Tarih her ülkede kanlıdır derler, doğrudur. Çünkü insanlık komünal toplumdan çıkıp sınıflı toplum düzenine ayak attığından beri, devrimci mücadeleler bir yana, tarih egemenlerin kendi çıkarları uğruna halkları birbirine kırdırttığı kanlı bir ölüm alanı oldu. Zaten tarih hep bu nedenle tekerrür ediyor gibi göründü. Barış egemenler için, yalnızca yeni bir kirli savaşa hazırlanmak üzere bir ateşkes arasından ibaretti. Oysa ezilen, sömürülen, yoksul kitleler, egemenlerin çıkarttığı haksız savaşların içyüzünü kavradıklarında, tarihin her kesitinde barış için mücadeleye atıldılar. Kapitalizm kendi bunalımları nedeniyle toplumu karanlık günlere, faşizme sürüklemeye çalıştığında, her zaman ve her yerde devrimci, demokrat ve aydın insanlar diktatörlere teslim olmayıp faşizme karşı ortak mücadele bayrağını yükselttiler. Unutulmasın ki, tarih aslında toplumların alnına yazılan bir yazgı değildir, tarihi yapan kitlelerin mücadelesidir…
Onlar barışa düşman
Çağlar boyu medeniyet ilerledi, teknoloji gelişti, fakat eski sınıflı toplum düzeninin yerini bir yenisi aldığı sürece, zulüm ve kanlı savaşlar açısından gelen gideni arattı. Üretici güçleri alabildiğine geliştiren kapitalizm altında yaşanan iki dünya savaşında milyonlarca insan öldü, milyonlarcası yaralandı ve sakat kaldı, on milyonlarca insanın yaşamı savaşın yarattığı travmalarla paramparça oldu. Kapitalizm bugüne dek çıkarttığı emperyalist paylaşım savaşlarında, onlarca ülke nüfusundan çok daha fazla sayıda insanı haksız savaşların kanlı girdabında yok etti. Kapitalizm insanlığa, faşizm gibi tarihin ibret alınacak derecede zalim diktatörlüğünü yaşattı. İkinci Dünya Savaşı döneminde Avrupa faşist Nazi kıtalarının saldırıları altında yakılıp yıkılırken, bu durum dünya genelinde bir faşizm karşıtlığı da yaratmıştı. Başta Sovyetler Birliği’nin Kızıl Ordu temelindeki mücadelesi olmak üzere, faşizmin işgali altındaki ülkelerde gelişen anti-faşist direnişler ve genelde Nazizme duyulan tepki sonucunda faşist İtalya ve Almanya dünya savaşının bitiminde yere serildi. Evet, o dönemin ünlü faşist diktatörlükleri sona erdi. Ne var ki faşizmi üreten kapitalist düzen ortadan kalkmadığı için, faşizm belâsı Türkiye dahil daha pek çok ülkede işçi-emekçi kitleleri baskı ve zorbalığı altında inletti.
Bugün kapitalizmin tarihsel sistem krizi nedeniyle, geçmişteki felâket dönemlerini hatırlatan yeni bir dünya savaşı, üçüncü dünya savaşı yaşanıyor ve bu savaşın alevlerinin kavurduğu alan büyüyor. Geçmişte yaşananlardan ders alınacaksa, faşizm ile kapitalizmin büyük kriz ve emperyalist savaş dönemleri arasındaki bağın görülmesi gerekiyor. Bugün de faşizm dünya genelinde otoriterleşen burjuva düzenin içinden yeniden başını uzatıyor, Türkiye’de ise fiilen tırmanmayı sürdürüyor. Kitleler kendi çıkarlarını savunacak bilinç ve örgütlülükten yoksun olduğunda, tarih, onlara vaktiyle savaş ve faşizm cehennemini yaşatan burjuvazi eliyle tekerrür ettiriliyor.
Birinci Dünya Savaşının cehennem alevleri Avrupa’dan Asya’ya milyonlarca insanı yakıp kavururken, burjuva diktatörlükler altında cephelere sürülenler ve sınıf kardeşlerini öldürmeye zorlananlar örgütsüz işçi-emekçi kitlelerdi. Burjuva iktidarların kendi çıkarları için başlattıkları emperyalist savaşlarda milliyetçilikle zehirleyip cephelerde kırdırttığı milyonlarca işçi-emekçi kendi kaderlerini kendileri yazmadı. Oysa bu milyonlar, kendilerini ölmeye ve öldürmeye mecbur kılarak ellerine silah tutuşturan burjuva iktidarlara isyan edip o silahları kendi egemenlerine doğrultmuş olsalardı, tarih bambaşka bir yoldan ilerlerdi. Ama olmadı! Çünkü kitleler bilinçsiz ve örgütsüzdü; ya da Almanya örneğinde çarpıcı biçimde gözler önüne serildiği üzere, işçi hareketindeki reformist ve bürokratik liderlikler eliyle yenilgiye sürüklendiler. Fakat aynı Almanya, emperyalist savaşa karşı mücadele bayrağını yükselten ve tıpkı Lenin gibi asıl düşmanın içte olduğunu haykırarak kendi burjuvalarına karşı mücadele çağrısı yapan Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi komünist önderlerin yürekli ve devrimci tutumuna da tanık oldu. Rosa ve Karl, işçi sınıfının devrimci potansiyeline duydukları sonsuz güvenle en acımasız koşullara rağmen mücadeleyi sürdürürlerken, 1919 Ocağında “vardım, varım, varolacağım” haykırışı içinde ölümsüzlüğe kanat açtılar.
