Gezi Parkı’na yönelik talan projesine karşı başlayıp büyük bir yaygınlık kazanan protesto dalgası, yaklaşık üç haftalık bir sürecin ardından sönümlenme aşamasına girmiş görünüyor. Bu süreçte dört genç katledildi, binlerce insan yaralandı, bunların bir bölümü ciddi şekilde sakatlandı, binlercesi gözaltına alındı. Taksim’i, Gezi Parkı’nı ve diğer kentlerdeki eylem alanlarını azgın bir polis terörüne başvurarak eylemcilerden arındıran AKP hükümeti, ardından KESK üyelerine, sosyalistlere, çeşitli derneklere, Çarşı grubuna vb. kapsamlı bir saldırı harekâtı başlatarak öç almaya girişti. Onlarca insan “terör örgütü üyeliği” ve “kamu malına zarar vermek” suçlamasıyla tutuklandı. Erdoğan’ın “mesajı aldık” derken ne kastettiği, hükümetin polisi güçlendirmeye, gaz stoklarını arttırmaya ve sosyal medyayı denetim altına almaya dönük yeni girişimlerinden de açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü AKP, bu kitle hareketinin gölgesinin, artık atacağı her adımda onu takip edeceğinin farkındadır.
Ortaya çıkan protesto hareketinin pek çok açıdan ayrıntılı değerlendirmeleri hak ettiği açıktır. Önümüzdeki dönemde bu olgu kuşkusuz çeşitli yönleriyle ele alınmaya devam edilecektir. Protesto eylemlerinin ilk günlerinde, Gezi Parkı’nın Topçu Kışlası adı altında yağmalanmasına karşı başlayan küçük ölçekli bir direnişin hükümete karşı kitlesel bir harekete dönüşmesindeki tetikleyici faktörün, AKP’nin dayatmalarına, otoriterliğine ve yaygınlaşan polis terörüne duyulan tepki olduğuna işaret etmiştik. Diğer pek çok yazımızda[i] ayrıntılı bir şekilde ele aldığımız bu hususlara, temel başlıkları itibariyle bir kez daha dikkat çekmiştik.
Bu yazımızda ise, gelişim süreci içinde genel karakteri gün be gün netleşen bu hareketin niteliğine, temel eksikliklerine, ona dair yaratılan yanılsamalara dikkat çekeceğiz. Kuşkusuz genelde AKP’nin ve özelde de Erdoğan’ın bu direniş karşısında izlediği politikanın nelere işaret ettiğinin yanı sıra, burjuva muhalefet güçlerinin hareketi kendi çıkarları doğrultusunda kullanma çabaları, burjuvazi arasındaki çatışmanın ve rekabetin pek çok açıdan harekete yansıması gibi temel hususları da ele alacağız.
Hareketin niteliği
Protesto eylemlerinin ilk aşamasında, ortaya çıkan hareketin demokratik dinamikler taşıdığını belirtmiş, çeşitli açılardan yararlı bir deneyim oluşturduğuna işaret etmiş, ancak o aşamada bile hareketin genel zaaflarına ve onu bekleyen tehlikelere dikkat çekmiştik:
“… bu tepki örgütlü bir zeminde başlayıp gelişmemesinin ve halen genel bir örgütsüzlük damgası taşımasının yanısıra proleter sınıf karakterinin belirgin olduğu bir nitelik de taşımamaktadır. Şu anki aşamada, işçi sınıfı örgütlü bir tarzda hareketin bir parçası haline gelmemekle birlikte, işçi ve emekçiler bireysel tepkilerini harekete taşımakta ama daha ziyade “beyaz yakalı” işçilerin, üniversite gençliğinin ve Kemalist önyargıları güçlü olan “orta sınıf”ın ağırlığı hissedilmektedir. Harekete damgasını vuran, AKP ve Erdoğan’a duyulan nefrettir. Ancak siyasal bileşim oldukça karışıktır; bu bileşim içinde faşist Türk Solu çevresi ve İP gibi çevrelerin yanısıra CHP’nin darbeci-şovenist kanadı da mevcuttur ve bu sonuncular hareketi Kürt karşıtı şoven bir çizgiye çekmeye çalışmaktadırlar. … örgütlü proleter sınıf hareketi devreye girmedikçe, genelde örgütsüz olan bu dinamik sönme ya da piyasadaki en büyük hükümet karşıtı güç olan CHP gibi ulusalcı odakların elini güçlendirme tehlikesiyle karşı karşıyadır.”[ii]
