Almanya’da Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) adlı bir faşist örgütün işlediği suçlarla ilgili dava 6 Mayısta görülmeye başlandı. NSU 2000-2007 yılları arasında 8’i Türkiye, 1’i Yunanistan kökenli 9 göçmeni ve 1 polis memurunu öldürmüştü. Üç kişiden oluşan faşist hücrenin iki erkek üyesi, başarısız bir banka soygunu girişiminin ardından, 4 Kasım 2011’de, ateşe verilmiş bir karavanın içinde intihar etmiş halde bulundu. Hücrenin kadın üyesi Beate Zschaepe delilleri yok etmek için kaldıkları evi ateşe verdikten sonra teslim oldu. Polisin evde yaptığı aramalarda, ırkçı cinayetlerde kullanılan silah ve Alman İstihbarat Servisi olan Anayasayı Koruma Teşkilatı (AKT) ile bu faşist hücre arasındaki ilişkiyi deşifre eden dokümanlar ortaya çıktı. Deliller arasında, faşist katillere AKT tarafından verildiğinden şüphelenilen sahte pasaportlar ve kimlikler de vardı. Ayrıca öldürülecek kişilerin listesi, neo-Nazi propaganda dokümanları bulundu. Başlangıçta ifade vermeyen neo-Nazi kadın, ceza indiriminden yararlanmak üzere konuşmaya başlayınca, faşist hücrenin 9 göçmeni ve 1 polisi öldürdüğü, banka soygunları ve çeşitli ırkçı saldırılar gerçekleştirdiği ortaya çıktı. Sahte kimlik ve pasaportların kaynağı üzerine gidilince arkasından AKT çıktı. AKT bu neo-Nazi hücreyle uzun süredir irtibat halindeydi. Çeşitli suçlardan aranan bu faşistler rahatça ortalıkta dolaşabiliyordu. AKT’nin bu faşist örgüt içinde ajanlarının olduğu, hatta hücrenin işlediği cinayetlerden 6 tanesinde cinayet esnasında olay mahallinde Thomas Dienel adlı bir AKT ajanının bulunduğu, ajanın kimliği deşifre olunca cinayetlerin bir anda durduğu açığa çıktı. Thomas Dienel, bir televizyon programında, devlet için yaptığı işler için kendisine ödenen paraları neo-Nazi gruplara aktardığını açıkladı.
AKT ile neo-Nazi örgütler arasındaki bağlantılar deşifre olmaya başlamıştı. NSU adlı hücre Thüringen Anayurdu Koruma Örgütü adlı bir çatı örgütüne bağlıydı. AKT faşist yapılanmayı güçlendirmek üzere bu örgüte para aktarıyordu. Almanya’daki ve dünyadaki neo-Nazi yapılanmaların merkezi konumundaki Thüringen eyaletinde neo-Nazi çeteler festivaller düzenliyor; dünyadaki faşist hareketlerin önde gelenleri bu festivallerde boy gösteriyor. AKT ve gizli servislerle neo-Nazi örgütleri arasındaki bağlantılar ortalığa saçılmadan birkaç yıl önce, içişleri bakanı, “Almanya’da sağcı terör yapısı olmadığını, ırkçı saldırıların münferit vakalar olduğunu” söyleyebiliyordu. Bir zamanlar Türkiye’de de başbakan Demirel, faşistlerin her gün öncü işçileri ve devrimcileri öldürdüğü, katliamlar gerçekleştirdiği bir dönemde “bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz” demişti. Her ülkede faşist canilerin sırtlarını burjuva devletlerin ve hükümetlerin sıvazladığı ortadadır.
Faşist örgütlerin içinde çalışan istihbarat ajanları AKT ile koordineli olarak göçmenlere karşı ırkçı saldırılar organize ediyor, neo-Nazi grupları merkezileştirmeye çalışıyor, Alman Milliyetçi Demokrasi Partisi (NPD) içinde faaliyet yürütüyor, müzik grupları ve yayınevleri kuruyor, faşist internet sitelerinde ve yayınlarda yazılar kaleme alıyor. Bugüne kadar çeşitli soruşturmalarda ve davalarda ajanların faaliyetleri ortaya çıkmış, ancak AKT’nin koruması sayesinde işlenen suçlar hasıraltı edilmiş ve gizlenmiştir. 1998 yılında NSU hücresi evde bomba imal ederken polis baskınıyla yakalanmış ancak soruşturmanın üstü örtülmüştü. 9 göçmenin öldürüldüğü süreçte de bu faşist katiller defalarca yakalanmış ve tutuklanmadan serbest bırakılmıştı.