Rosaların işçi sınıfının devrimci potansiyeline duydukları güvenin asla ve asla boş bir güven olmadığı, zaten 1917 Büyük Ekim Devrimi örneğiyle tarihe yazılmıştı. Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin işçi sınıfı içinde yıllar boyunca büyük bir sabır, inanç ve azimle yürüttükleri devrimci örgütlenme çabası, emperyalist savaş ortamında işçi-emekçi kitleleri kucaklayan barış talebinin harıyla birleşmişti. Devrim mücadelesi bu temelde, devrimci işçi iktidarının kurulması noktasına kadar ilerletilebildi. Emperyalist savaş çeşitli ülkelerde örgütsüz kitleleri ölüm ve yıkıma sürüklerken, Rusya’da devrimci proletaryanın öncülüğünde yeni bir iktidarın kurulması mücadelesine destek veren kitleler kendi kaderlerini kendileri tayin etmeye koyuldular. Tarih, burjuvazinin kitleleri sürüklediği kanlı ve haksız savaş girdabına karşı devrimci proletaryanın sunduğu örgütlü mücadele yolunun yegâne kurtuluş yolu olduğunu böylece kanıtlamış oldu.
Kapitalizmin tüm büyük kriz dönemlerine, burjuva düzenin artan baskıları, otoriterleşme ve bu gidişatın durdurulamaması halinde de faşizm eşlik etmiştir. İtalya ve Almanya örneklerinde, faşist tırmanışa karşı mücadelenin gücü, Duçelerin, Führerlerin önünü kesmeye yetmedi. Ve ne yazık ki bu ülkelerde faşizm iktidara gelmeyi başardı. Faşizm iktidara geldiği her yerde en büyük darbeyi, önce yoluna dikilen devrimci örgütlü güçlere ve ardından düşman ilan edilen halklara indirdi. Almanya’da iktidar koltuğuna kurulan Nazizm, Avrupa’nın dört bir tarafına ve Sovyetler Birliği’ne açtığı savaşlarla ölüm kusarken, içte de Yahudilere karşı pogromlar yürütmekle ve onları kitlesel biçimde katletmek için Gaz Odaları inşa etmekle meşguldü. Alman faşizmi, yarattığı ölüm makinalarıyla, Gestapo’suyla, gerçekleştirdiği kanlı katliamlarla işçi-emekçi kitleleri korkutup sindirirken, devletin silahlı güçlerini, orduyu, omzu apoletlerle süslü generalleri kendi emrine dizmişti.
Seçkin klasik müzik sevdalısı generallerden, olağan dönemlerde karıncayı ezmeyeceğini iddia eden eğitimli kesimlere dek, dönemin revaçta olan iğrenç ve vicdansız dalgasına kendilerini kaptırıp Nazi örgütüne dahil olan Almanlar, Führer’liğe yükselen bir onbaşı bozuntusunun önünde “Heil Hitler!” selamlarıyla emre amade kesildiler. İnsan yaşamını kurtarmak üzere Hipokrat yemini edip de sonradan Yahudi düşmanlığıyla ruhunu Nazilere satan doktorlar, milyonlarca Yahudiyi katledecek gaz odalarının işletilmesinde görev aldılar. Kapitalizmin tarihi, işte böyle milyonlarca insanın yaşamına kasteden ibretlik örneklerle doludur.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD ve Avrupa kapitalizmi, kitlelerin savaş döneminde oluşan yaralı ruh halini ekonomik yükseliş döneminin pembe rüyalarıyla sağaltmaya koyulmuştu. İleri kapitalist ülkelerde “sosyal devlet” adı verilen uygulamalarla yaşam standardı görece yükseltilen kitleler, kendilerini daha iyi hissederek burjuva düzene bağlanmışlardı. Ama oralarda bu temelde “barışçı” bir yaşam yükselirken; emperyalist ülkelerin kendi sınırlarından uzak bölgelerde çıkarttıkları paylaşım savaşlarında, kanla bastırmaya çalıştıkları ulusal kurtuluş mücadelelerinde yine nice emekçinin yaşamı son buldu, nicesi yaralandı, nicesi sakat kaldı. 1945-1992 yılları arasında gerçekleşen 149 savaşta 23 milyondan fazla insan öldü, bunun 20 milyondan fazlası sivillerdi. Kapitalizmin değişmez saldırganlığı nedeniyle her zaman çeşitli bölgesel çatışma ve savaşlar yaşandı. Ancak İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, Sovyetler Birliği kendi nüfuz alanında yine de bir denge unsuruydu. 90 dönemecinde Sovyetler Birliği’nin çöküşüyle bu denge unsuru ortadan kalkınca, Ortadoğu başta olmak üzere dünyanın çeşitli bölgeleri giderek alevleri yayılan bir Üçüncü Dünya Savaşının içinde buluverdi kendini. Sovyetler Birliği’nin varlığı döneminde TC’nin izlediği “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” politikası da, değişen dünya ve Türkiye koşullarıyla birlikte yerini AKP iktidarının “Yeni Osmanlı” hayalli emperyal planlarına bıraktı.
