Erdoğan’ın her yaptığını onaylayarak ve her söylediğini ayakta alkışlayarak onu “tek adam” katına yücelten AKP’nin çekirdek kadroları, kendi ruh dünyalarında da Erdoğan’la özdeşleşmiş durumdalar adeta. Peki ama kimdir bu insanlar? Göründüğü kadarıyla bir kısmı orta sınıf mensubu, meslek sahibidir bu insanların. Bir kısmı ise süreç içinde iyice zenginleşmiş, burjuvalaşmış, sınıf atlamış durumdadır. Erdoğan’ın başlattığı siyasal hareketin esas kadroları işte bu insanlar arasından devşirilmiştir. AKP’yi var eden ve bugünlere taşıyan üst düzey siyasal kadrolar için bir değerlendirme yapacak olursak şunu söyleyebiliriz: Her biri farklı bir sosyo-ekonomik kökenden geliyor olsalar da, görünürde hemen hepsi muhafazakârdır bu insanların. Ama bu muhafazakârlık gerçekte bir vitrin süsü gibi durmaktadır onların üzerinde. Keza kendilerine yakıştırdıkları “demokratlık” payesi de gene aynı şekilde bir vitrin demokratlığından öteye geçmemektedir. Uzun süreden beri kentlileşmiş ve özellikle de büyük kent merkezlerinde yoğunlaşmış bu insanların dindarlığı da aslında kapitalizmin yarattığı popüler kültürden etkilenen ve modern kapitalist yaşamın tüketim kalıplarıyla daha barışık hale gelen, dolayısıyla giderek daha sekülerleşen bir dindarlıktır. Modernleşen kapitalistlerin dindarlığı da diyebiliriz buna. Tabii yaptığımız bu tespit, AKP’ye oy veren mütedeyyin kitleler için değil, sosyal ve politik statü bakımından yukarılara tırmanmış olan dindar elitler ve onların yakın çevreleri için geçerlidir. Bu bakımdan, AKP’ye oy veren kitlelerde değil ama, AKP’nin siyasal kadrolarının davranışlarında oportünizm ve pragmatizm hâkim bir özellik olarak öne çıkmaktadır.
Erdoğan’ın çok sevdiği ve AKP kurulmazdan önce de taraftar toplantılarında sık sık terennüm ettiği bir şarkı mısraı var, “beraber yürüdük biz bu yollarda” diye. Evet, iktidara giden yolda Erdoğan’la beraber yürüyen, örgütlenen AKP’nin çekirdek kadroları, sonunda iktidarı fethetmeyi de başararak bugünlere kadar geldiler. Üstelik iktidarı fethetmekle de kalmadılar, iktidar olmanın onlara sağladığı imkânlarla son on yılda ekonomik açıdan daha da büyüdüler ve sermayelerinin gücünü Türkiye sınırlarının dışına taşırdılar. AKP burjuvazisi diye adlandırabileceğimiz bu insanlar, yakaladıkları ekonomik başarı trendini AKP iktidarına ve o iktidarın her şeyi demek olan Erdoğan’a borçlu olduklarının şüphesiz farkındadırlar. Nitekim böyle olduğu içindir ki, bu insanlar Erdoğan’ın attığı her adımı otomatik olarak desteklemekte ve onun karşı çıktığı her şeye onlar da otomatik olarak karşı çıkmaktadırlar. Yani bir anlamda Erdoğan’ı Bonapartlaştırma yolunda bir hayli gayret sarf etmektedirler!
Daha önce de belirttiğimiz üzere, bu kesime mensup burjuvalar, rehber-lider olarak belledikleri Erdoğan’la tam bir özdeşlik kurmuş durumdalar kendi ruh dünyalarında. Niçin kurmasınlar ki; on yıllık Erdoğan iktidarı onlara hem üstünlük duygusunu tattırdı, hem de kârlarına kâr katsınlar diye içerde adeta dikensiz bir gül bahçesi, dışarda ise geniş pazar ve yatırım imkânları sağladı. Çoğunluğu 12 Eylül darbesinden sonraki süreçte piyasada boy gösteren ve sermaye birikimlerini de esas olarak Özal döneminde yapmaya başlamış olan bu yeni yetme burjuvalar, AKP iktidarı döneminde sermayelerini daha da büyütebilecekleri bir yatırım ve iş ortamına kavuştular. Çünkü neo-liberal ekonomik programlar çerçevesinde taşeronlaştırma ve sendikasızlaştırma faaliyetlerinin en yoğun şekilde yaşandığı AKP iktidarı dönemi, rahat bir sömürü ortamı sağladı bu sonradan görme burjuvalara. Bu sömürü ortamında burjuvalar ciddi bir sınıf mücadelesi engeliyle karşılaşmaksızın, yatırım planlarını istedikleri gibi yapabiliyor ve sermayelerini istedikleri yere taşıyabiliyorlardı. Dolayısıyla, bu yeni yetme burjuva kesimin asıl serpilip geliştiği ve büyüdüğü yılların, sınıf mücadelesinin son derece gerilediği, sendikal örgütlülüğün dibe vurduğu ve işçilerin en küçük hak arama mücadelelerinin anında bastırıldığı AKP’li yıllar olduğunu söyleyebiliriz. Bu bakımdan, AKP iktidarı altında geçen bu yılları, işverenler açısından dikensiz gül bahçesi olarak tanımlamak yanlış olmaz.