2002 yılında Alman Milliyetçi Demokrasi Partisi (NPD) aleyhine kapatma davası açılmıştı. Dava sırasında NPD’nin yaklaşık 200 yönetici kadrosundan 30 kadarının, hatta parti genel başkanının AKT ajanı olduğu, AKT’nin faşist örgütün yöneticileri arasındaki ajan sayısını iki katına çıkarmayı hedeflediği ortaya çıktı. Kapatma davası sırasında mahkeme AKT’den NPD içinde çalışan ajanların listesini istemiş, AKT ulusal güvenlik bahanesiyle ajanlarının adlarını vermemiş, hükümet davanın basına ve kamuoyuna kapalı yürütülmesini sağladıktan sonra NPD yöneticileri arasında ne kadar AKT ajanı bulunduğu mahkemeye sunulmuştu. Kapatma davası düşürülmüş, hükümet ve yargı, ajanların gizliliğini korumuş, hatta kirli işlerine devam etmelerini de onaylamıştı. Bu faşist örgütle devlet arasındaki ilişkilerin açığa çıkmasını engelleyen ve ajanların kimliklerini gizleyen bizzat Sosyal Demokrat Parti (SPD) hükümetiydi.
NSU’nun seri cinayetleri ve AKT ile ilişkilerinin açığa çıkması Alman burjuva siyasetçilerini kamuoyu önünde oldukça zor durumda bıraktı. Alman devletinin ırkçı cinayetlerle ve faşist canilerle ilişkisi “suçüstü” olunca, başta Alman başbakanı olmak üzere tüm Alman burjuva siyasetçileri bütün ikiyüzlülükleriyle ortaya çıkıp özürler dilemeye, ırkçılığı lanetleyerek kendilerini ve rejimlerini aklamaya çalıştılar. Bir yandan özürler dileyerek olayın tümüyle aydınlatılacağına dair sözler verirken öte yandan delilleri karartmaya giriştiler. Alman işçi ve emekçilerin faşizme karşı protestolarda “Hepimiz Türküz” sloganıyla faşistleri lanetlemesi, enternasyonal dayanışma duygularının anlamlı bir ifadesiydi. Burjuva siyasetçiler de “Hepimiz Türküz” sloganını kullanarak kendi pisliklerini örtmeye çalıştılar. Alman işçilerinin dilinde ulusların eşitliğini ve haksızlığa uğrayan bir topluluğa sahip çıkmayı ifade eden bu slogan, burjuva siyasetçilerin ağzında ikiyüzlülüğün ve sahtekârlığın ifadesine dönüştü. Bir sloganın anlamı, kim tarafından ne amaçla söylendiğine göre değişebiliyor.
Burjuva basın, neo-Nazi katilleri kendi başlarına hareket eden birkaç meczup gibi göstermeye çalışırken, kimi yazarlar, istihbarat teşkilatının kör, yeteneksiz ve beceriksiz olduğunu ispatlamak için kitaplar bile yazdılar.