90 dönemecinden bu yana Balkanlar’dan Ortadoğu’ya yayılan savaşlarda yine milyonlarca insan yaşamını kaybediyor. Günümüz dünya savaşı koşulları, daha yaşama gözlerini yeni açmışken parçalanan yüz binlerce bebeğin dramında, kadını erkeğiyle evleri başlarına yıkılan ve yaşamları yok edilen milyonlarca insanın acısında, savaş cehenneminden kaçma umuduyla açık denizlerde yok olan binlerce göçmenin trajedisinde somutlanıyor. Ortadoğu ülkelerinde, Suriye’de emekçi kitlelerin yaşamını emperyalist savaşın alevleriyle kavuran emperyalist ülkeler, savaştan kaçan göçmen kafilelerine karşı sınırlarını geçilmez kılmak üzere seferber oluyorlar. Faşizm dünya genelinde, göçmen kafilelerinin sınırlardan geçişini ve ikametini engellemek için çıkartılan acımasız göçmen karşıtı yasalarla, sınırlara dikilen silahlı güçlerle vb. onlarca biçime bürünerek tırmanıyor. Türkiye ise bu trajik tabloda tam bir cehennem köprüsü rolünde. Türkiye’de faşist uygulamaları tırmandıran iktidarın politikası, göçmen kafilelerini soğuk sularda boğulan cansız bedenlere dönüştürüp kıyılara vurdurtuyor. En önemlisi de, bu topraklarda faşist tırmanış Kürt halkına, sosyalist gençlere ve genel demokrasi mücadelesine karşı yürütülen kanlı katliamlarla kendini ortaya koyuyor.
Örgütsüz kitleler köledir
Türkiye’de olağanüstü dönemlere özgü baskılar, saldırılar ve katliamlar yaşanırken, ülkenin Batısıyla Kürt bölgeleri arasında devasa farklılıklar var. Kürt halkı kendi topraklarında TC’nin yükselttiği kirli savaşa karşı haklı bir mücadele veriyor. Demokratik cumhuriyet ve özerklik (öz yönetim) talepleri temelinde kenetlenen Kürt kitlelerin toplumsal ruh halini, baskıcı rejime karşı biraraya gelip örgütlenme ve mücadele etme psikolojisi belirliyor. Peki ama Türkiye’nin Batısında işçi-emekçi kitleler ne durumda? Ne yazık ki Batıdaki genel tablo, bir zamanlar Alman halkının içine düşürüldüğü “görmez, duymaz, bilmez, tepki vermez” halini hatırlatıyor. Bu durum kadar “örgütsüz halk köledir” deyişini haklı kılan başka bir durum olamaz. Yaşadığı topraklarda kardeş halk katledilirken sesini çıkartamayan kitleler, aslında egemenler tarafından esir alınmış durumda olan kölelerdir. Bir köle, öyle olduğunu bilse de bilmese de köledir. Onu köleleştiren araçlar top tüfek olsa da o köledir, modern medya olsa da o bir köledir. Bugünkü iktidarın faşist bir yükseliş içinde toplumu pasifize eden uygulamaları ve neredeyse tüm medyayı kendi ideolojik baskı aracı kılan durumu örgütsüz kitleleri köleleştiriyor. İşin acı tarafı, işçi-emekçi kitlelerin önemli bir bölümü, bizzat iktidarın yarattığı sersemletici kutuplaştırmanın etkisiyle, bu iktidarı kendi dostu sanma yanılgısına sürükleniyor. Böylece, kendini bu kölelik koşullarına hapseden efendisini kutsuyor!
En kötü köle, kendi kölelik koşullarını uysalca kabul eden köledir denmemiş boşuna. Fakat biz biliyoruz ki, bu durum Türklere özgü bir sakatlık değildir, dünyanın genelinde örgütsüz kitlelerin hal-i pür melalini anlatır. Örgütsüz kitleler, her an kandırılmaya, sindirilmeye, daha kötüsü katliamlara gözünü kapatmaya hazırdır. Vaktiyle o çok medeni geçinen Alman halkı, binlerce Yahudi komşusu ölüm trenlerinde vagonlara istiflenip imha kamplarına gönderilirken sesini çıkarttı mı? Alman halkı savaş ve faşizm sona erip gözünü açtığında, Nazi rejiminin kanlı katliamları boyunca çıkmayan sesi derin bir pişmanlık olarak kendisine dönüp bedelini ödetti. Alman halkı o günden bugüne vicdanının sorgulamasını “bilmiyorduk, neler olup bittiğini duymadık” sayıklamalarıyla bastırmaya çalışıyor. Hatırlayalım, tarihte halkların başına aşağı yukarı benzer şeyler geldiğinde ne derler? “Anlatılan senin hikayendir!”
Kitleleri büyük umutlardan derin hayal kırıklıklarına sürükleyen çalkantılı süreçler faşizmin kitle tabanı bulmasına elverişli bir ortam sunar. Demokrasi ve yaşam standardının yükselmesini beklerken, bastıran kriz ve savaş hali kitlelerde endişe ve huzursuzluk yaratır. İçine düştüğü durumun gerçek müsebbibini ve kurtuluş yolunu göremeyen örgütsüz kitleler her türlü aldanmaya açık hale gelirler. İçindeki öfkesini doğru yere kanalize edemeyen kitle, şoven ve faşist odakların yarattığı “ortak düşman” yalanına kanarak öfkesini egemen güçlerin işine yarayacak şekilde kardeş halklara yöneltebilir. Toplumda milliyetçilik bu temelde yükseltilir. Bonapartlar, Führerler kitlelerin cehaletini kendi mutlak diktatörlük emelleri için en bayağı şekilde kullanarak, toplumun kurtarıcısı pozuna bürünüp iktidara tırmanırlar. Böylesi dönemlerde, işçi sınıfına ve emekçi kitlelere bıkıp usanmaksızın gerçekleri açıklamak, yalan, demagoji, provokasyon ve katliamlar eşliğinde kendi zalim diktatörlüklerini kurmaya çalışan Bonapart ve Führerlerin gerçek içyüzlerini kavratmak; işçileri-emekçileri bu sınıf düşmanlarına karşı mücadeleye yönlendirmek yakıcı bir önem taşır.
