Türk-İş’in 22. Olağan Genel Kurulu 3-6 Aralık tarihlerinde Ankara Büyük Anadolu Otelinde yapıldı. Delegeler dışında, grev, direniş ve fabrikalardan işçilerin alınmadığı bu genel kurula, cumhurbaşkanı, başbakan, muhalefet partileri ve patron örgütleri katılarak burayı bir kürsü olarak kullandılar. Üç gün süren genel kurul, işçi ve emekçilerin sorunlarına çözüm yollarının tartışıldığı bir kuruldan çok, Hak-İş Genel Kurulunda görüldüğü üzere AKP ve Erdoğan’ın sendikalara biçtiği “korporatist” role yaraşır bir kurul oldu.
Türk-İş genel kurulunun gündemini Erdoğan ve AKP hükümeti belirledi. Kurulun ilk gününde konuşan Erdoğan, Türk-İş’in misyonunun “ideolojik saplantılar değil meşruiyet sınırları olduğunu” söyledi. İşçi sınıfının ideolojisine, hak alma eylemlerine doğrudan yapılan bu saldırı bile Erdoğan’ın genel kurulda ne işinin olduğunu sormaya yeterlidir. Erdoğan ve AKP hükümeti sendikal bürokrasi aracılığıyla işçi sınıfının hak alma eylemlerini burjuva düzenin meşru saydığı sınırlara hapsetmeyi istiyor. Böylece örneğin emeklilik yaşının yükseltildiği, sendikal barajların korunduğu ve grev yasaklarının ağırlaştırılarak sürdürüldüğü yasalarda bizzat imzası olan Erdoğan, sermayenin bu tür saldırılarına karşı ses çıkarılmamasını, bunların itaat ve tevekkülle karşılanmasını istediğini dile getiriyor. Bürokratlar ve genel kurul delegeleri ise Erdoğan’ın her dediğini alkışlamakla yetiniyorlar.
Erdoğan, salondaki delegelerin alkış ve tezahüratları arasında sürdürdüğü demagojik konuşmasında, Bonapartvari bir sözde sınıflar üstü duruşla “bereket ekonomisi”nden, “kanaat ekonomisi”nden dem vurdu. G-20’de yaptığı konuşmada da patronlara benzer bir üslupla seslenmişti: “İşverenlere tavsiye ediyorum, biraz az kazanın ve kazandığınızı dar gelirli olanlarla paylaşın, bunu başarmamız lazım. Neden? Fakiri tahrik etmeyelim ve paylaşımcı anlayışı hayatımıza egemen kılalım. Burada bir şeyi özellikle vurgulamak isterim, ölüp gidiyoruz, paraları götürüyor muyuz? Paralar bu dünyada kalıyor. Varisler paylaşacak. Gökkubede hoş bir seda bırak. Önemli olan bu. Öyle bir patronumuz vardı ki işçisinin hakkını ciddi manada gözetir, onun maaşını da iyi bir şekilde verirdi desinler.” Anlaşılabileceği gibi, sözlerinin, vurgularının derinlerinde yatan temel korku, sistemin ücretli köleleri olan işçilerin tahrik olması ve isyana kalkışmasıdır. Erdoğan kuzu postuna bürünerek gerçekleştiriyor uyarılarını.
Erdoğan patronların ve burjuva siyasetçilerin yıllardır ikiyüzlüce dillerinden düşürmedikleri “aynı gemideyiz” lakırdısını Türk-İş Genel Kurulunda da tekrarlamıştır: “Milletçe güçleneceğiz. Türkiye geliştikçe, büyüdükçe, kazandıkça bundan her kesim gibi işçilerimiz de hak ettikleri payı alacaklardır. Pastayı büyütmezsek kendimize düşen dilimi de büyütemeyiz. Hele pastayı tahrip etmek için uğraşırsak elimizdekinden de oluruz. Bunun için hepimizin aynı gemide olduğu bilinciyle hareket etmeliyiz.” Bu sözler Türkiye’nin en çok üyeye sahip işçi konfederasyonunun genel kurulunda sarf edilince insan sormadan edemiyor: Türkiye dolar milyarderlerinin sayısını arttırırken, Avrupa’nın Çin’i olmaya özenirken, en büyük 20 ekonomi arasına girerken, işçiler hâlâ fedakârlık yaparak pastayı büyütecek, üstelik pastayı “tahrip” etmeyecek ve sermaye sınıfının insafa gelmesini bekleyecek öyle mi?