Alman derin devleti ile faşist terör arasındaki ilişki Türkiye’de burjuva basına ilk yansıdığı dönemde Almanya’nın “Susurluk kazası” benzetmesi yapılmış ve derin devletin Almanya’da “bile” olabildiği magazinel bir biçimde dile getirilmişti. Ancak dava başladıktan sonra Türkiye medyasında yer alan haberlerde de Alman derin devletinin kirli işlerinden pek bahsedilmemeye başlandı. Oysa faşist katiller ve saldırganlar Alman devleti tarafından yıllardır korunup kollanıyordu ve mesele asla birkaç ırkçı caninin sapık cinayetleri meselesi değildi. Neo-Nazi şiddeti, 1990’dan günümüze kadar 182 kişiyi katletti. 2001-2011 yılları arasında camilere 200’den fazla saldırı gerçekleştirildi. Alman medyası 2000-2007 yılları arasında gerçekleşen her cinayetin ardından ölenlerin dönercilik ya da esnaflık yapan göçmenlerden olmasına dayanarak cinayetleri “döner cinayetleri” olarak adlandırdı. Faşist çetelere ve Alman burjuva devletine hâşâ toz kondurmadı ve “Alman olmayan” göçmenlerin mafyatik ilişkilerinden dem vurarak hedef saptırdı. Ünlü Alman dergisi Der Spiegel 8 Türkiyeli göçmeni ve Türk sanılarak öldürüldüğü anlaşılan Yunan göçmeni “döner” (dönerci bile değil) diye adlandırdı. Türk mafyası, uyuşturucu ticareti, göçmenlerin mafyatik ilişkileri üzerine masallar anlatıldı. Öldürülenlerin acılı aileleri mafyatik ilişkiler içindeymiş gibi bir hava yaratılarak, öldürülenler ve aileleri katil olarak gösterildi. Cinayetleri araştırmak üzere kurulan komisyona İstanbul Boğazı’na gönderme yapılarak “Bosphorus Komisyonu” adı uygun görüldü. Bavyera ve Baden Württermberg eyaletlerinin içişleri bakanlıklarının 2007 yılında başlattığı soruşturmanın 100 sayfalık dosyasında neo-Nazilere ilişkin hiçbir şüpheye yer verilmezken göçmenler açıkça şüpheli olarak gösterildi. Soruşturmada bilirkişi olarak yer alan Udo Haßmann Alman ırkını ve devletini şu sözlerle aklıyor ve yine göçmenleri ve Almanya’ya “dışarıdan gelenleri” hedef gösteriyordu: “Bizim kültür çevremizde öldürmek büyük bir tabu sayılır. Katilin davranış sistemi göz önünde bulundurulduğunda yerel değer ve normların oldukça uzağında kaldığını söylemek mümkün. Bu yüzden katil muhtemelen yurtdışında büyümüş ya da hâlâ orada yaşıyor olabilir.” Almanya’nın yerel değer ve normlarını kutsal ve dokunulmaz kılarken düşmanı dışsallaştıran bu söylem açıkça hedef saptırmaya yönelikti. Bu bilirkişi bayın herhalde milyonları katleden Nazi faşizminden haberi yoktu!
Bugün cinayetlerin faşist katillerce işlendiği ve Alman istihbaratından destek bulduğu artık ortadadır. Almanya’nın “yerel değer ve normları” içinde de kapitalist devlet, faşist katilleri yetiştiriyor, örgütlüyor, ırkçı saldırılar hatta seri cinayetler tertipliyormuş demek ki!
Gerçekliğin tamamı bununla sınırlı değildir elbette. Emperyalizm çağında kapitalist devletlerin yapısını, derin örgütlenmelerini, ırkçı pisliklerini, faşist çetelerle ilişkisini, ekonomik krizini ve emperyalist metropollerde formüle edilen “medeniyetler çatışması” tezlerinin neye hizmet ettiğini ortaya koymadan faşist çetelerin cinayetlerini çözmek; işçi sınıfının nasıl bir düşmanla karşı karşıya olduğunu anlamak mümkün değildir.
Derin devlet ve Almanya
“Kapitalizm öncesi sistemlerde yasanın ve şiddet tekelinin, yani devletin, egemen sınıfa ait olduğu gözden saklanamayacak kadar belirgindi, çünkü ezilen sınıfların devlet işlerine karışabildiklerine ve eşit haklara sahip olduklarına dair kuruntu beslemelerine yol açabilecek bir şey yoktu. Oysa burjuva toplumunda hukuki ve siyasi olarak hiç kimsenin doğuştan gelme bir ayrıcalığı yoktur, «herkes eşittir», «egemenlik kayıtsız şartsız halkındır», «seçme ve seçilme hakkı» olan halk güya devlet işlerini belirlemektedir. Bu durumda güya herkese karşı eşit mesafede duran, herkesin devleti olan devlet de sınıfdışı bir varlık haline gelir. Devletin tarafsız olduğu yanılsamasının sürdürülmesi için, ezilen sınıflar üzerindeki devlet baskısı ve şiddetinin meşrulaştırılması gerekir. Ancak baskı arttığı ölçüde onu meşrulaştırmak zorlaşır ve bu durumda da baskının kaynağının devlet olduğunun gizlenmesi gereği doğar. «Derin devlet»in sırrı da budur.” (Levent Toprak, Derin Devlet, MT, Mart 2007)
Derin devletin yani kapitalist devletin gizli, yasadışı örgütlenmelerinin, diğer yaygın bilinen adıyla kontrgerilla örgütlerinin kapitalist devlete içkin olduğu Marksist Tutum sayfalarında defalarca anlatıldı. En gelişkin burjuva demokratik rejimde bile devlet nihayetinde burjuvazinin sınıf diktatörlüğüdür. Burjuva devlet burjuvazinin sınıf çıkarlarını korumak ve karşı-devrimci özüne uygun biçimde işçi sınıfını ve ezilenleri kontrol edecek, gerektiğinde baskı altına alacak ve ezecek mekanizmalara sahip olmak zorundadır. Faşizm döneminde devlet, terör ve şiddet araçlarını çok daha açık sergileyerek kitleleri yıldırmaya ve sindirmeye çalışır. Böylesi bir terör rejiminde burjuva devletin özü açıkça ortadadır. Olağan bir burjuva rejimde devletin özü derinlere gizlenmelidir. Demokrasi görüntüsü ne kadar ön plandaysa, karşı-devrimci örgütlenmelerin ve baskı aygıtlarının üzeri o derece özenle örtülmelidir.