Bonapartizm ve faşizm pek çok ortak özelliğe sahiptir ve bu rejimlere, bunlar birbirinden çok keskin çizgilerle ayrılan tamamen ayrı kategorilermiş gibi mekanik mantıkla yaklaşmamak gerekir. Nihayetinde her ikisi de burjuva rejimlerin olağanüstü biçimlerini anlatmak üzere Marksist literatüre girmiş kavramlardır. Bonapartizm kavramı genelde, egemen sınıf bloku içindeki iktidar çekişmesinin yükseldiği ve parlamenter işleyişin zaafa düştüğü bir durumda, kendisini çekişen kanatların üzerine çıkartarak bir Bonapart olarak sivrilen ve yürütme yetkisini elinde toplayan kişi rejimini anlatır. Ne var ki, özellikle sivil faşizmin tırmanış sürecinde tanık olunduğu üzere, burjuva rejimin otoriterleşmesinin Bonapartizmden de öte tam bir uç noktaya yani faşizme ilerlemesi de olasıdır. Burjuva parlamenter rejimi tamamen tasfiye eden, kendi faşist Anayasasını ve kendi kararname tipi yasalarını egemen kılan, diktatörün partisi dışındaki tüm muhalefeti yasaklayan, bütün muhalif parti ve örgütleri kapatan, yandaş medya dışında tüm muhalif basını ortadan kaldıran ve acımasız bir çıplak şiddeti egemen kılan, kısacası tam anlamıyla totaliter burjuva rejim ise faşizm diye nitelenir. (Daha geniş bir açıklama için bkz. Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay.)
Türkiye’de 2011’den günümüze uzanan sürece bakalım. Burjuvazi içi iktidar kapışmasında kendi cenahını palazlandırıp güçlendirmeye çalışan Erdoğan, siyasal süreçte giderek tek başına öne çıkan bir figür olarak sivrilmiş ve Bonapartlaşmıştı. Ne var ki bu durum egemen sınıf içindeki kapışmayı sonlandırmayıp tersine azdırdı. Burjuva rejim bu temelde kırılganlaşırken, kapitalist sistemin derin krizinin, Türkiye’yi içine çeken emperyalist savaşın ve Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin belirlediği olağanüstü koşulların daha da olgunlaşması, burjuva düzen açısından tehlikeyi büyüttü. İşçi sınıfının devrimci mücadelesi düzen açısından henüz bir tehdit oluşturmasa bile, söz konusu diğer faktörler AKP iktidarı açısından yeterince köşeye sıkıştırıcıydı. Bu koşullar nedeniyle, Erdoğan kliği, sahip oldukları iktidarın yitirilmemesini kendi çıkarları açısından bir ölüm-kalım hesabına dönüştürdü. Erdoğan ise, burjuva rejimin kırılganlaştığı koşullarda, alternatifi olmayan ve bu yüzden katlanılması gereken lider pozlarında, kendini burjuva düzenin ordusundan çeşitli burjuva kesimlere dek dayattı. Bonapartlaşan Erdoğan bu temelde yol aldıkça burjuva rejimi de fiilen Bonapartlaştırdı. Ancak olağanüstü rejim uygulamaları bu noktada da durmadı ve gelişmeler faşist bir tırmanış sürecine evrildi. Buna paralel olarak, bir Bonapart’tan bir Führer olmaya doğru ilerleyen Erdoğan da, giderek tüm burjuva kesimlerin yegâne düzen koruyucu lideri olarak kendine biat edeceği günlere gözünü dikti. Hatırlamak gerekir ki, vaktiyle Almanya örneğinin de ortaya koyduğu gibi, burjuvazi bir bütün olarak kendini tehlikede hissettiğinde, siyasi iktidarını, daha önceleri onbaşı bozuntusu (veya imam bozuntusu vb.) diyerek küçümsediği Führerlerin eline teslim etmekte bir beis görmemektedir.
Tarihte yaşanmış Bonapartist ve faşist diktatörlük örneklerini günümüzde Türkiye’de yaşanan süreci kavramak açısından göz önünde bulundururken, son derece önemli bir noktayı da asla unutmamak gerekir. Somut gelişmeleri diyalektik tarzda çözümlemek zorunludur. Hayatı belirleyen kavramlar değildir; kavramların içini dolduran, onları zenginleştiren, onlara değişik boyutlar ekleyen bizzat hayatın kendisidir. O nedenle süreci kavrayabilmek ve doğru bir biçimde niteleyebilmek için daima nüansları hesaba katmak ve her zaman farklı somut koşulları çözümlemeye çalışmak gerekir.
Yaşananlar ışığında faşizm
Ekonomik kriz, kitlesel işsizlik, artan yoksulluk koşulları nedeniyle umutsuzluğa sürüklenen kitleler, kendilerini çeşitli vaatlerle aldatan faşist liderlerin kitle desteği olmaya açık hale gelirler. Demagojilerle halkın bir bölümünü peşine takmayı başaran Führerler, parlamenter rejimi kötülüğün kaynağı olarak gösterip tüm siyasal rakiplerini dışlamaya, tüm muhalefeti susturmaya koyulurlar. Ve böylece örgütsüz kitleleri faşist bir rejimin kurulmasına alet edebilirler. Vaktiyle İtalya’da Mussolini, Almanya’da Hitler öncülüğünde faşizmin iktidara gelişinde böyle olmuştu. Bu gibi örneklerde faşizm, toplumun işsiz ve lümpen kesimlerini örgütleyerek, kendine umutsuz kitlelerden bir kitle tabanı yaratıp aşağıdan yukarıya bir tırmanışla iktidara geldi. Türkiye’de 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle kurulan faşist rejimde ve Latin Amerika’da yaşanan benzeri askeri diktatörlüklerde ise faşizmin iktidara gelişi, yukardan aşağıya ani biçimde gerçekleştirilen askeri darbelerle oldu. Bugün Türkiye’de yaşanan süreç ise, parlamenter işleyişi aşağılayıp devre dışı bırakarak ve kendine kitle desteği sağlayarak aşağıdan yukarıya iktidara tırmanan İtalyan ve Alman faşizmini anımsatıyor. Zaten bu benzerlik, Erdoğan’ın kendi arzuladığı başkanlık sistemine Hitler Almanyasını örnek göstermesinden de anlaşılıyor.