İlerleyen günlerden itibaren hareketin niteliğinin netleştiğini ve yukarıda dikkat çektiğimiz olumsuzlukların ve tehlikenin eylemler boyunca daha belirgin bir şekilde ortaya çıktığını belirtmeliyiz. Taleplerinin, sloganlarının, hedeflerinin ve bizzat eylem tarzının da gösterdiği üzere, bu hareketin proleter sınıf karakteri değil “orta sınıf” karakteri taşıdığının altını bir kez daha çizmek gerekiyor. Protestolara katılan geniş kitlelerin önemli bir bölümünün emekçi sınıflara mensup olmaları bu gerçeği değiştirmemektedir. Çünkü onlar bu eylemlerde sınıfsal kimlikleri, aidiyetleri, talepleri ve örgütlülükleriyle değil tek tek bireyler olarak bulunmaktadırlar. Dahası söz konusu olan “beyaz yakalı” işçiler olduğunda, genelde “orta sınıf” zihniyeti, yaşam tarzı ve buradan kaynaklı duyarlılıklar öne çıkmaktadır.
Nitekim hareketin esasen bu tür hassasiyetlerden türeyen bir AKP ve Erdoğan düşmanlığıyla sınırlı kaldığı görülmektedir. Örneğin işçi ve emekçi kesimlerin çalışma ve yaşam koşullarına dizginsiz bir saldırı olduğu, anti-demokratik uygulamalar ayyuka çıktığı, Türkiye emperyalist savaş cehennemine sürüklendiği, Kürt sorunu tüm canlılığıyla gündemi işgal ettiği, metal işkolunda on binlerce işçiyi ilgilendiren satış sözleşmeleri imzalandığı ve THY grevi büyük baskı koşullarında ölüm-kalım mücadelesi verdiği halde, sınırlı birkaç demokratik talep dışında, işçi sınıfının can yakıcı hiçbir talebi dile getirilmemektedir. Sıkça öne çıkarılan “bireysel özgürlük” özlemine rağmen, siyasal hak ve özgürlüklere dair taleplere rastlanmamaktadır. İstifa etmesi istenen AKP’nin ve Erdoğan’ın yerine neyin, kimin ya da nasıl bir iktidarın istendiğine dair bir açıklık da söz konusu değildir.
Tam da bu nedenlerle, bu hareketi, biçimsel bazı benzerliklerinden yola çıkarak Tunus ve Mısır başta olmak üzere çeşitli Arap ülkelerinde totaliter rejimlere karşı yükselen halk isyanlarıyla aynı kategoride değerlendirmek doğru değildir. Aynı şekilde, söz konusu hareket, İspanya’da işsizliğe ve kemer sıkma politikalarına karşı gelişen “Öfkeliler” hareketinden, Yunanistan’da devrimci duruma yol açan sınıf hareketinden, ABD’de işten atmalara ve krizin yükünün işçi sınıfının sırtına yüklenmesine karşı patlak veren “İşgal Et” hareketinden ya da son günlerde Brezilyalı yoksul emekçi kitlelerin zamlara ve devletin Dünya Kupası için ayırdığı bütçeye duydukları tepki sonucu yükselttikleri hareketten de kategorik olarak ayrışmaktadır. Elbette sözünü ettiğimiz bu hareketler de kendiliğinden, örgütsüz ve düzen sınırları dışına çıkamayan hareketlerdir. Ancak bu hareketlerin tümünde, işçi ve emekçiler, demokrasi, adalet, herkese iş, aş, sosyal güvence gibi talepleri çok güçlü bir şekilde dile getirmiştir ve bu en sıradan gözüken taleplerin bile kapitalizm altında kalıcı bir şekilde karşılanamayacağı ortadadır. Tam da bu yüzden, söz konusu hareketlerin önemli bir bölümü, devrimci bir önderliğin yol göstericiliği altında burjuvaziyi iktidardan alaşağı etme potansiyeline sahiplerdi. Oysa, Taksim’e çadır kurmakta birbirleriyle yarışan onca sosyalist grubun varlığına rağmen, “Gezi Parkı” protestolarından, bıraktık anti-kapitalist sloganları, bu tür talepler bile yükselmiş değildir. Çok önemli bir diğer husus da, yukarıda sıraladığımız hareketlerin önemli bir bölümüne proletaryanın tek tek bireyler olarak değil sınıf olarak, grevlerle, işgal eylemleriyle vb. katılmış olmasıydı. “Gezi” protestolarında ise işçi sınıfının hiçbir kesimi bu eylemlere sınıf kimliğiyle katılmadığı gibi, sanayi proletaryasının çoğunluğu da, yaratılan burjuva kutuplaşmanın etkisiyle harekete uzak durmuştur.