“Dolayısıyla devlet baskısı eninde sonunda yasadışı-gizli-gayrimeşru biçimler de almak zorunda kalır. Görünürdeki anayasanın yanı sıra gizli anayasalar, kırmızı kitaplar; görünürdeki devlet örgütlenmesinin yanı sıra gizli örgütlenme ve faaliyetler olmak zorundadır.” (Levent Toprak, agm)
Emperyalizm çağında burjuva devletin yasal/açık ve yasadışı/gizli ayakları tamamlayıcı bir bütün oluştururlar. Özellikle 2. Dünya Savaşından sonra kapitalist dünya derin devlet örgütlenmelerini yetkinleştirdi ve norm haline getirdi. ABD, Nazi döneminin faşist kadrolarının deneyimlerinden faydalanarak, kapitalist dünyayı ahtapot gibi saran dev bir iç savaş örgütü yarattı. NATO şemsiyesi ve koordinatörlüğü ve CIA’nın yöneticiliğindeki derin yapılanmanın kolları istihbarat teşkilatlarından ordu subaylarına, polis şeflerinden siyasi parti yöneticilerine, faşist çetelerden yargı bürokrasisine ve medyaya kadar sistemin her kademesine uzandı. Bu derin örgütlenmeler burjuvazinin ihtiyaçları doğrultusunda provokasyonlar, darbeler, suikastlar, katliamlar gerçekleştirdi.
Gelişmişliği ve demokrasisi örnek gösterilen Avrupa Birliği’nin lideri durumundaki Almanya’nın tarihi, Nazilerin 2. Dünya Savaşı sonrasında da devlet aygıtı içinde kilit noktalara nasıl yerleştirildiğini göstermektedir. Yahudileri toplama kamplarına gönderme işinden mesul Hans Globke, başbakanın yanında devlet sekreterliğine getirildi. Anayasayı Koruma Teşkilatı (AKT) bu faşiste bağlı olarak kuruldu. Medyayı yönlendiren Federal Basın Bürosu da Globke’ye bağlıydı. Alman Gizli Servisi’ni (BND) kuran da Hitler döneminde SSCB’ye karşı savaşta Nazi istihbarat şefliği yapan General Gehlen idi. 1945’te ABD’ye teslim olan Gehlen komünizme karşı mücadelede kullanılmak üzere affedilerek 1946’da Almanya’ya geri döndü. Gehlen, Alman İstihbarat Örgütünü Hitler’in özel muhafız birliğinde ve istihbarat örgütünde yer almış faşist kadrolarla yeniden kurdu. Türkiye’de MİT müsteşarlığı yapan Fuat Doğu ve onun yetiştirdiği Mehmet Eymür, Hiram Abbas gibi pek çok istihbaratçı ve faşist hareketin yönetici kadroları Gehlen ekolüne bağlı olarak eğitilmiştir. Gehlen, NATO üyesi ülkelerdeki Gladio örgütlerini, bu arada Türkiye’deki Özel Harp Dairesi gibi kontrgerilla teşkilatlarını örgütledi; komünizmle mücadele için ajanlar yetiştirdi. Almanya, “Soğuk Savaş” dönemi boyunca Avrupa’da komünizme karşı mücadelenin merkez üssü oldu.
