjuva rejimin çaresizlik içinde kıvrandığı, sosyalist hareketin bu krize devrimci bir yanıtla ortaya çıkamadığı, bu yüzden de karşı-devrimci umutsuzluğun küçük-burjuvaziyi esir aldığı dönemlerde, bu mekanizma tersine döner ve proletarya da bu dalgaya kapılır. Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi,
“Kitleleri büyük umutlardan derin hayal kırıklıklarına sürükleyen çalkantılı süreçler faşizmin kitle tabanı bulmasına elverişli bir ortam sunar. Demokrasi ve yaşam standardının yükselmesini beklerken, bastıran kriz ve savaş hali kitlelerde endişe ve huzursuzluk yaratır. İçine düştüğü durumun gerçek müsebbibini ve kurtuluş yolunu göremeyen örgütsüz kitleler her türlü aldanmaya açık hale gelirler. İçindeki öfkesini doğru yere kanalize edemeyen kitle, şoven ve faşist odakların yarattığı «ortak düşman» yalanına kanarak öfkesini egemen güçlerin işine yarayacak şekilde kardeş halklara yöneltebilir. Toplumda milliyetçilik bu temelde yükseltilir. Bonapartlar, Führerler kitlelerin cehaletini kendi mutlak diktatörlük emelleri için en bayağı şekilde kullanarak, toplumun kurtarıcısı pozuna bürünüp iktidara tırmanırlar.”[3]
Bugün Avrupa ülkelerinde de burjuva rejimler otoriterleşirken, kapitalizmin yol açtığı yıkım karşısında öfkeli ve tepkili emekçileri ağlarına takmaya çalışan faşist hareketler, milliyetçi hamasetle onların en geri duygularına seslenmektedirler. Yapay iç ve dış düşmanlar yaratıp bunları tüm olumsuzlukların kaynağı olarak göstererek gerçek düşmanı yani kapitalizmi gizlemektedirler. Hatırlayalım, koronavirüs pandemisini fırsat olarak kullanan faşist hareketlerin yürüttükleri propaganda da, sola, göçmenlere, AB’ye ve liberal demokrasiye karşı çıkış temeline oturtulmuştu. Pandeminin “küreselleşmenin”, “açık sınır ve serbest dolaşımın” ürünü olduğu propagandası geniş bir etki yaratmıştı. Bu salgın sürecinde milliyetçiliği ve AB karşıtlığını daha da körükleyen faşistler, virüsle mücadele için ulus-devletlerin etnik olarak homojenleştirilip güçlendirilmesi gerektiğini savunmaya kadar vardırmışlardı işi. Solun büyük çoğunluğunun “eve kapanma”yı savunduğu o günlerde emekçiler, bu yıkıcı politika karşısında yükselen tepkiyi gerici temellerde örgütleyen faşist hareketlerin kucağına itilmişlerdi adeta.
Pandemi sonrasında da faşist partiler solu, göçmenleri ve AB politikalarını hedef alarak güç kazanmaya devam ettiler. Pek çok Avrupa ülkesinde seçimlerden sıçramalı oy artışlarıyla çıkan faşist partilerin hedefe yerleştirdikleri politikalardan biri de “yeşil önlemler” adı altında uygulamaya koyulmak istenen Avrupa Yeşil Anlaşmasıdır. Bu anlaşma, son dönemlerde yükselen eylemlerden de görüldüğü üzere çiftçilerde büyük bir tepki yaratmıştır. Faşist hareketlerse, çiftçilerin AB’ye, ucuz tarım ürünlerinin geldiği ülkelere vb. yönelttikleri tepkileri istismar ederek bu toplumsal kesimi kendi fideliği haline getirmeye çalışıyorlar. Almanya’da AfD, Fransa’da Le Pen, Macaristan’da Orban gibi faşistler eylemlerde çiftçilerin yanında boy gösteriyorlar. Orbancıların, tam da AP seçimleri öncesinde, AB’ye karşı “kolektif direniş başlatmak” için Brüksel’de Avrupalı çiftçilerle toplantılar yapıp bu temelde bir ağ oluşturmaya çalıştıkları biliniyor.[4] Bu çabalar faşist hareketin uzun vadeli örgütlenme planının parçasıdır ve son seçim sonuçlarından da görüldüğü üzere bu plan başarıyla ilerlemektedir.
