Sınıfların ortaya çıkışından beri, tarih sınıfların mücadelesidir ve egemen sınıf hangisiyse gelecek kuşaklar onun ideolojisiyle kaleme alınan tarihi okur, bilinci onun fikirleriyle şekillenir. Tıpkı tarih gibi toplumsal ilişkiler, kişiye atfedilen toplumsal roller de yine egemen sınıfın biçim verdiği şekilde çizilir, dikilir ve örgütsüz topluma bir güzel giydirilir. Kapitalizmin geldiği gelişmişlik düzeyinde bugün hâlâ etnik, dinsel ve cinsel ayrımlar, asıl ayrımın önüne geçen bir etkiye sahipse bu yine egemen sınıfın kendi başarısı nedeniyledir. Ya da bir başka ifadeyle gerçek ayrımın sınıf ayrımı olduğunu göremeyen işçi sınıfı, örgütlü bir sınıf olarak tarih sahnesine çıkamadığı içindir.
Amerika kıtası halklarının Avrupalıların gelişinden sonraki tarihi de bugün demokrasi nutukları atan Avrupa’nın ve ABD’nin nasıl zalimlikler üzerine kurulu olduğunu gösteriyor. Kıtanın köleleştirilmesi ve halkların katledilmesi üzerinde yükselen bu büyük güçlerin tarihi aynı biçimde kadın emeğinin nasıl yok sayıldığını da gösteriyor. Öte yandan bu gerçeklik ezilen cins olan kadının, çağımızda, neden cinsiyetle sınırlı bir çerçevede değil de sınıfsallıkla belirlenen bir zeminde mücadele yürütmesi gerektiği sorusunun cevabına kapı aralıyor.
Amerikalı tarihçi Howard Zinn, Amerika Birleşik Devletleri Halklarının Tarihi kitabında Kolomb’un ticari amaçlarla çıktığı yolculuğun sonrasına, 1492 yılından başlayarak 2000’li yıllara uzanan süreçte ABD halklarının nasıl bir dönüşüm geçirdiğini ele alır. 15. yüzyılın sonlarında gerçekleşen kıtanın fethi ile birlikte kapitalizmin Avrupa’da gelişimi için ihtiyaç duyduğu zenginliğe nasıl ulaştığını aktarırken aynı zamanda oradaki yerli halkın yağma ve katliamdan önceki yaşam biçimine de değinir.
Zinn, dönemin toplumsal yapısını, kadın erkek ilişkisini ilk olarak Bahama Adaları’nın yerlilerinden olan Arawaklar üzerinden aktarır. O dönemin tanıklarından olan genç papaz Bartolomé de Las Casas’ın gözlemlerine dayanarak kadın ve erkeklerin toplumda nasıl haklara sahip olduğunu örneklendirir. Las Casas, yerli kabilelerde kadınların da erkeklerle benzer haklara sahip olduğunu belirtirken evlilik gibi bir yasanın olmadığını, kadınların da erkekler gibi eşlerini seçme ve birlikte olmak istemediğinde de ayrılma hakkına sahip olduğunu söyler. Mesela her iki cins için de altın vb. madenlerin/eşyaların kıymetli olmadığını, sadece süs eşyası olarak kullandıkları renkli kuş tüyleri, boncuk gibi şeylere değer verdiklerini belirtir. Topluluk arasında herhangi bir alım satımın, ticari bir çıkar ilişkisinin bulunmadığını, sahip oldukları şeyleri de paylaştıklarını ifade eder. Özellikle kadınların biyolojik farklılıklarından kaynaklı olarak ayrım yaşamadığını, mesela gebelik dönemlerinde çok az sorun yaşadığını şöyle ifade eder Las Casas: “Nüfus artışı hızlıdır; hamile kadınlar son dakikaya kadar çalışırlar ve neredeyse acısız doğururlar; ertesi gün ayağa kalkarlar, nehirde bir banyo yaparlar ve doğurmadan önceki sağlıklarına ve vücutlarına kavuşurlar.” Böylece kadın anneliğinden kaynaklı olarak atıl bir konuma itilmeden, hem anneliği hem de o dönemin koşullarına göre üretimde aldığı görevi birlikte yürütebilmekte, toplumsal işbölümünde erkekle belirli oranda eşitlenmiş olmaktadır.