Türkiye’de ve Latin Amerika’da yaşanan faşist askeri diktatörlükler, tepeden indirilen askeri darbelerle parlamenter işleyişi sona erdirmişti. Ancak kuşkusuz ki, gerçekleştirilen askeri darbe öncesinde toplumu bu darbeye hazır hale getirmek üzere yürütülen bir pasifikasyon süreci söz konusuydu. Bu süreç boyunca parlamenter rejim kitleler nezdinde acizleştirilerek ve peşpeşe gerçekleştirilen paramiliter katliamlarla derin bir endişeye sevk edilerek, toplum vuku bulacak bir askeri darbenin neredeyse kaçınılmazlığına alıştırıldı. Türkiye’de 12 Eylül 1980’de “bir gece ansızın” gelen bir askeri darbeyle, burjuva siyasetçiler tamamen bir kenara fırlatılıp atıldı. İktidar koltuğuna kurulan generaller, toplumu tepeden korkutarak, işçi mücadelesini ve devrimci hareketi ani bir baskı, tutuklama ve işkence hamlesiyle ezerek faşist rejimi yerleştirdiler. Yukardan gelen faşizm, toplumun genelini tehdit edip sindirerek varlığını dayatmıştı. Bugün yaşanan aşağıdan faşizm tırmanışında ise, Erdoğan, toplumda yarattığı kutuplaşma sayesinde kendine önemli bir kitle desteği sağlamış durumda. Erdoğan bu sayede, toplumun kendini desteklemeyen kesimini korkutup sindirme, mücadeleci kesimleri baskı ve tutuklamalarla saf dışı etme taktikleri temelinde yol alıyor.
Türkiye’de 12 Eylül döneminde yaşanan faşizmi, taşıdığı özellikler nedeniyle askeri faşizm diye nitelersek, bugün yaşanan faşist tırmanış sürecini sivil faşizm diye adlandırmak yanlış olmaz. 12 Eylül örneğinde faşist generaller iktidar koltuğuna seçimlere yaslanarak değil, ellerinde tuttukları silahların gücü ve tehdidi sayesinde kurulmuşlardı. Vaktiyle İtalya ve Almanya’da ve günümüzde Türkiye’de yaşanan sivil faşistleşme süreçlerinde ise, seçimleri ve halk oylamalarını basamak ederek iktidar koltuğuna tırmanış söz konusudur. Parlamenter işleyişin Erdoğan liderliğinde her geçen gün biraz daha geçersiz kılındığı burjuva rejim, daha önce yaşanmış deneyimleri kendine örnek alıp faşizmi tırmandırdıkça tırmandırıyor. Bugün gündeme oturtulan “erken seçim” tartışmaları ve yeni bir anayasa yapmak üzere oluşturulacak “anayasa komisyonu” doğrudan bu faşist tırmanış sürecinin parçalarıdır.
İtalya’da kral tarafından başbakan atanan Mussolini, hemen akabinde Sosyalist Parti’yi ve tüm anti-faşist örgütleri yasaklayarak kendini Duçe (lider) ilan etmiş ve 2 Ocak 1925’te faşist diktatörlüğünü kurmuştu. Mussolini’nin faşist anlayışı, korporatist bir sendikalizmle sınıf karşıtlıklarının bastırılmasını ve İtalya’nın milliyetçilik temelinde bir Akdeniz imparatorluğunun merkezi kılınmasını amaçlıyordu. Almanya’da Hitler liderliğinde örgütlenip iktidara tırmanan faşizm ise, dönemin bunak Cumhurbaşkanı Hindenburg’un Hitler’i şansölye (başbakan) olarak atamasıyla büyük bir fırsat elde etmiş ve daha sonra göstermelik bir seçimle iktidara yerleşmişti. Bugün Türkiye’de Başkanlık ihtirası temelinde tırmanan faşizm, gerekirse göstermelik bir seçimle “Führer”e oy çokluğu armağan ederek ve kendi Başkanlık Anayasasını topluma sözde onaylatarak iktidara yerleşmeyi tasarlıyor.
Geçmişte İtalya ve Almanya’da, günümüzde Türkiye’de yaşanan faşist tırmanış süreçlerinde başka açılardan da pek çok benzerlikler bulmak mümkündür. Faşist liderlikler toplumun kendilerini desteklemeyen bölümünü bezdirip sindirmek amacıyla, işsiz-lümpen kesimlerden kendilerine bağlı özel vurucu birlikler (Almanya’da “Fırtına Birlikleri” ya da Türkiye’de “Osmanlı Ocakları” vb.) örgütleyerek ilerlerler. Faşist tırmanışa boyun eğmeyen ve bu gidişatı durdurmak üzere ses veren örgütlü kesimler, mücadeleden yana aydınlar, sanatçılar, gazeteciler, yazarlar ise faşist liderlikler için gerçek bir tehdit kaynağı oluşturduğundan en başta hedef tahtasına oturtulurlar. Almanya’da Nazi partisinin lideri Hitler, iktidara tırmanış sürecinde, suçu komünistlerin üzerine atmak üzere 1933 Şubatında parlamento binası Reichstag’ı kendi adamlarına kundaklatarak yaktırmıştı. Nitekim yangını takiben Hitler’in saldırıları komünistleri, dönemin aydınlarını, mücadeleci unsurlarını hedef alarak tutuklamalar, baskı ve yasaklamalarla ilerledi ve parlamenter demokrasinin tamamen tasfiyesiyle sonuçlandı.