Pastayı büyütün ve aynı gemide olunduğu bilinciyle hareket edin direktiflerini veren Erdoğan, korporatist zihniyetini, konuşmasının sonunda “yerli ve milli sendikacılık duruşu” istediğini belirterek açığa vurdu. Erdoğan’ın Hak-İş ve Türk-İş genel kurullarına yaptığı müdahale, yeni dönemde işçi konfederasyonlarının yol haritasını da belirlemiş oluyor: korporatist tipte sendikacılık! Askeri bürokratik vesayete angaje olmakta kuruluşundan bugüne kadar hiçbir sorun yaşamayan Türk-İş bürokrasisi, bugün de AKP hükümeti eliyle sivil vesayete, faşizan uygulamalara angaje olmakta sorun çıkarmayacağını genel kurulda bolca göstermiştir. Genel kurula üçüncü gün katılan Davutoğlu ise Erdoğan’ın söylemlerinde yarım kalan tarafları tamamladı. AKP’nin iktidarda olduğu döneme dair tozpembe tablolar çizen Davutoğlu, esnaf çocuğu, emekçi çocuğu olduklarını ve bu kesimden çıkmış bakanlar olarak emekçilerin alın terinin hakkını korumanın kendileri için onur meselesi olduğunu söyledi.
Türk-İş Genel Başkanı Ergun Atalay ise yaptığı konuşmada işçi sınıfının mücadelesinin, bilincinin ve örgütlülüğünün ilerletilmesinden yana tek söz etmemiştir. Atalay mecliste daha fazla işçi milletvekili görmek istediklerini söyleyerek, sendikal bürokrasiye ikbal kapısının aralanmasını da istemiştir. Atalay’ın konuşmalarını incelediğimizde ilginç vurgularla karşılaşmaktayız. Mustafa Kumlu’dan sonra atamayla genel başkan olan Atalay, 27 aydır makam koltuğuna oturmadığını söyleyerek, güya koltuğa değil demokrasiye değer verdiğini vurguladı. Oysa bu koca bir yalandır. Herkes biliyor ki, fabrikalarda kendi temsilcilerini seçmek isteyen işçiler patronlardan önce o pek “demokrat” Türk-İş bürokratları tarafından engellenmektedir. Türk Metal’den istifa eden metal işçilerinin isyanı çürümüş sendikal bürokrasinin saldırılarına maruz kalmıştır. Türk-İş yönetimi metal işçilerini dinlemek, sorunlarını çözmek üzere hiçbir adım atmamıştır. Aynı zamanda hem Türk Metal Genel Başkanı hem de Türk-İş Genel Sekreteri Pevrul Kavlak hakkında hiçbir işlem yapılmamıştır. Elbette Türk-İş’ten böyle bir adım beklemek beyhudedir. Türk-İş yönetiminin, AKP hükümetinin Hava-İş, Petrol-İş, Tek Gıda-İş gibi sendikalara yönelik anti-demokratik, tepeden müdahalelerine yönelik tutumu da bellidir.
Diğer yandan 27 aydır koltuğa oturmamakla övünen Atalay, Davutoğlu ile altı kez görüştüklerini ballandıra ballandıra vurguladı. Grev ve direniş yerlerini ziyaret etmeyen, hükümetin işçi düşmanı politikalarını tek bir konuşmasında dahi eleştirmeyen Türk-İş bürokrasisinin işçi sınıfına vereceği hesap her geçen gün ağırlaşmaktadır. Atalay şahsında, Türk-İş bürokrasisinin sendikal mücadelenin önünde nasıl bir engele dönüştüğü genel kurulda bir kez daha görülmüştür. Türk-İş Genel Başkanı Atalay ne başarıyla sonuçlandırdıkları bir grevden söz edebilmiş, ne de sermayenin saldırılarına karşı başarılı bir eylemden ya da hükümete karşı kazandıkları bir haktan örnek verebilmiştir. Buna karşılık, Soma madencilerinin mezarlarını her bayramda ziyaret edip dua okuduğunu, salonlarda toplantılara katıldığını, L20’ye başkanlık yaptığını veya Putin ile 5 dakika konuştuğunu övünerek anlatmıştır. Tüm bunlar da göstermektedir ki, Türk-İş kuruluşundan bu yana gelen asli misyonunu halen başarıyla oynamaya devam etmektedir: işçi sınıfını dizginlemek, devletin ve sermaye sınıfının çıkarlarını daima önde tutmak!