Bu noktada bir de eski rejim döneminde palazlanmış olan sermaye grupları ile yeni dönemde palazlanmış olan sermaye gruplarının gelişim farklılığına ve mantalitelerinin oluşumuna da burada kısaca değinmek gerekiyor. Şöyle ki; eski dönemin sermaye grupları, gelişimlerini esas olarak 1960’lı ve 70’li yıllarda yapmışlardı. Bu yıllar, hem özel kapitalist sanayi yatırımlarının hız kazandığı, ama hem de işçi hareketinin ve sınıf mücadelesinin yükseliş halinde olduğu yıllardı. O dönemin sınıf mücadeleleri ortamı, bu eski dönemin burjuvalarını işçi-işveren ilişkileri bakımından bir hayli eğitici ve ehlileştirici bir işlev görmüştü. O nedenle, 60’lı ve 70’li yılların burjuvaları, işçi-işveren ilişkilerinde görece daha düzgün davranmayı metazori de olsa öğrenmiş ve işçi sınıfının sosyal haklarını, sendikal haklarını, örgütlenme haklarını sonunda tanımak ve kabullenmek zorunda kalmışlardı. Yani amiyane tabirle söylersek, bu konularda daha bir yontulmuş ve hizaya gelmiş durumdaydı eski dönemin burjuvaları. Çünkü bu burjuvalar, gelişimlerinin ilk dönemlerinde işçi sınıfına karşı her türlü mücadele yol ve yöntemlerini (sarı sendikacılık, gangster sendikacılık, grev kırıcılık vb.) en kaba biçimler altında denemişlerdi. Ama gene de işçi hareketini geriletememişler ve sonunda mücadeleci bir işçi sınıfı ve yükseliş halinde olan sınıf sendikacılığı hareketi (DİSK) tarafından hizaya getirilebilmişlerdi. İşçi sınıfının lehine olan tüm bu gelişmelerde, kuşkusuz dönemin devrimci ruhunun da payı büyüktür. 60’lı ve 70’li yıllarda gerek ilerici-devrimci gençlik hareketlerinin işçi sınıfı mücadelesine katılan kesimlerinin verdikleri destek, gerekse de sosyalistlerin, komünistlerin sendikal harekete doğrudan katılarak ve sendikalarda görev üstlenerek verdikleri destek, sonunda sınıf mücadelesini ilerletici bir rol oynamıştır. Dolayısıyla, yükselen sınıf mücadelesinin ve örgütlü işçi hareketinin basıncı altında kalan o dönemin burjuvaları, istedikleri gibi at oynatamamışlardı endüstriyel ilişkiler alanında. O dönemin koşullarında işçiler sendikal mücadeleleriyle (kitlesel grevler, fabrika işgalleri, kitlesel gösteriler vb.) ileri düzeyde ekonomik ve sosyal kazanımlar elde etmeyi başarabilmişlerdi. Nitekim 12 Eylül askeri faşist darbesi, işte bu gelişmeyi durdurmak ve geriletmek için tezgâhlanmış bir darbeydi.
Oysa gözünü 12 Eylül darbesinden sonraki endüstriyel ilişkiler ortamında açan AKP burjuvazisi ve diğer burjuvalar için durum oldukça farklıdır. Bunlar adeta köpeksiz köyde değneksiz gezen hırsızlar gibi meydanı boş bulmuşlardır. İşçi sınıfının örgütlü gücünü ensesinde hiç hissetmemiş ve sınıf mücadelesiyle hiç terbiye edilmemiş, yeniyetme bir burjuva kesimin mensubudur bunlar. Böyle oldukları içindir ki, işçilerin ağzından “örgüt, sendika, işçi hakları” vb. gibi laflar çıkınca, kırmızı görmüş boğalar gibi saldırıyorlar işçilerin üzerine. Ama bu burjuvalara asıl cesaret veren ve iyice şirretleşmelerine yol açan, kendileri gibi sonradan görme olan Erdoğan ve AKP kadrolarının, sendikal harekete ve işçi eylemlerine karşı kullandığı ilkel, küstah ve saldırgan dildir.