Toplumun gerici gidişata karşı sesini yükselten aydın kesimlerini suçlu ilan ederek yayılan aydın düşmanlığı dalgası da faşist tırmanışın tipik özelliğidir. Bugün Türkiye’de savaşa ve devlet terörüne karşı barış ve demokrasi bayrağını yükselten aydınlara karşı yürütülen cadı avı, 1950’lerde ABD’de yaşanan ve komünistlere, aydınlara, sanatçılara yöneltilen McCarthyci faşist saldırı dönemini hatırlatıyor. Erdoğan, barış için ses vermek üzere “bu suça ortak olmayacağız” başlıklı dilekçeyi imzalayan 1128 akademisyeni, 12 Eylül dönemindeki faşist Evren’i aratmayacak biçimde “aydın müsveddeleri” gibi sözler eşliğinde aşağılıyor. 1128’liklerin suçlanıp yargılanmaları, hatta 12 Eylül faşizminin 1402’likleri gibi meslekten uzaklaştırılmaları için gereken makamlara işaretini veriyor. “Führer” esip savurarak toplumun mücadeleci ve aydın kesimlerini korkutmaya çalışıyor. Fakat altını çizerek belirtmek gerekir ki, totaliterleşme süreçleri, bu gidişatın başını çekenlerin kendilerine ve geleceklerine çok güvenmelerinden değil, tam tersine baskı ve zorbalık dışında kendilerine başka bir çıkış yolu bulamamalarından kaynaklanır. Böylesi süreçlerde asıl korkan ve korktukça baskı ve zulme batan diktatörlerdir. Toplumun devrimci, mücadeleci ve gerçek aydın kesimlerinin önünde ise, o diktatörlerin de nihayetinde tarihin çöplüğüne gönderildiği ve korkuya yer olmayan bir gelecek uzanır.
Faşist tırmanış süreçlerinde ortak olan bir nokta da, bugün Türkiye’de de yaşandığı üzere, rejime yalakalıkla gününü gün etmeye çalışan bir çıkarcılar güruhunun peydahlanmasıdır. Kendi çapsızlıklarının veya korkaklıklarının aşağılık kompleksiyle vicdansızlaşan ve ruhlarını şeytana satan bu güruh, faşist liderliğin diş bilediği gerçek aydınlara saldırarak, mücadele eden kesimlere küfür, aşağılama ve karalama bombardımanı yağdırarak, yeni rejimde yalayacakları bir çanak kapma hesabı içinde olurlar. Keza Türk tipi Führer’in kendi başkanlığını toplumun hücrelerine yedirmek amacıyla örgütlediği “muhtarlar toplantısı” silsilesi de, faşizmin tırmanış sürecinin bir özelliği olarak bu dönemin tarihine kayıt düşülecektir. Kısacası, yandaş medya aracılığıyla körüklenen gözü dönmüş bir aydın ve Kürt düşmanlığıyla, toplumun karanlık köşelerine sinmiş lümpenlerden ve uğursuzlardan devşirilmiş özel vurucu güçleriyle, “Führer”in etrafına toplaşan yalaka takımıyla ve muhtarlar vasıtasıyla mahallelere, evlere, fabrikalara nüfuz etmeye çalışan faşist demagojileriyle, Türkiye’de 1 Kasım seçimlerinden önce başlayıp seçimlerden sonra hızlanan sivil bir faşist tırmanış süreci yaşanıyor.
Aslında uzun söze gerek yok. 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP’nin elde ettiği oydan ürken Erdoğan, arzuladığı mutlak iktidara olağan parlamenter yoldan ulaşamayacağını anladı. Bu noktadan sonra sürece, tertiplenen çeşitli provokasyonlar ve katliamlar damgasını basmaya başladı. Kobani’ye yardım götürmek üzere toplanan Sosyalist Gençlik Dernekleri Federasyonu üyesi gençlerin 20 Temmuzda Suruç’ta bombalarla parçalanması, süreçte önemli bir halka oluşturdu. 14 Ağustos tarihinde Erdoğan parlamenter işleyişe önemli bir darbe indiren açıklamasını yaptı. Açıklamasında “İster kabul edilsin ister edilmesin, Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken bu fiili durumun hukuki çerçevesinin yeni bir Anayasa ile netleştirilmesi, kesinleştirilmesidir” diye buyuruyordu. Yasamayı ve yargıyı işlemez hale getirerek yürütmeyi mutlak olarak Erdoğan’ın elinde toplamayı amaçlayan bu darbe, yaşanan sürecin tarihine Erdoğan’ın 14 Ağustos sivil darbesi diye yazıldı. 10 Ekim günü Ankara’ya barış talebiyle akan sosyalistlerin, devrimci işçilerin, mücadeleci sendikacıların ve Kürtlerin mitinginde patlatılan bombalarla yüzü aşkın insanımızın katledilmesi ise faşist tırmanışın artık açık bir göstergesiydi. Nitekim takip eden günlerde parlamentonun devre dışı bırakılması temelinde düzenlenen 1 Kasım seçimleriyle AKP oyunu % 49,5’e yükseltti ve bu soru işaretleriyle dolu süreç “Başkan”ın yolunu açacak fiili bir basamak oldu.