“Gehlen’in kurduğu istihbarat örgütü ve kontr-gerilla yapılanmasının ne tür faaliyetler yürüttüğü, ilk kez 1960 yılında 17 bin üyesi bulunan faşist BVJ’ye (Federal Yurtsever Gençlik) yapılan bir operasyonda ortaya çıkmıştır. Alman istihbaratı bu tür faşist gençlik örgütlenmeleri aracılığıyla sosyalistlere karşı provokasyonlar örgütlüyordu. BVJ’nin arkasında işi yürüten ve doğrudan istihbarata bağlı Technischer Dienst (Teknik Hizmetler Birimi) adlı paramiliter bir yapılanma vardı. Soruşturmalar birçok olayı aydınlattığı halde dönemin iktidar partisi (Hıristiyan Demokrat Parti, CDU), Amerikalı yetkililerle yaptığı görüşmeler sonucu soruşturmaları durdurdu. Ancak 1972’de ülkenin birçok yerinde toprağa gömülü halde silahlar ve çeşitli mühimmat bulunmaya başladı. Hükümet bunun olası bir SSCB saldırısına karşı kullanılmak üzere yapılmış hazırlıkların parçası olduğunu, ama zaten gerek kalmadığı için yok edildiklerini söylese de, 1981’de ülkenin çeşitli yerlerinde muazzam büyüklükte yeraltına gizlenmiş silah depoları bulundu. Bu dönemde de soruşturma engellendi.” (Kerem Dağlı, Batı Demokrasilerinde “Derin Devlet” Olmaz mı?, MT, Ocak 2012)
2. Dünya Savaşı sonrasında Alman burjuva devleti yeniden yapılandırılırken dışişlerini kuran kişi de eski bir Nazi, Herbert Blankenhorn idi. Alman diplomatların yarıdan fazlası eski Nazilerden oluşturuldu. Ordudaki subayların %40’ı eski Nazi subaylarıydı. Nazi kadroları çeşitli bakanlıklarda, orduda ve yargıda üst düzey bürokrasi kademelerini işgal etti. Savaş sonrasında devlet yeniden yapılandırılırken, zamanında Hitler’i destekleyerek iktidara taşıyan sanayiciler ve bankerler de yerli yerinde duruyordu. 1945-47 arasında kitlelerin faşizme karşı öfkesini dindirmek için güya hayata geçirilen denazifikasyon programını, ilerleyen yıllarda Nazilerin yeniden devlet aygıtı içine yerleştirildiği dönem takip etti. Faşizmin insanlık suçu olduğu tescil edilmişti, lakin kapitalizm açısından asıl öncelik burjuva devleti işçi sınıfı tehlikesine karşı yapılandırmaktı. Faşist partiler yasaklandı ancak Nazi kadroları siyasi partiler ve devlet aygıtı içinde varlıklarını sürdürdü. Alman kapitalizmi geçmişin kanlı faşist diktatörlük mirasından kurtularak imajını tazelemek üzere soykırım müzeleri kurdu, Nazi sembollerini yasakladı. Öte yandan faşist canilerin bir kısmını kamuoyu önünde yargılarken, komünizme karşı mücadelede işine yarayacak faşistleri korudu ve devlet aygıtı içindeki kritik görevlere yerleştirdi.
Dünyanın tüm kapitalist devletleri işçi sınıfından ve ezilenlerden gelecek tehlikelere karşı derin devlet örgütlenmelerini ve faşist katillerini yedekte tutmakta, ihtiyaç halinde rejimin demokrasi ve hukuk devleti imajını bozmayacak biçimde illegal yapılanmalarını devreye sokmaktadır. İşçi sınıfı faşizmi lanetleyen ikiyüzlü burjuva politikacılara, burjuvazinin devletine, hukukuna ve demokrasisine asla güvenmemelidir.