Gezi Parkı-Taksim başta olmak üzere merkezi meydanları “işgal” edenlerin büyük bir kesimi “orta sınıf ailelere” mensup liseli ve üniversiteli gençlerden ve “beyaz yakalı”lardan oluşmaktadır. Bunların önemli bir bölümü apolitikliği ve örgütsüzlüğü büyük bir meziyet olarak görmekte, aileleri ve burjuva liberaller tarafından da bu nedenle övülüp yere göğe sığdırılamamaktadırlar. Aynı şekilde, “beyaz yakalılar” nesnel olarak işçi olmalarına rağmen bilinç olarak "orta sınıf" dürtüleriyle hareket ettiklerinden, onlar da liberallerin ilgisine mazhar olmaktadırlar. Eyleme yönelik olarak “beyaz yakalı”ların dillendirdikleri ve sosyalist geçinenlerin bazıları tarafından da övgüyle aktardıkları “gündüz işte, akşam eylemdeyiz!” ifadesi, aslında eylemin sınıfsal niteliğini çok güzel yansıtmaktadır. Gündüz herkes ses çıkarmadan ücretli köleliğine devam etmiş ya da dükkânını işletmiş, akşam olduğunda ise “gezi”ye çıkılmıştır! Gelinen noktada, Alevilerin yoğun yaşadığı ve sosyalist grupların belli bir etkinliğe sahip olduğu mahalleler dışında ağırlıklı olarak tuzukuru semtlerdeki parklarda gerçekleştirilen “forum”lara ve “duran adam” eylemlerine dönüşen süreç de, hareketin niteliğine dair önemli bir gösterge oluşturmaktadır. İşçi sınıfının tepkisi öncelikle üretim alanlarında yükselmedikçe ve hareketin temel eksenini sınıfın damgasını bastığı talepler oluşturmadıkça, meydanlara yüz binler de aksa, bu hareketin çıkışsızlığa ve sönümlenmeye mahkûm kalacağı açıktı ve nitekim sonuçta olan da budur.
Düzeni hiçbir şekilde zorlamayan bu hareketin, “çapulcu” Cem Boyner’den Koç grubuna, TÜSİAD’dan burjuva liberallere, AKP’ye ayar vermek isteyen burjuva kesimleri fazlasıyla memnun ettiği aşikârdır. Her grevde devrim öcüsü gören burjuvazinin, böylesine geniş ölçekli bir kitle hareketini korku duymaksızın destekleyebilmesi bile hareketin niteliğini sorgulamak için yeterli bir veri oluşturmaktadır aslında. Bu durumda, niteliği ve kapsamı belirginleşmiş olan bu harekete olduğundan daha büyük anlamlar atfederek onda güçlü devrimci dinamikler keşfeden ve anti-faşist mücadele olarak niteleyenlere sormak gerekiyor: Siz hiç bu burjuva kesimlerin şevkle destekledikleri bir işçi hareketine tanık oldunuz mu? Ya da tekelci sermayenin önde gelen kesimlerinin alkışladığı bir anti-faşist hareket gördünüz mü?