Türkiye’de yaşanan faşistleşme süreci, ülkenin Batısında yandaş medya aracılığıyla toplumun alıklaştırıldığı ve devlet terörüyle korkutulduğu, emperyal yayılmacılık hayalleriyle kanlı bir savaş ortamına sürüklendiği, Doğusunda ise ulusal kurtuluş mücadelesi yürüten Kürt halkının insafsızca katledildiği bir noktaya ulaşmıştır. Bu gidişata karşı çıkan örgütlü sol kesimlerin, duyarlı aydınların, gazetecilerin, sanatçıların muhalefeti ise baskılarla ezilmeye çalışılmaktadır. Sedat Peker gibi iktidarın koruması altındaki mafya bozuntuları, barış bildirisine imza atan akademisyenlere “oluk oluk kanlarınızı akıtacağız” diye fütursuzca tehditler savurabiliyor. Faşizm basamaklarını tırmanan iktidar Pekerlerin önünü açarken, bombaların susmasını, çocukların öldürülmemesini isteyen aydınları ise terör yanlısı olmakla suçlayıp hapse tıkıyor.
Faşist tırmanışa teslim olunamaz
En yakın örnek olarak Türkiye’deki 12 Eylül rejiminin ortaya koyduğu gibi, faşizm totaliter bir rejimdir. Burjuva parlamenter düzenin olağan işleyiş kurum ve kurallarını yok eder, burjuva demokrasisi adına ne varsa ezip geçer, işçi sınıfının ve diğer devrimci, demokrat güçlerin örgütlerini dağıtır, tutuklama dalgalarıyla, baskı ve işkenceyi sistematik hale getiren uygulamalarıyla toplum üzerinde mutlak bir diktatörlük kurar. Faşizm iktidara yerleşmeyi başarırsa, kitlelerin en temel demokratik haklarını yok ederek, baskı ve zorbalığı egemen kılarak toplumun yaşam ışığını söndürür. Toplumda, olumsuz etkileri varlık süresiyle ölçülemeyecek denli derin yarılma ve yıkıntılara neden olur. Ne var ki, kitleleri koyu bir karanlığa sürükleyen ve sindiren faşist rejimler, yaşamın diyalektiği nedeniyle, çeşitli iç ve dış tepkilerin birikimiyle sarsılmaya ve nihayetinde son bulmaya yazgılıdırlar.
Faşist rejimin ne şekilde son bulduğu, toplumun takip eden sosyal ve siyasal yaşamına bütünüyle damgasını basacak denli önemlidir. Bonapartizmden Faşizme adlı kitapta ayrıntılı biçimde açıklandığı üzere, faşist rejim bir halk mücadelesiyle yıkıldığında, onun toplumsal ve siyasal yaşamda yarattığı tahribatın izleri daha kısa sürede ve daha derinden silinebilmektedir. Fakat faşizm 12 Eylül örneğinde olduğu üzere tepeden kontrollü biçimde çözüldüğünde, onun toplumsal ve siyasal kurumları, kuralları, demokrasi karşıtı yasaları ve işleyişleri kolayına tasfiye edilememektedir. Hepsinden önemlisi de, bütün bu faktörlerin birlikte belirlediği olumsuz bir toplumsal-siyasal ruh hali uzun süre etkisini sürdürmektedir.
Türkiye’de 1990’lardan günümüze uzanan sürece damgasını vuran devlet terörü gibi olgular, YÖK gibi kurumlar, verilen onca sözlere ve onca parlamento bileşimine karşın 12 Eylül faşist anayasasının hâlâ değiştirilememiş olması, faşist generallerden hesap sorulmadan onların ecelleriyle bu dünyadan kaçıp kurtulabilmeleri, sol örgütlerin üstüste gelen darbeler nedeniyle bir türlü kendilerini toparlayamaması ve nihayetinde işçi sınıfının kitle mücadele araçları olan sendikaların tarif edilemez derecede yozlaşmış, dibe vurmuş halleri, 12 Eylül faşist rejiminin uzun etkili tahribatını anlatıyor. Çok açık ki, Türkiye henüz bir önceki faşist rejimin etkisinden kendini kurtaramamışken, yeni bir faşist tırmanış sürecinin acılarını yaşamaya başlıyor.
Ancak asla göz ardı etmemek gerekir ki, bir askeri-faşist rejim örneği olan 12 Eylül rejimiyle, bugünkü faşist tırmanışın bir sivil faşizm örneği oluşu arasındaki farklılığın yaratacağı sonuçlar büyük olacaktır. Askeri faşizm öyle ya da böyle son bulduğunda, burjuva düzen devam ettiği sürece, onun daha önce faşizme bulaşmış ordusu da bir şekilde yine belini doğrultup yoluna devam edebilmektedir. Fakat sivil faşizm örneklerinde sonuç hiç buna benziyor mu? Tarihten bir nebze ders alınacaksa görülür ki, anlatılan yalnızca belirli bir kesit boyunca çeşitli baskı ve acıları yaşamak zorunda kalmış olan işçi-emekçi kitlelerin hikâyesi değildir. Sivil faşizmin tarihinde anlatılan, bir dönem boyunca toplumun tepesinde tek kişi diktatörlüğü estiren Duçelerin, Führerlerin ibretlik sonlarıdır!