Genelleme yapılacak olursa, ilkel komünal toplumlarda kadınlar üretimde merkezi bir yer kaplıyor, dolayısıyla da kadın ve erkek arasında, bulundukları konum ve sahip oldukları haklar açısından sistematik bir eşitsizlik de söz konusu olmuyordu. Mesela bunun örneğini sınıfsız toplum izlerinin görüldüğü Çatalhöyük’te yapılan araştırmalar neticesinde, arkeolog Ian Hodder şöyle ortaya koyuyordu: “Kadın ve erkek arasında neredeyse hiçbir sosyal ayrım yapılmıyor. İşbölümü ve toplumsal roller konusunda bir ayrım olmadığını söyleyebiliriz. Biliyorsunuz Çatalhöyük kazılarında sanat ve sembolizm konusunda öğrendiklerimiz çok öne çıktı. Kazıların ilk zamanlarında bazı buluntuların «ana tanrıça»yı temsil ettiği düşünülüyordu. Artık bu şekilde düşünmüyoruz. Çıkan sanat eserlerinde kadın «anne» olarak yer almıyor. Daha önce de belirttiğim gibi Çatalhöyük’te kadın ve erkek arasında böyle bir ayrım yok, dolayısıyla bir «ana tanrıça» figürü de yok.”[1] Ya da Zinn’in kitabında yer verdiği örnekte görüldüğü gibi: “Güneybatıdaki Zuiii kabilelerinde geniş aileler –klanlar– kadınlar etrafında kuruluyor, erkek kadının ailesiyle yaşamaya geliyordu. Evin kadına ait olduğu düşünülüyor, topraklar klanın malı olarak işleniyor ve üretilen her şeyde kadının eşit hakkı olduğu varsayılıyordu… Orta Batı’daki Büyük Ovalarda yaşayan Kızılderili kabilelerindeki kadınların çiftlik görevleri yoktu. Buna karşılık kabilelerinde şifacı, ilaçlık ot toplayıcı ve bazen de öğüt alınacak kutsal kişiler olarak çok önemli yerleri vardı. Gruplar erkek liderlerini kaybettiklerinde, kadınlar başkan olabilirlerdi…”[2]
Kıtanın istilasıyla kadının değişen konumu
Çatalhöyük’te ya da Kızılderili kabilelerinde kadın ve erkek arasında işbölümü ve dayanışmaya dayalı üretim biçimi, sınıflı toplumun ayak izleriyle birlikte bozulmaya başlar. Amerika kıtası özelinde ise kıtayı yağmalamak üzere yola koyulan sömürge devletlerinin bizzat müdahalesi ile yerlilerin tüm yaşamı altüst olur. Tüm zenginliği yağmalamak isteyen Avrupa devletleri kıtanın ağızlarını sulandıran değerli madenlerini, tarım ürünlerini, tropik meyvelerini zor yoluyla gerçekleşen bir üretimle elde etmeye koyulur. Kıtaya gelenlerin ilk icraatlarından biri yerlileri madenlerde zorla çalıştırmak ve çıkardıkları altınlara el koymaktır. Böylece dışarıdan müdahale ile toplumsal işbölümü ve yaşam biçimleri yeniden şekillenmeye başlar. Erkekler yaşadıkları bölgeden kilometrelerce uzaklıkta bulunan madenlerde insan bedeninin dayanamayacağı koşullarda çalıştırılırken, kadınlar da önceden erkeklerle birlikte yaptıkları toprağı işleme işlerinde tek başlarına çalışmak zorunda kalırlar. Toprakta çalışmak o günün koşullarında büyük güç ve enerji gerektirir ve aynı zamanda anne olan kadın için işler değişmeye başlar.