Tabii tüm bu faktörlerin yanı sıra, işçiler açısından diğer bir olumsuz faktörü de burada zikretmek gerekiyor. Bu olumsuz faktör, sendikal hareketin bugün içinde bulunduğu içler acısı durumudur. Bugün neredeyse tüm sendikalarda, sendika yönetimleriyle taban arasında tam bir kopukluk, hatta uçurum oluşmuş durumdadır. Ama sadece sendikaların tepe yönetimleriyle taban arasında değil, bölge düzeyindeki yöneticilerle, hatta fabrika düzeyindeki sendika temsilcileriyle taban arasında da durum aynıdır. Sendikaların tepesine çöreklenmiş olan bürokrat kılıklı pek çok sendikacı, bugün adeta düzenin adamı gibi davranmaktadır. Rahatının kaçmasını istemeyen bu bürokrat sendikacılar, idare-i maslahatçılıkla işleri geçiştirmekte ve ihtilaf vukuunda da işverenlerin suyuna gitmektedirler. Sendikal harekette yukarılara doğru çıkıldıkça durum daha da vahimleşmektedir. Özellikle konfederasyon düzeyindeki sendika yöneticileri sınıftan tamamen kopmuş, hatta sınıfın karşısına geçmiş durumdalar. Bunların her biri bir burjuva partisinden milletvekili olma sevdasındadır. Dolayısıyla, işverenlerin korkacakları, çekinecekleri mücadeleci sendikacılar ve mücadeleci bir sendikal hareket yok gibidir bugün. İşte tüm bu olumsuz faktörler bir araya geldiğinde, işçi-işveren ilişkilerinde patronların eli daha da rahatlamakta ve ortam onlar için adeta dikensiz bir gül bahçesi haline gelmiş bulunmaktadır.
Bu ortamda burjuvalar ve özellikle de yontulmamış, sonradan görme burjuvalar daha da şirretleşmekte ve işçileri bir insan olarak değil, adeta işleyen bir makinenin dişlileri gibi görmektedirler. İşçileri çok daha uzun süreli iş saatleriyle (günde 16 saat gibi) ve en düşük işçilik maliyetleriyle nasıl çalıştırırım hesabı yapmaktadırlar. Bu da işyerlerinde işçiler açısından ilkel, sağlıksız, güvenliksiz ve iş güvencesi olmayan çalışma koşullarının yaygınlaşmasını, iş kazalarının, iş cinayetlerinin artmasını beraberinde getirmektedir. AKP hükümetinin bu konulardaki duyarsızlığı ve hatta kasıtlı göz yummaları nedeniyle, fabrikalardaki çalışma koşulları işçiler açısından neredeyse 19. yüzyıldaki vahşi kapitalizmin çalışma koşullarını anımsatır hale gelmiştir. Bütün bu koşullar karşısında, işçilerin hak arama mücadelesine girişmeleri, örgütlenmeleri ve eylem yapmaları ise adeta bir küfür gibi gelmektedir sendikasız işçi çalıştırmayı alışkanlık haline getirmiş sonradan görme burjuvalara. Çünkü geçmişten gelen ataerkil sosyolojik kültürlerini hâlâ sürdüren bu burjuva kesimlerin kafa yapısı, “işçi hakları” diye bir kavramı kabul edecek düzeye ulaşmış değildir henüz! Bunların “hak” diye belledikleri şey, kendilerinin takdir buyuracağı yardımlar, gönüllerinden kopan ihsanlar, yani eski çağlardan kalma sadaka kültürüdür hâlâ! Böyle bir kafa yapısına sahip olan burjuvaların fabrikalarında işçiler bir hak arama mücadelesine giriştiklerinde ise, işçilerin bu haklı mücadelesi bir saygısızlık, haddini bilmezlik, kadir bilmezlik vb. gibi gelmektedir o işyerlerinin patronlarına. Onların işçiler karşısındaki bu tepkisel ruh hali, onların derinlerinde yatan, sonradan görmelere özgü hazımsızlığın ve aşağılık kompleksinin de bir dışa vurumudur aslında.