Tarihin o kesitini kısaca hatırlayalım. Büyük emperyal heveslerle kitleleri kanlı savaşlara sürükleyen İtalyan ve Alman faşizmi, ülke içinde kurdukları insafsız baskı rejimlerine rağmen, dışta savaşta uğradıkları yenilgi ve içte yükselen anti-faşist mücadele neticesinde çatırdayarak yıkıldı. Sivil faşizmin çarpıcı örneklerini sergileyen Almanya ve İtalya’da, faşist rejimlerin gidişindeki toplumsal ruh hali, geldikleri dönemde yarattıkları toplumsal destekle tamamen ters orantılıydı. 23 Nisan 1945 tarihinde Sovyet Kızıl Ordusu Berlin’e girdiğinde Almanya’nın yenilgisi kesinleşmişti. Gerçekleştirdiği korkunç katliamların, işlediği büyük insanlık suçlarının bedeliyle yüzleşmeye bir nebze olsun cesareti olmayan Hitler, işgal altındaki Berlin’de saklandığı kendi özel yeraltı sığınağında eşi Eva Hitler’le birlikte intihar etti.
Mussolini askeri başarısızlıkları sonucunda 1943 yılında Büyük Meclis tarafından görevinden alınıp tutuklanmış fakat daha sonra kaçmayı başarmıştı. Metresi ile birlikte, yanlarına kendilerini ömür boyu lüks içinde yaşatacağını umdukları ikiyüz kilo altın ve bavullar dolusu (belki de kutular dolusu!) dövizi alıp bir Alman birliğinin koruyuculuğunda Almanya yoluna koyuldular. Ne güzel ki tarih intikamını alacaktı; 27 Nisan 1945’te yolları İtalyan komünistleri tarafından kesildi. Kendisiyle birlikte kaçan tüm bakanları ve adamları aynı gün Mussolini’nin gözleri önünde kurşuna dizildi. Bir gün sonra ise Mussolini metresiyle birlikte üzerlerine kurşun yağdırılarak idam edildi ve cesetleri Milano yakınındaki bir benzin istasyonuna götürülüp, faşizm heveslilerine ibret olsun diye ayaklarından baş aşağı asıldı. Faşizmin iktidara geldiği dönemde onu “Duçe” diye pohpohlayıp yükselten İtalyan halkı, cesedine tükürmek için sıraya girdi! İtalyan halkı, ilerleyen yıllarda da Mussolini’nin faşist ideolojisini bir utanç kaynağı olarak değerlendirecekti.
Tarihte yaşananlar, günümüzde Türkiye’de yaşanan gelişmeleri değerlendirebilmek bakımından çok öğreticidir. Toplumsal yaşamda hiçbir karanlık dönem ilânihaye sürmez. Şili’deki Pinochet faşist rejiminin çöküş döneminde toplumun devrimci unsurlarının ifade ettiği gibi, nihayetinde işçi-emekçi kitleler korkudan korkmanın anlamsız hale geldiği mücadeleci bir noktaya ulaşırlar. Hele bugün Türkiye’de esasen korkan tarafın kim olduğu bellidir! Kirli savaşı tırmandırdıkları her adımda, katliam ve baskılara hız verdikleri her bir aşamada daha da çok batağa sürüklenen Führer bozuntusu diktatörler değil midir asıl korkanlar? Korkandan korkarak meydanı onlara boş bırakmak, vicdansız ve uğursuza karşı hiç mücadele etmeden ona en pespaye biçimde teslim olmak büyük onursuzluktur.
Kapitalizmin tarihi yalnızca ibretlik faşist diktatörlük dersleriyle değil, diktatörlerin tüm zulmüne rağmen karanlıkları parçalayan işçi-emekçi kitlelerin mücadele ışıklarıyla da bezeli. O nedenle asla unutulmasın ki, faşizmin tırmanış döneminde mücadeleyi yükseltmek üzere tehlikeyi görüp işaret etmek ne denli önemliyse, faşizm daha iktidara yerleşmeden önce her şey olup bitmiş gibi yelkenleri suya indirmek o denli ölümcüldür. İşte bugün Türkiye’de, toplumun ilerici ve aydın kesimlerinden rejime karşı yükseltilen tepki ve bunun yaygınlaşması, genelde faşist tırmanıştan hoşnutsuz olup da sesini çıkartmaya cesaret edemeyen kitlelerin sarsılıp kendine getirilmesi bakımından büyük önem taşıyor.
Eğer tarihten ders alınacaksa, faşist tırmanışa karşı iş işten geçmeden mücadeleyi dört bir koldan yükseltmenin hayati önemde zorunlu olduğu anlaşılır. Devrimci işçilerden demokrat aydınlara, örgütlü sosyalistlerden mücadeleci Kürtlere dek, her kesimin kendi bağrından yükselteceği ve ortaklaştıracağı bir faşizm karşıtı mücadele, bugünkü karanlık gidişatı değiştirebilir. Ve unutulmasın ki, faşizm karşıtı mücadelede işçi sınıfının birleşik mücadele cephesinin inşa edilebilmesi açısından, işçi sınıfı içinde çalışan devrimci güçlerden müteşekkil, ilkelerde anlaşmış kararlı bir çekirdek gücün oluşturulması büyük bir önem taşıyor. Bugün işçi-emekçi kitlelerin yaşamını tehdit eden savaş ve faşizm belâsından kurtulmanın ve insanın zulme direnmesini sağlamanın yolu mücadeleyi yükseltmekten geçiyor. Başka bir seçenek yok!
27 Ocak 2016
link: Elif Çağlı, Faşist Tırmanışa Karşı Mücadeleye!, 27 Ocak 2016, https://marksist.net/node/4873