Daha önceki yazılarımızda üzerinde durduğumuz gibi, Trump’ın eski baş danışmanı Steve Bannon daha 2019’daki AP seçimlerinde faşist partilerin güçlü bir grup oluşturacak çoğunluğa sahip olmaları için yoğun çaba harcamıştı. Avrupa’da göçmen ve AB düşmanlığı temelinde bir faşist ittifak yaratmaya çalışan Bannon, bunun için Brüksel’de bir siyasi organizasyon da kurmuştu. Avrupa ülkelerinin tümündeki faşist partilerle toplantılar örgütleyen, onlara maddi yardımda bulunan ve dahası kamuoyu oluşturma şirketleri aracılığıyla bunlara destekte bulunan Bannon, söz konusu partileri “The Movement” adını verdiği bu organizasyona dâhil etmeye çalışmıştı.[5] Görülüyor ki bu çabalar genişletilerek devam ettirilmiş ve amacına ulaşmıştır. Nitekim Avrupa Parlamentosunda Marine Le Pen ve Giorgia Meloni liderliğinde iki ayrı faşist grup oluşturulmuştur.
Seçim sonuçlarının pek çok ülkede siyasi dengeleri sarstığını ifade etmiştik. Fransa’da ise bu sarsıntının deprem düzeyinde olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim Macron, Le Pen’in Ulusal Birlik partisinin kendi partisinin iki katı oy alması karşısında parlamentoyu feshederek erken genel seçim kararı almıştır. Buna göre 30 Haziranda parlamento seçimlerinin ilk turu, 7 Temmuzda ikinci turu yapılacak; cumhurbaşkanlığı seçimi ise zamanında, yani 2027’de yapılacak. Bu kararı, 2027’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aşırı sağın iktidarı ele geçirmesini önlemek amacıyla aldığını söyleyen Macron, Ulusal Birlik partisinin iktidara gelmesinin önünü sol partilerle ittifak halinde keseceğini düşünüyor. Öte yandan Le Pen’in Ulusal Birlik partisinin genel başkanlığını devrettiği Jordan Bardella’nın iş âleminin önde gelen isimleriyle yemeklere çıkması, Putin’e yakın duruşuyla bilinen Le Pen’den farklı olarak Bardella’nın Atlantikçi kampta konumlanması, partinin çeşitli politikalarındaki sivriliklerin törpülenmesi, AB karşıtı söylemin yumuşatılması vb. burjuvazinin bu faşist partiye, onun da iktidara yavaş yavaş ısındırıldığını gösteriyor.
Seçim sonuçlarının siyasi dengeleri değiştirdiği ülkelerden biri de Almanya’dır. Faşist AfD’nin Hıristiyan Demokratlardan sonra ikinci parti konumuna geldiği bu ülkede, iktidardaki SPD-Yeşil koalisyonu ciddi bir oy kaybına uğramıştır. Barış ve çevre politikalarıyla gençlerin ilgisini çeken Yeşil partinin, iktidar ortağı haline geldiğinde en keskin savaş yanlısı politikaları savunmaya başlaması tabanında ciddi bir tepki doğurmuştur. Çevre konusundaki tutarsız politikaları da bunu desteklemiştir. Aynı şey sosyal demokratlar için de geçerlidir. Ukrayna ve Gazze savaşına yönelik tutumu SPD’nin izlediği politikaların sağ partilerden hiçbir farkının olmadığını ortaya koymaktadır. Öte taraftan, Die Linke’den (Sol Parti) ayrılan Sahra Wagenknecht’in ulusalcı sol zeminde kurduğu ve kendi adını taşıyan ittifak da (BSW) ilk kez katıldığı seçimlerde yüzde 6,2 oy alarak AP’ye 6 milletvekili göndermiştir. Wagenknecht, savunduğu çizgiyle AfD tabanından oy alabileceği iddiasıyla hareket etmektedir. Sonuçta burjuva sağın ve solun böylesine birbirine karıştıkları bir ortamda, gelecek kaygısı içindeki gençlerin, emekçilerin, göçmen karşıtlığının damgasını vurduğu şoven/ırkçı iklimin rüzgârına kolaylıkla kapılabildikleri görülüyor.