Türkiye’de gerek 1980 öncesindeki faşist katliamlar ve 12 Eylül faşizmi, gerekse de 12 Eylül’den bu yana derin devlet örgütlerinin gerçekleştirdiği provokasyonlar ve katliamlar, burjuva devletin nasıl bir yapılanma olduğunu gözler önüne sermektedir. Sınıf bilinçli işçiler demokrasi mücadelesi verirken, ne Avrupa Birliği ne de demokratikleşme süreçlerinin burjuva devletin özünü, onun bir sınıf diktatörlüğü olduğu gerçeğini değiştirmeyeceğini asla akıldan çıkarmamalı, liberal düşlere ve yanılsamalara geçit vermemelidir.
Bugün Alman burjuvazisi neo-Nazi çeteleri niçin kullanıyor?
1950’li yıllarda Alman kapitalizmi hızlı bir ekonomik yükseliş yaşamış, işsizlik oranı çok düşük seviyelere inmişti. İşsizlik azalırken işçi ücretleri kaçınılmaz olarak yükselmeye başlamıştı. Sermaye, büyümesini sürdürmek ve işçi ücretlerinin yükselişini frenlemek için taze işgücüne ihtiyaç duyuyordu. 1955’ten itibaren İtalya, İspanya, Yunanistan ve Yugoslavya gibi ülkelerden göçmen işçi ithal edilmeye başlandı. 1961’de de Türkiye ile Almanya arasında göçmen işçi anlaşması imzalandı. Türkiye’den Almanya’ya giden işçiler Alman sermayesi tarafından en ağır ve pis işlerde düşük ücretlerle çalıştırılıp kıyasıya sömürülüyordu. Alman Başbakanı Helmut Schmidt ilerleyen yıllarda, Almanya’nın göçmen işçilere kapısını açarkenki niyetini şöyle açıklamıştı: “Aslında hedef görece ucuz yabancı işçi gücüyle buradaki ücret düzeyini düşük tutmaktı.”
Alman yazar Günter Wallraf bir Türk işçisi kılığına girerek, Türkiye’den giden işçilerin arasına karışmış, göçmen işçilerin trajik çalışma ve yaşam koşullarını “En Alttakiler” adlı kitabında anlatmıştı. Gurbetçi işçilerin Almanya’daki sömürüsünden Türkiye burjuvazisi de payını alıyordu. Aldıkları ücretin bir kısmını Türkiye’deki ailelerine gönderen gurbetçiler, Türkiye kapitalizminin en önemli döviz kaynağı haline gelmişti. Döviz göndersinler diye Almanya’ya pazarladığı vatandaşlarının neler yaşadığı Türkiye devletinin umurunda bile değildi. Büyük fabrikaların yanlarına kurulan yurtlarda, çalışma kampını aratmayacak koşullarda yaşamak zorunda kaldı gurbetçiler. En ağır eziyetlere katlanan bu ilk kuşak göçmen işçiler sosyal hayattan yalıtık ve Alman işçilerden uzak tutuldular. Dil sorunu ve uyum sorunu yaşayan, içine kapanık ve güvensiz duruma getirilmiş işçiler, düşük ücretlerle en ağır koşullarda çalıştırılmaya boyun eğdirildi.
Başlangıçta birkaç yıl çalıştırılıp geri gönderilmek üzere getirilen işçiler 1970’li yıllarda oturma izinlerini alarak Türkiye’deki ailelerini de Almanya’ya getirttiler. İlk kuşak göçmen işçilerin çocukları ve torunları Almanya’ya daha iyi adapte olabildiler. Ancak her ekonomik durgunluk ve kriz durumunda işsizlik yükseldiğinde, göçmenler, işsizliğin sorumlusu olarak gösterildi. Kapitalizmin günahları göçmenlere mâl edildi. Milliyetçilik zehriyle beyni felçleştirilen kitlelerin tepkisi kapitalizm yerine göçmenlere yönlendirilmeye çalışıldı. Faşist hareket yabancı düşmanlığı damarından beslenirken, Alman burjuvazisi, hem işçi sınıfını bölmüş, bilinçleri bulandırarak hedefi saptırabilmiş, hem de faşist köpeklerine hatırı sayılır bir taban yaratarak rejimin yedeğinde tutabilmiştir.
Berlin Duvarı’nın yıkılmasının ve Doğu ve Batı Almanya’nın birleşmesinin ardından artan işsizlikle beraber, göçmen işçilere karşı ırkçılık ve yabancı düşmanlığı tırmandırılmaya başlandı. Bugün dünya kapitalizmi küresel ekonomik kriz içinde tarihsel bir bunalım yaşıyor. Krizden en az etkilendiği söylenen Almanya’da bile Almanların %12’si, göçmenlerin ise %25’i yoksulluk sınırında yaşıyor.