Kongre esnasında Türk-İş’e bağlı sendikalarda örgütlenme ve grev mücadelesi veren işçilere gösterilen ilgisizlik, hatta düşmanlık, sendikal bürokrasinin hangi sınıfın hizmetinde olduğunu bir kez daha ortaya koydu. Kongrede konuşmak isteyen Mersin Şişecam işçileri kongreye alınmadılar ve çevik kuvvet ekipleri tarafından engellendiler. Direnişteki IFF işçileri kongreden haberdar dahi olmadıklarını belirttiler. Bugüne kadar işçilerin direniş çadırlarına Türk-İş yönetiminden bir tek kişi dahi katılıp destek sunmadı.
Burjuvazi, büyüyen işçi sınıfının, keskinleşen çelişkiler karşısında eninde sonunda ayağa kalkacağını ve düzen için büyük bir tehdit oluşturacağını öngörerek hareket etmiştir. Burjuva devlet, polisi, mahkemeleri, partileri ve envai çeşit düzen kurumuyla çevrelediği işçi hareketini bir de içeriden sendikalar aracılığıyla kontrol etmeyi amaçlamıştır. Nitekim Amerika’dan gelen uzmanların yönlendiriciliğinde 1952 yılında kurulan Türk-İş yıllarca en fazla üyeye sahip konfederasyon oldu. Neredeyse bütün kamu kurumlarında Türk-İş üyesi sendikalar örgütlüydü. Devletin ve sermayenin genel müdürleri gibi çalışan Türk-İş bürokratları, işyerlerinde temsilci seçimine bile izin vermeyip “temsilci”leri tepeden atayarak, sendikalarda tepeden tırnağa bürokratik bir işleyişi hâkim kıldılar.
Türk-İş, kurulduğu günden bugüne, “siyaset ve partiler üstü sendikacılık anlayışı” adı altında, işçi sınıfına burjuva siyasetin empoze edilmesinin aracı olmuştur. 12 Eylül faşizmi döneminde DİSK ve diğer sendikalar kapatılırken Türk-İş’in faaliyetleri sürmüş, korporatist anlayış ve işleyiş bütün bünyeye egemen kılınmaya çalışılmıştır. Özal döneminde uygulanan özelleştirmeler sonucunda Türk-İş kamudaki üye sayısının önemli bir bölümünü yitirmiştir. AKP hükümetleri döneminde de Hak-İş’in önünün açılmasıyla, kan kaybı devam etmiş ve üye sayısı bugün 846 binlere gerilemiştir. Bu gerilemede kuşkusuz, Türk-İş’in, sermayenin ve hükümetin saldırıları karşısında işçileri aktif bir mücadeleye çekmek yerine pasifize etmeye çalışmasının ve boyun eğmeye zorlamasının da büyük bir rolü vardır. Sınıf işbirlikçiliğinin ve uzlaşmacılığın doruğa çıkarılmasına, Türk-İş içindeki bazı sendikaların oluşturdukları Sendikal Güç Birliği benzeri muhalefet platformlarıyla tepki gösterilmeye çalışılmışsa da, ciddi bir yol alınamamıştır. Nihayetinde AKP hükümetinin hamleleri Türk-İş bürokrasisi üzerinde etkili olmuş, konfederasyonun milliyetçi, muhafazakâr kimliği pekiştirilmiştir.
Sendikal bürokrasinin işçi sınıfının mücadelesinin bastırılmasında oynadığı rol bellidir. Ancak şunu da biliyoruz ki, “Mücadelenin yükseldiği her dönem sendikalardaki bürokratik mekanizmalar kırılıp atılabilmekte, köhnemiş ve kirlenmiş yapılar yıkılarak sendikalar işçi sınıfı kavgasının ışıldayan örgütlerine dönüşebilmektedirler. Sendikaları köhnemiş bürokratik aygıtlar olmaktan kurtarmanın, burjuva devletin ve AKP gibi sermaye iktidarlarının sendikaları korporatizmi çağrıştıran türde bir egemenlik altına alarak sınıf hareketini felçleştirmesinin önüne geçmenin yolu, kararlı bir şekilde işçi sınıfı içinde ve sendikaların tabanında örgütlü mücadeleyi büyütmekten geçiyor.” (Utku Kızılok, AKP’nin Korporatist Hamleleri ve Sendikal Hareket, Kasım 2015)
link: Adil Aksu, Türk-İş Olağan Kurulunda Olağanüstü Gidişata Doğru, 16 Aralık 2015, https://marksist.net/node/4712
Çile Çekmeye Alışmak İstemiyoruz!
İktidarın Yalanlarına Karşı Emekçi Kadınlar Mücadeleye!