Sonuç olarak, sendikal hareketin dibe vurması, sosyalist hareketin proleter sınıf devrimciliğinden alabildiğine kopukluğu ve burjuvazinin iç kapışmasının toplumda yarattığı yapay kutuplaşmanın bir türlü aşılamaması nedeniyle, ne işçi sınıfının geniş kesimleri bu hareketi sahiplenmiştir ne de hareketin sınıfla buluşup bunu arzu edilen içeriğe kavuşturma ve bir üst düzeye yükseltme gibi bir çabası olmuştur. Dolayısıyla, özü itibariyle, son derece dar bir çerçeveye hapsolarak sönümlenme kaderinden kaçınamayacak bir küçük-burjuva hareket olarak kalmış ve burjuva kutuplaşmanın eksenine girmiştir.
Burjuvazinin kitleleri iç kapışmasına alet etme çabası
Tüm bu zaaf ve eksikliklerden ötürü, çeşitli burjuva kesimlerin direnişi yönlendirme ve ondan kendi çıkarları doğrultusunda faydalanma çabaları da boşa çıkarılamamıştır. TÜSİAD’ın belkemiğini oluşturan ve Erdoğan karşısında bir süredir geri çekilme pozisyonunda olan sermaye grupları, AKP’ye ve özellikle de Erdoğan’a ayar vermek, yeni burjuva iktidar alternatiflerine zemin hazırlamak üzere, bu fırsatı değerlendirmeye girişmişlerdir. Bu burjuva kesim, ilk birkaç günün ardından hareketi açıktan desteklerken, bir taraftan da onun “raydan çıkmamasını” sağlamak için elinden geleni yapmıştır. Eski örgüt anlayışının Gezi’de kamp kuran “özgür” gençlere hitap etmediği, bunların “marjinal” gruplara yüz vermemesi gerektiği, örgütlenme işinin örgütler olmadan twitter üzerinden de gayet güzel yapılabildiği, bugünün gençliğinin ince mizah anlayışıyla ve teknolojik donanımla harikalar yaratabildiği yolundaki abartılar, söz konusu kesimin elindeki medya organlarına postu seren liberaller tarafından köpürtüle köpürtüle beyinlere şırınga edilmiştir.
Bu süreci hükümetle kozlarını paylaşmak üzere kullanmaya çalışan bir diğer burjuva kesimse Fethullahçı kanat olmuştur. Ancak yukarıda sözünü ettiğimiz sermaye kesimlerinden farklı olarak, bu kanadın medya organlarında bir yandan Erdoğan’ın tavırları “dostane” bir dille eleştirilirken, öte yandan eylemcilere dönük kara propagandaya aynen eşlik edilmiştir. Böylece Erdoğan’a, “biz hâlâ seni destekliyoruz ama bizi dikkate almazsan seni çiğ çiğ yiyeceklerini de gör” mesajı verilmek istenmiştir.
Erdoğan’ın sırası geldiğinde kendilerine de diklenmesinden ve sıkça kontrolden çıkabilmesinden rahatsızlık duyan emperyalist güçler de, ortaya çıkan halk tepkisini Erdoğan’ın balonunu söndürmek ve AKP’ye ayar vermek için fırsata çevirmeye girişmişlerdir. ABD ve Avrupa merkezli (CNN International’dan New York Times’a, Economist’ten Guardian’a, Bild’den Le Monde’a) çok sayıda etkili burjuva medya organı, kendi devletlerinin ya da patronlarının ekonomik-politik çıkarlarına aykırı düştüğünde görmezden geldikleri, çarpıttıkları ya da iki satırla geçiştirdikleri olayların aksine, bu protestolara uzun uzun yer vermiştir. Bu medya organları Erdoğan’ı “diktatör”, “beton kafalı” gibi sıfatlarla nitelendirmiş, kimileri onu Arap ülkelerindeki diktatörlerle eş tutan bir yayın politikası izlemişlerdir. Böylece “Müslüman dünya bizi model alıyor” diyerek şişinen Erdoğan’a, “fazla efelenme, haddini bil” mesajı verilmiştir.