Almanya’da ve tüm Avrupa’da burjuvazi, faşist hareketlerin önünü açarak son yıllarda yükselişe geçen işçi sınıfı hareketine karşı hazırlık yapıyor. Emperyalist yeniden paylaşım sürecine paralel olarak “Medeniyetler Çatışması” gibi tezler üreterek bir yandan ırkçılığa ve yabancı düşmanlığına gaz veriyor, öte yandan “medeniyetsiz bölgelerde” yani Ortadoğu’da giriştiği emperyalist operasyonlarına meşruiyet kazandırmaya çalışıyor. Almanya’da neo-Nazi köpeklerin camileri kundaklaması, Fransa’da türban yasağı ve İslam peygamberini aşağılayan karikatürler yayınlanması, Amerika’da İslamiyet’i aşağılayan film çekilip internete servis edilmesi, Almanya ve Hollanda’da kamuda göçmenlerin anadillerinde konuşmalarının yasaklanmasının gündeme getirilmesi gibi provokasyonlar, kültürler arası çatışma ve gerilimleri tırmandırarak, İslam coğrafyasına yönelik emperyalist operasyonların zeminini döşemeyi amaçlıyor.
NSU gibi faşist örgütlerin işlediği cinayetlerin ardından burjuva medya tarafından hedefin saptırılması ve göçmenlerin her türlü huzursuzluğun, kötülüğün, mafyatik ilişkilerin kaynağı olarak gösterilmesi aynı sürecin parçasıdır. Avrupa burjuvazisi göçmenleri sefalete iterek, faşist çetelerini onların üzerine saldırtarak, polisiyle taciz ederek, ırkçı yayınlarla aşağılayarak, işsiz bırakarak suça teşvik ediyor. Sonra da kendi işçi sınıfına dönüp göçmen kitleleri karalıyor; göçmenlerin her türlü suçun ve melanetin kaynağı olduğuna emekçileri de inandırmaya çalışıyor. Emekçileri bölmek ve birbirine karşı kışkırtıp kullanmak için son derece alçakça taktikler izliyor. Burjuvazinin cibilliyeti budur işte.
Bugün Almanya’da yaşayan Türkiye kökenli 3 milyon insan Almanya’daki göçmen nüfusun %25’ini oluşturuyor. Türkiye kökenliler arasında işsizlik oranının %40’a ulaştığı hesaplanıyor. Almanya’da yaşayan Türkiye kökenlilere yönelik bir anket, Türkiyeli göçmenlerin çoğunluğunun Alman devletine güvenmediğini, faşist saldırılardan devletin sorumlu olduğunun gayet farkında olduklarını, Alman politikacıların özürlerini de samimi bulmadıklarını ortaya koyuyor. Burjuvazi milliyetçilikle zehirlediği işçi sınıfına, işsiz kalan göçmenlerin sosyal yardımları ve işsizlik fonlarını sömürdüğünü, işçilerin asıl sorununun ucuza çalışan göçmenler olduğunu propaganda ederek, kapitalist sömürü düzenini aklamaya ve kemer sıkma programlarını meşrulaştırmaya çalışıyor.
Alman işçilerin ve diğer Avrupalı işçilerin çoğunluğunun sınıf içgüdüleri, burjuvazinin tüm kışkırtmalarına ve kara propagandalarına rağmen göçmen sınıf kardeşlerini onların gözünde düşman haline getiremiyor. Gerek göçmen gerek yerli tüm işçiler kendi sınıf çıkarları temelinde birlik olmak zorundadır. Burjuvaziye karşı enternasyonalizm bayrağı altında birleşen işçiler, işsizliğin, yoksulluğun, faşist katliamların, emperyalist savaşların, kısacası tüm kapitalist melanetin hesabını mutlaka soracaktır.
link: Zehra Aras, Neo-Nazi Davasının Ardındaki Gerçekler, Haziran 2013, https://marksist.net/node/3278
Bonapartlaşan Erdoğan ve AKP Burjuvazisi
“Gezi” Hareketinin Niteliği, Yanılsamalar ve Burjuva Kamplaşma