Kadınlar ve erkekler dizginsiz bir çalışma sonucunda adeta insanlıktan çıkarlar. Doğumlar azalmaya, doğan çocuklar da açlıktan ve bakımsızlıktan ölmeye başlar. Bunun en büyük nedeni de kadınların çalışmaktan ve açlıktan sütlerinin kesilmesidir. Las Casas bu süreçte bizzat gördüklerini şöyle aktarır: “Ben Küba’da iken 7000 bebek ilk üç ayda bu yüzden öldü. Hatta bazı anneler sırf çaresizlikten bebeklerini kendi elleriyle boğdular. Bu şekilde erkekler madenlerde, kadınlar işte ve çocuklar sütsüz kalmaktan öldüler ve kısa bir süre içinde bu büyük, bu güçlü, bu verimli topraklarda nüfus azaldıkça azaldı. İnsan doğasına aykırı bütün bu eylemleri benim gözlerim gördü ve şimdi yazarken bile titriyorum.” O dönemde yerlilere yaşatılan vahşet anlatmakla tükenmez cinstendir. Kadınıyla, erkeğiyle, çocuklarıyla birlikte halkların yaşadıkları, ABD tarih kitaplarında anlatıldığı gibi bir serüvenin öyküsü değil, köleleştirilen, kılıçlarla biçilen insanların emeği üzerinde yükselen kapitalizm gerçeğidir.
Yerli halkları katlederek yok eden Avrupa devletleri bu sürede işgücü ihtiyacını yoksul Afrika halklarına yönelerek gidermeye karar verir ve siyah derili erkekler ve kadınlar da bu acı deryasından nasibini başka bir kıtada köle olarak alırlar. Siyahlar özellikle Batı Afrika’dan gemilere yüklenerek tıpkı değersiz bir eşya gibi getirilir Amerika’ya. Onlar da tıpkı yerliler gibi bin bir eziyetle, aç, susuz çalıştırılır, öldürülür. Ayrıca sömürge döneminin ilk yıllarında yerli ve siyah kölelerin yanı sıra erkeklere refakat etmesi, çocuk doğurması ve hizmet kölesi olması için beyaz kadınlar da getirilir kıtaya. Bu kadınlarla, köle gemileriyle insanlık dışı korkunç koşullarda getirilen Afrikalı kadınlar arasındaki tek fark ten renkleri ve beyaz olanın belirli süreli sözleşmelerle çalışmalarıdır. Maruz kaldıkları muamele, efendilerinin her türlü isteğini yerine getirme şartlarıysa benzer biçimdedir. Özellikle yaşı küçüklerden seçilen kadınlar her türlü zorbalığa, tacize, tecavüze maruz kalır.
Sınıfsal ayrımlar netleşirken kadın
Kıtaya ticaret için gelen erkeklerin eşlerinin de ilk dönemler çeşitli zorluklar yaşadığı, birçoğunun yolda gelirken hayatını kaybettiği söylenir. Fakat ne zamanki kıtadaki zenginlik bir tarafta birikmeye başlar, işte o zaman efendi eşi olan kadınlarla, onların köleleri olan ve tüm zenginliğin yaratıcısı olan kadınlar arasındaki fark büyümeye başlar. Bu fark birinin efendi diğerinin köle, birinin tıka basa tok diğerinin aç, birinin ihtişam içinde diğerinin sefalet içinde yaşaması olarak özetlenebilir. Köle olarak ya da hizmetçi olarak getirilen kadınlardan ise sadece erkek efendiler değil aynı zamanda erkeklerin eşleri olan hanım efendiler de hizmet bekler…
“Daha 1630 yılında Massachusetts Körfezi Sömürgesi’nin valisi John Winthrop yöneticilerin felsefesini şöyle ilan etmişti: «…Bütün zamanlarda geçerli olan kural, bazı insanların zengin, bazılarının fakir; bazılarının iktidar ve şeref söz konusu olduğunda üstün ve seçkin bir mevkide, bazılarının ise değersiz ve itaat eder bir konumda oldukları ve olacaklarıdır.» Zengin tacirler malikâneler yaptırıyorlar, «kalite» sahibi olanlar atlı arabalar ya da tahtırevanlarda dolaşıyorlar, portreleri yapılıyor, peruka takıyorlar ve midelerini iyi yiyecekler ve Madeira adasından gelen şaraplarla dolduruyorlardı.”[3] Yaratılan bu farkın yasal dayanağı da elbette Avrupa’dan “ithal” ediliyor ve hem oluşturulan bildirgelerde hem de Hristiyan dini üzerinden yayılan öğretilerde kölelerin ve kadınların hak sınırları belirgin biçimde çiziliyordu. Bu sınırlar bir taraftan sınıfsal ayrımları derinleştirirken, diğer taraftan kadının erkek egemen toplumdaki konumunu biçimlendiriyordu.