Kapitalizm yarattığı felâketlerin yol açtığı yıkımı onarma gücünü de artık tümüyle yitirmiştir. Burjuvazinin çözüm adına sarıldığı araçların, planların tümü yeni yıkımlara neden oluyor. Buna tepki olarak gelişen devrimci hareketlenmenin önünü kesmek için de faşist hareketler ve liderler artık çok daha açıktan öne çıkarılıyor. Nitekim faşist tehlike sadece Avrupa’da değil ABD’de de büyümektedir. “Amerika’yı Yeniden Büyük Yap”, “Önce Amerika” türü milliyetçi sloganlarla iktidara gelen ve koltuğu kaybettiğinde darbe girişiminde bulunacak kadar pervasızlaşan Trump’ın bugün yine ABD başkanlığının en güçlü adayı olarak ortaya çıkabilmesi içinden geçtiğimiz durumun vahametini gösteriyor.
Elif Çağlı’nın dile getirdiği gibi, “Böylesi dönemlerde, işçi sınıfına ve emekçi kitlelere bıkıp usanmaksızın gerçekleri açıklamak, yalan, demagoji, provokasyon ve katliamlar eşliğinde kendi zalim diktatörlüklerini kurmaya çalışan Bonapart ve Führerlerin gerçek içyüzlerini kavratmak; işçileri-emekçileri bu sınıf düşmanlarına karşı mücadeleye yönlendirmek yakıcı bir önem taşır.”[6]
Fakat özellikle 2008 krizinden bu yana çok daha ivmeli bir yükselişe geçen faşist hareketler ne yazık ki karşılarında böyle bir engelleyici dinamik görmeden büyümeye devam etmişlerdir. Üstelik burjuva liberalizminin yaydığı “sağ popülizm” gibi adlandırmalarla faşist örgütlenmeler olağan ve meşru gibi gösterilerek, yükselen faşizm tehlikesi gözlerden saklanmış, emekçi sınıflar bu tehdit karşısında savunmasız bırakılmıştır. “Burjuvazinin Nazizmden dili yandı, bir daha faşizm gibi yıkıcı bir araca başvurmaz” şeklindeki ahmakça yaklaşımı sürdürenler sadece burjuva liberaller içinde değil sosyalist hareket içinde de ne yazık ki varlıklarını sürdürmektedirler.
Faşist partilerin parlamenter çoğunluğa ulaşamamalarının sevinmek için yeterli olmadığı uyarıları eskisine göre daha geniş bir kesim tarafından dillendirilmeye başlansa da, burjuva medya aracılığıyla oluşturulmaya çalışılan asıl algı “merkez hâlâ güçlü, korkulacak bir şey yok, bu faşist hareket geçmişin Nazileri gibi değil” algısıdır. Oysa koşullar olgunlaştıkça faşist hareketlerin demokrasi ve özgürlük düşmanlığının yanı sıra işçi düşmanı saldırgan karakteri de kendisini çok daha açıktan göstermektedir.
Sınıf temelinde örgütlü ve buradan aldığı güçle çekim merkezi olan devrimci bir sosyalist hareketin oluşturulamadığı günümüz koşullarının faşizmin çok daha avantajlı bir şekilde güç kazanmasına olanak tanıdığı açıktır. Sol, sınıf siyaseti yerine kimlik siyasetine[7] gömüldükçe, işçi sınıfı da sınıf siyasetine yönelmek yerine burjuva siyasetlerin peşinden sürüklenmektedir. Nihayetinde, işçi sınıfı temelli bir sosyalist alternatifin güçlendirilememesi, enternasyonalizm yerine milliyetçiliğin, devrim yerine faşizmin güçlenmesine yol açmaktadır. Faşizme karşı mücadelenin yolu bellidir: İşçi sınıfının devrimci örgütlülüğünü ve mücadelesini güçlendirmek! Aksi halde tarihin tekerrür etmesinin önüne geçmek mümkün olamayacaktır.