AKP’ye gelecek olursak, Erdoğan tüm bu süreçte, dilini ve tutumunu yumuşatarak bu yorumlara mahal vermemek yerine, kendilerini tehdit altında hisseden egemenlerin klasik tavrıyla saldırı dozunu alabildiğine arttırmıştır. Eylemlerin dış mihrakların komplosu olduğunu, bunun yerli ayağını “faiz lobisi”nin oluşturduğunu vb. söyleyerek ve eylemcileri “çapulcu”, “ayyaş” gibi sıfatlarla aşağılayarak kendi tabanının sarsıntı geçirmesini engellemeye çalışmıştır. Son derece bilinçli bir politikayla, yapay kutuplaşmayı derinleştirmeye çalışarak, aslında kendi tabanını tahkim etmeye girişmiştir. Yükselecek tepkiyi bile bile Taksim’e ve Gezi Parkı’na saldırı emri veren Erdoğan, eylemcilere ve kendisini yıpratmaya çalışan burjuva kesimlere meydan okumakla kalmamış, Gezi Parkı saldırısının hemen ertesi gününde gerçekleştirilen İstanbul mitinginde de muzaffer komutan edasıyla gövde gösterisinde bulunmuştur.
Suriye politikasında sıkışan, Kürt sorununda attığı adım nedeniyle yoğun eleştirilere maruz kalan ve çok övünüp güvendiği ekonomik istikrar tablosunun son derece kırılgan olduğunu gören Erdoğan, başkanlık hayallerini gerçekliğe dönüştürme yolunda kritik bir önem taşıyan yeni anayasanın hazırlanma sürecinde ve önümüzdeki yıl yapılacak seçimlerin arefesinde patlak veren bu hareket karşısında, her türlü sert eleştiriye göğüs gererek gardını almaya çalışmaktadır. Bunun kendisi ve partisi için bir hayat memat meselesi olduğunun bilincindedir ve bu yüzden de bir kez daha mağduriyet edebiyatına sarılarak toplumdaki yapay kutuplaşmayı kendi kutbunu güçlendirmek üzere derinleştirme siyaseti izlemektedir.
AKP karşısında CHP ve diğer ulusalcı kesimlerin de benzer bir kutuplaştırma siyaseti izledikleri açıktır. Ergenekon, Balyoz vb. davaların, asker-sivil bürokrasinin özgün konumunu kaybederek AKP denetimine girmesinin ve böylece Kemalist mevzilerin teker teker kaybedilmesinin ardından umutsuzluğa kapılan ulusalcı kesimler, hükümet karşıtı bu hareket sayesinde yeni bir canlanma yaşamış ve hareketi kendi çizgilerine kanalize etmeye çalışmışlardır.
Sonuçta işçi sınıfı, mevcut bilinçsizlik ve örgütsüzlük koşullarında, bağımsız sınıf çizgisi ekseninde tavır alıp harekete geçememekte, burjuva kutuplaşmanın cenderesinden kurtulamamaktadır. AKP’ye oy veren işçiler Erdoğan’ın sözlerini sorgulamaksızın doğru kabul edip onu savunmaya itilirken, protesto eylemlerine destek veren veya bizzat katılan işçi ve emekçilerin büyük çoğunluğu ise CHP’nin gönüllü ya da gönülsüz destekçileri konumuna sürüklenmektedir.
Yaratılan yanılsamalar
Gerek kitlesel işçi hareketlerinin gerekse halk hareketlerinin başlangıç aşamasında kendiliğinden patlamalar şeklinde ortaya çıkması Marksistler açısından hiç de şaşırtıcı değildir. Bu tür hareketlerin, beklenmedik anlarda ve beklenmedik nedenlerle tetiklendiğine dair sayısız örnek mevcuttur. Hatta kimi hallerde devrimci durumlara yol açacak denli ileri gidebilecekleri de bilinmektedir. Ancak “Gezi” protestolarının ortaya çıkardığı hareket nesnel ve öznel eksiklikleri nedeniyle devrimci durum doğurmamak bir yana, halkın çoğunluğunun aktif ya da pasif desteğini kazanamamıştır. Esas olarak eylemlerin merkezi durumunda olan sınırlı sayıdaki alanda yoğunlaşan polis saldırısının ve buna direnişin getirdiği olağandışı durum haricinde, sistemin işleyişinde ve toplumsal yaşamın akışında herhangi bir aksama olmamış, hareket üretim alanlarına hiçbir şekilde uzanmamış, gündemine büyük ölçüde yansımasına rağmen işçi sınıfının geniş kesimleri harekete uzak durmuştur.