Dolayısıyla tıpkı köleler gibi, eşitsizliğin diğer tarafında kalan kadınlar da sınırlarını bilmek zorundaydı. Mülk sahibi sınıfların kadınlarının rolü ev işleri ve çocuk bakımı ile belirlenmişti. Kadın hakları konusunda da İngiliz yasalarının çizdiği çerçeveyle kadının hukukta ve siyasetteki yeri daha baştan sınırlandırılıyordu. Örneğin ev içi işleri üstlenen kadının başka işlerde çalışmasına karşı çıkılmazken, çalışması sonucunda herhangi bir karşılık alma hakkı yasal olarak engelleniyor, çalışan kadının ücretine eşinin el koyması, ortak olarak elde ettikleri gelirlerin tamamının erkeğin elinde toplanması uygun görülüyordu. Köle ve hizmetçi kadınların ise zaten bir yaşamları yoktu, onlar bir eşya olarak görülüyordu. Efendilerinin kötü muamelelerine karşı zaman zaman iş yavaşlatma gibi pasif eylemler gerçekleştirdiklerinde ise hem hukuken hem de efendileri tarafından suçlanıyor, cezalandırılıyorlardı.
Kadının ev işlerindeki rolüne methiyeler dizilip görevinin “evini neşeli, dindar ve yurtsever tutmak” olduğu salık veriliyordu. Ancak kadınlar aynı zamanda fabrikalarda çalışmaya başlamışlardı. 19. yüzyıldan itibaren birçok kadın özellikle tekstil ve hazır giyim fabrikalarında iş buldu. Zinn, her 10 tekstil işçisinden 8 veya 9’unun kadın olduğunu, bunların çoğunun da 15 ilâ 30 yaş aralığındaki gençler olduğunu belirtiyor. Bu işçi kadınlar daha iyi çalışma koşulları ve daha yüksek ücret talebiyle yapılan ilk grevlere de öncülük ettiler. O dönemlerde kadın hakları için mücadele eden Catharine Beecher çalışma koşullarını şöyle tarif ediyor: “Kış ortasında oradaydım ve her sabah saat beşte işbaşı zili ile uyandırıldım. Akşam yemeği için sadece yarım saat mola vardı, yemeğe gidiş ve dönüş süresi bu yarım saatten düşülüyordu. Daha sonra saat 7’ye kadar çalışmak üzere fabrikaya geri dönüyorduk. Tüm iş saatlerinin gaz lambası yanan odalarda, en az 40 en fazla 80 kişinin soluduğu odalarda geçtiğini söylemek gerekiyor. Ve odanın içi tarak, iğ ve dokuma tezgâhlarından çıkan pamuk parçalarıyla doluydu.”[4]
Emekçi kadınlar sınıf temelinde birleşmeli
Sınıflı toplumlarda kadının toplumsal rolü egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda biçimlenmiştir. Kapitalist üretimde ise kadının üretimdeki rolü çeşitli biçimlere bürünür. Bir taraftan kadın ve erkeğin toplumsal görevleri ayrıştırılırken, diğer taraftan kadınların bu durumu sorgulamasının önüne geçmek için eşitlik algısı yaratılır. Sistem kadının hareket alanını kendi ihtiyaçları doğrultusunda belirler ve kadını bu alana sıkıştırır.