[1] 6-9 Haziran tarihlerinde AB üyesi 27 ülkede gerçekleştirilen seçimler sonucunda 720 koltuklu Avrupa Parlamentosundaki koltuk dağılımı belirlendi. Hıristiyan Demokratların oluşturduğu Avrupa Halk Partisi (EPP) grubu 189 koltukla birinci oldu. Onu 135 koltukla Sosyalistlerin ve Demokratların İlerici İttifakı (S&D) izledi. Yeşillerse bir önceki seçimlere göre 19 kayıpla 53 koltuk elde ettiler. 79 koltuk kazanan Liberalleri (Macron önderliğindeki RE - Renew Europe) ise iki faşist ittifak takip etti. Meloni’nin faşist İtalya’nın Kardeşleri partisinin en büyük bileşeni olduğu ECR (Avrupalı Muhafazakârlar ve Reformcular) 76 koltuk kazanırken, Le Pen’in Ulusal Birlik partisinin başı çektiği ID (Kimlik ve Demokrasi) 58 koltuk kazandı. Avusturya Özgürlük Partisi ve Hollanda Özgürlük Partisinin de parçası olduğu bu ittifaktan son anda çıkarılan AfD ise 15 koltuk kazandı. AfD, lideri Krah’ın “SS içindeki herkesin kötü olmadığı” yönündeki açıklamalarının yarattığı tepkiler sonucunda ID’den atılsa da, seçimlerden sonra geri dönmeye çalıştığı biliniyor.
[2] Elif Çağlı, Faşist Tırmanışa Karşı Mücadeleye!, 27 Ocak 2016, marksist.net/node/4873
[3] Elif Çağlı, age
[4] İlkay Meriç, Avrupa’da Çiftçilerin Öfkesi ve Çıkışsızlığı, 26 Şubat 2024, marksist.net/node/8199
[5] İlkay Meriç, Kapitalizmin Çıkmazında Körüklenen Faşizm, 4 Nisan 2019, marksist.net/node/6637
[6] Elif Çağlı, Faşist Tırmanışa Karşı Mücadeleye!, 27 Ocak 2016, marksist.net/node/4873
[7] “Sınıf hareketinin yenilgiler alarak genel düzeyde bir gerileme ve durgunluğa girdiği 80’li ve 90’lı yıllarda sınıf dışı eğilim ve dinamikleri yücelten sayısız fikir ve akım ön plana geçti. Bu fikir ve akımların her biri, kendi kulvarında esas aldığı baskı biçimine karşı yürüttüğü mücadeleyi tek yanlı olarak soyutlayıp, genelde toplumsal kurtuluş mücadelesinin yerine geçirmeye çalıştı. Bu çaba öylesine rağbet buldu ki, sol entelektüel ortam, bu akımların söylemleriyle belirlenir hale geldi. Söz konusu eğilimler genel bir sıfatla kimlik siyasetleri olarak anılmakta. Başta kadın sorunu ve feminist hareket olmak üzere, ırksal, etnik, inançsal baskılar ve bunlara karşı mücadele hareketleri bunun örnekleri olarak ilk kalemde sayılabilir. Kimlik siyaseti kategorisine girmese de çevre sorunu ve çevreci hareketi de aynı düzlemde ele almak yanlış olmaz.” Levent Toprak, Kimlik Siyasetleri mi, Sınıf Siyaseti mi?, 4 Mayıs 2019, marksist.net/node/6659
link: İlkay Meriç, AP Seçimleri: Faşist Tehdit Büyüyor, 18 Haziran 2024, https://marksist.net/node/8288
Karanlığın Sonu Bir Ulu Şafak!
“İt Kağnı Gölgesinde Yürür, Kendi Gölgesi Sanırmış”