Durum buyken, sosyalist hareketin, 12 Eylül’den bu yana on yıllardır ilk kez tanık olunan bu ölçekte kitlesel bir protesto ve direniş hareketi karşısında kendinden geçip, gerçeklikten tümüyle koptuğu görülmektedir. Taksim’de giderek kalabalıklaşan örgütsüz kitlenin ağır basmasıyla güçsüzlükleri ve dolayısıyla yönlendirme-önderlik etme kapasitesinden yoksunlukları alenen ortaya çıkan sosyalist gruplar, ne yazık ki tümüyle kitle kuyrukçuluğu olarak özetlenebilecek bir pozisyona düşmüşlerdir. Harekete çapından büyük anlamlar atfedenler, bundan kaynaklı olarak çeşitli yanılsamalar da üretmişlerdir. İşçi sınıfının harekete uzak durduğunu ve bunun büyük bir eksiklik oluşturduğunu vurgulamak zorunda kalanların bile kendilerini heyecana kaptırıp “devrime ilerliyoruz” ruh hali içinde davranmaları, aslında proleter sınıf temelinden uzaklığın yarattığı bir gerçeklikten kopma haline işaret etmektedir. Küçük-burjuva bakış açısı ve onun koşullandırdığı ruh hali, AKP’ye ve polis terörüne duyulan haklı öfkeye odaklanan ve harekete yönelik övgülerin pek de ötesine geçmeyen bir tutumda ifadesini bulmuştur.
İşçi sınıfı devrimcileri, proletaryanın örgütlü ve devrimci bir güç olarak sürecin başını çekmediği durumlarda bu tür hareketlerin ezilmeye, sönümlenmeye ya da kalıcı başarılar elde edememeye mahkûm olduğu bilinciyle, asıl eksikliği gidermeye odaklanırlar. Kitlesel bir canlanmanın olduğu, gündemin bu konuya odaklandığı, diğer halk kesimleri gibi işçi sınıfının da algılarının açık hale geldiği bu politik ortam, elbette sosyalistlere önemli bir propaganda olanağı sağlamakta, işçileri doğru temelde bilinçlendirme, kazanma ve yönlendirme fırsatı sunmaktadır. Her sosyalist örgütün bu fırsatı kullanarak gücünü arttırmaya çalışmasından daha doğal bir şey olamayacağı da açıktır. Fakat ortada bu harekete yön verecek güçte hiçbir sosyalist yapının bulunmadığı herkesin hemfikir olduğu bir olguyken, üstelik de proleter nitelikte olmayan küçük-burjuva karakterli bu harekete abartılı anlamlar yüklemek, sınırlarını görmezden gelmek ve hele ki sonucu hayal kırıklığından öteye geçmeyecek devrim yanılsamaları yaratmak sınıf devrimcilerinin işi olamaz, olmamalıdır. Devrimci faaliyeti polisle çatışmaya ve reklâmcı tarzda kendini göstermeye indirgeyen, proletaryanın örgütsüz durumunu zerre kadar umursamayan ve Türkiye sosyalist hareketi içinde ne yazık ki çoğunluğu teşkil eden küçük-burjuva solun yaptığı ise tam da bu olmuştur.
Bu süreç, sosyalist hareketin ulusalcı, popülist kesimlerinin, uzun süredir içinde bulundukları ruh halini de tersinden bir dolayımla açığa vurmuştur. On yılı aşkın süredir iktidarda olan AKP karşısında Kemalist hezeyanlar içindeki CHP’li seçkincilerin tepkisiyle birebir örtüşen bu ruh hali, patolojik bir umutsuzluk ve karamsarlık tablosu çizmekteydi. “Gezi” eylemleri işte bu ruha ilaç gibi gelmiş, patlak veren hareket onlar için “halka” ve “devrime” yeniden inanç ve güven tazeleme vesilesi olmuş, bu nedenle de hiç sorgulamadan, eksikliklerini görmeden, sınırlarını düşünmeden içine dalınıp sonuna kadar oynanacak adrenalini bol bir oyun olarak görülmüştür. Bu kesime mensup sosyalist bir akademisyenin aşağıdaki satırları bunun açık ve samimi bir itirafı olduğu için alıntılanmayı hak ediyor:
“… Gezi Parkı’ndaki ağaçlar kesilmeye başlanana kadar, bireysel olarak inanılmaz bir yalnızlık duygusunun içine gömülmüş durumdaydık. Gezi Direnişi hepimizi bu yalnızlığın içinden çekip çıkardı. 28 Mayıs’tan başlayarak her gün büyüyen ve farklı renk ve biçimler kazanan Gezi Parkı Direnişi tüm Türkiye’ye yalnızlığı, umutsuzluğu sadece kendisinin yaşamadığını gösterdi; bu yanılgıyı geçersiz kıldı.