Amerika’da da böyle olmuştur. Uzun yıllar boyu oy veremeyen, mülk edinemeyen, okuyamayan, çalışsa bile erkeğin dörtte biri kadar düşük ücret alan kadınların hareket alanı zamana göre biçim değiştirir ama sınırlar baki kalır. Örneğin kadın işgücü ihtiyacı olduğunda tekstil atölyelerinde kadınlar dizginsiz biçimde çalıştırılıyordu ve kadının hareket alanı sözde genişlemiş oluyordu. Oysa olan, ayağına bağlı pranganın evle işyeri arası kadar uzamasından ibaretti. Sermayenin ucuz işgücü talebiyle birlikte çeşitli sektörlerde üretimin içinde yer almaya başlayan emekçi kadınlar özellikle savaş dönemlerinde erkeklerin cepheye sürülmesiyle birlikte yoğun bir biçimde silah sanayiine aktılar. Fakat her halükârda kadın emeği burjuvazi için ucuz ve yedek işgücü olarak görüldü, savaş sonrası evin yolu gösterilen kadının nihai görevi çocuk doğurarak aile kurumunu ayakta tutmak oldu. Geçmişe oranla bugün kadınlar üretimin içinde daha fazla yer alıyorlar. Fakat bu durum otomatik olarak kadını erkekle pratikte eşit bir düzleme getirmiyor. Eşitsizliğin çeşitli yönleri devam ediyor.
Demokrasinin beşiği denilen ülkelerde kadınların en basit hakları için dahi çetin mücadeleler verdiği biliniyor. Kapitalizm altında ister İran’da yaşasın, ister Amerika’da kadının ezilen cins olduğu bir gerçektir. Fakat bu gerçeklik burjuva kadınlarla emekçi kadınlar arasındaki uçurumu gözlerden saklamaya yetmez. Bugün en demokratik ülkelerde dahi kadın ve erkeğin hukuken eşit olduğunu söyleyen yasalar kâğıt üstünde kalırken, bunun en ağır bedellerini ödeyen yine emekçi kadınlardır.
Ağırlaşan kapitalist kriz koşullarında emekçi kadınlar evde, işte, sokakta her yerde sistemin acı yüzünü iliklerine kadar hissediyorlar. Tüm dünyada hayat pahalılığı, yoksulluk, milliyetçilik, baskı, şiddet artarken, bunlara eşlik eden “doğal” afetler, emperyalist savaşlar emekçi kadınların yaşamını çekilmez kılıyor. Geçmişe gidip Amerika kıtasının yerli kadınlarından birini bugüne getirsek adını bile bilmediği teknolojinin gelişimi karşısında büyülenir ama diğer taraftan insanların çalışma koşullarının ilkelliği, eşitsizliğin boyutu karşısında da dehşete kapılırdı. Ne yanından bakarsak bakalım çelişkilerle yüklü bu sistem emekçi kadınlara da insanlığa da hiçbir gelecek vadetmiyor. Bu nedenle kadınıyla erkeğiyle işçi sınıfının kurtuluşu, kapitalizme karşı ortak bir mücadele halatına kopmaz bir biçimde bağlıdır.
[1] Selim Fuat, Çatalhöyük’te Sınıfsız Toplum İzleri ve Komünizm, marksist.com
[2] Howard Zinn, Amerika Birleşik Devleri Halklarının Tarihi, İmge Yay.
[3] Howard Zinn, age
[4] Howard Zinn, age
link: Başak Güler, Kadının Eşitsizliğinin Kaynağı: Sınıflı Toplumlar, 21 Ocak 2024, https://marksist.net/node/8172
Komünist Enternasyonalin Bayrağını Geleceğe Taşıyacağız!
Ardında Yürünecek Şanlı Bir Yol Bırakanlar