“Bu duyguya o denli ihtiyacımız vardı ki, son 12 gündür bu duyguyu sonuna dek yaşamakla yetindik. Belki henüz derinlikli siyasal çözümlemeler yapmanın ve geleceğe dair öngörülerde bulunmanın zamanı değil. Ama 3 yıl önce bize benzer duyguları hissettiren, yüreklerimize umut kıvılcımını, akıllarımıza ‘mücadelenin yeni bir safhası mı başlıyor’ sorusunu düşüren Tekel Direnişi ile Gezi Direnişi arasındaki bağları kurmanın tam da zamanı.” (Funda Başaran, sendika.org, 10.06.2013)
Aslında sadece bu kesimler için değil küçük-burjuvalıkla malûl sosyalist hareketin tamamı için yönlendirici olan şey, süreci soğukkanlılıkla tahlil edip buna göre tutum almak değil “hissedilen duygular” olmuştur. Esiri olunan coşkun ruh hali, neredeyse bütün sosyalist solu bir yanılsamalar deryasına sürüklemiştir. İsyanın AKP’yi devirmeden durmayacağı, bunun faşizme karşı bir özgürlük başkaldırısı olduğu, devrimci bilinci hızla yeşerttiği, yeni bir devrimciler kuşağının doğduğu, 21. yüzyıl sosyalizmini bu tür sokak hareketlerinin yaratacağı vb. yolundaki tespitlere, açıktan ya da örtük olarak bolca örgütsüzlük övgüsü eklenmektedir. Sonuç, “hareket” tapınıcılığı, kendiliğindencilik ve kuyrukçuluktur. Sosyalist hareket şimdiye kadar, bu haliyle de devrime öncülük edebileceği zehabı içindeydi. Yaşanan süreç herkese ayna oldu ve güçsüzlüğü, zayıflığı çıplak bir biçimde gözler önüne serdi. Ancak bu kez de buradan doğru sonuçlar çıkarıp asıl göreve, yani proleter sınıf temelli bir çalışmaya odaklanmak yerine, devrimci önderlik ve öncülük olmaksızın da devrim olabileceği noktasına savrulunduğu görülüyor ki, bu ölümcül bir savrulmadır.
Hareket karşısında sarhoşluğa kapılıp kendilerini akıntıya bırakanların tersine, sınıf devrimcileri, işçi sınıfının düzeni temellerinden sarsacak, burjuvaları korkudan titretecek isyanını ateşlemek için yapılması gereken ve herkesin yapmaktan kaçtığı meşakkatli çalışmaya odaklanırlar. Bunun gereği olarak proleter devrimci örgütlülüğün sınıf içinde gücünü arttırmasına, işçi sınıfının gerekli bilinç ve örgütlülük düzeyine kavuşmasına ve burjuvazinin dümen suyundan çıkarak bağımsız sınıf çıkarları çizgisinde hareket etmesini sağlamaya çalışırlar. Ancak bu yapıldığı ölçüde proletarya önümüzdeki süreçte yaşanması muhtemel kitle hareketlerine damgasını basabilir ve bunları gerçekten proleter devrimin kaldıracı haline getirebilir.
link: Zeynep Güneş, “Gezi” Hareketinin Niteliği, Yanılsamalar ve Burjuva Kamplaşma, 23 Haziran 2013, https://marksist.net/node/3277
Neo-Nazi Davasının Ardındaki Gerçekler
Üniversitelere Yeni Gardiyan: “Koruma Memurları”