Görünen odur ki, Erdoğan ve AKP burjuvazisi şu an karşılarında çekinecekleri etkili bir toplumsal muhalif güç görmüyorlar. Bu nedenledir ki, mevcut iktidar ekibi ve onları destekleyen burjuva kesimler bu aşamada çok rahat hareket etmekte ve kendi iktidar projelerini ilerletme yolunda, hiç kimseye hesap verme gereği duymaksızın emin adımlarla ilerlemektedirler. Özellikle 2011 seçimlerinden sonra Erdoğan ve adamlarının siyasal tavırlarında gözlemlenen gerçeklik budur. Ama bu durumun burjuvazi içinde bile bir huzursuzluk yarattığı da diğer bir gerçekliktir. Huzursuzluğun ana nedeni ise, Erdoğan ve AKP burjuvazisinin kendi küreleri dışında kalan burjuva kesimleri hiç dikkate almamaları ve hatta bununla yetinmeyip, her fırsatta onları da hizaya sokma girişimlerinde bulunmalarıdır. Örneğin, TÜSİAD yöneticilerinin AB reformları ve ekonominin gidişatı konusunda yönelttikleri eleştiri ve uyarılara, Erdoğan ve hükümet sözcüleri her seferinde sert bir üslupla karşılık vermiş ve “TÜSİAD kendi işine baksın” yollu ifadelerle onları terslemişlerdir. TÜSİAD yöneticilerinin belli bir tarihten sonra, Erdoğan’ın icraatları karşısında daha az konuşur hale gelmeleri ve hükümeti eleştirmekten kaçınmaları da görece bir geri çekilmenin göstergesidir. Fakat TÜSİAD yöneticilerinin daha az konuşur hale gelmesi ve hükümeti eleştirmekten kaçınması, burjuvazi içinde gönüllü bir uzlaşmanın ve anlaşmanın sağlandığı anlamına da gelmiyor. Bu durum, Erdoğan türü bir “barışın” (pax Erdoğana) TÜSİAD yöneticilerine de dayatılmış olduğunu gösteriyor. Görünen odur ki, TÜSİAD açısından şimdilik bir uzlaşma değil bir geri çekilme, çatışma ortamından uzak durma hali söz konusudur. Bu durumda AKP hükümeti ile TÜSİAD arasındaki ilişkilerin, AB projesinin gelişme seyrine göre gelgitli bir seyir izleyeceği aşikârdır.
Kapitalizmin dünyasal krizi ve sol liberallerin hülyaları
Burjuvazinin siyasal bir temsilcisinin tüm burjuvazi üzerinde hegemonya kurmaya kalkışması ve bunu açıktan yapar hale gelmesi, her dönemde karşılaşılabilecek ve olağan sayılabilecek bir durum değildir. Nitekim bugün başbakan Erdoğan’ın ve onu destekleyen burjuva kesimlerin kendi dışlarındaki burjuva kesimlerin itirazlarını hiçe sayarak kendi bildiklerini okumaları ve bu konuda dayatmacı bir siyasal tarz geliştirmiş olmaları, pek açık edilmese de, burjuvazi içinde bir rahatsızlık yaratmış durumdadır. İçerde siyasal çözüm bekleyen onca sorun (Kürt sorunu, AB reformlarının durması, yeni bir Anayasa yapımının askıya alınması vb.) varken, Erdoğan ve adamlarının bu sorunların çözümünü bir kenara itip, kendi tercihleri olan başkanlık sistemini dayatmacı bir şekilde oldurmaya çalışmaları burjuva rejimde esaslı bir gerilime yol açmış bulunuyor. 2011 seçimleri öncesinde “ileri demokrasi”, “sivil bir Anayasa”, “özgürlüklerin genişletilmesi” vb. üzerine onca vaatlerde bulunan Erdoğan ve AKP kurmaylarının, şimdi bu söylediklerinden çark ediyor olmaları, zamanında onlara destek vermiş olan liberal aydınlarda, yazarlarda, gazetecilerde vb. esaslı bir moral bozukluğu ve düş kırıklığı yaratmış durumda.
Liberallerin nasıl bir düş kırıklığı yaşadığını, bir liberal demokrat olan Ahmet Altan’ın şu serzenişi çok iyi yansıtıyor: “Akıllı biri bana, ekonomisi bu kadar iyi giden, ekonomik verileri neredeyse mucizevî parıltılar gösteren, bütün ülkeler işsizlikten kırılırken işsizliği azaltan bir ülkenin neden siyaseten bir iğneli fıçının içinde yaşamak zorunda olduğunu anlatsın. Bütün dünya ekonomik bir kaosun içinde çalkalanırken biz bir «cennet adası» gibi huzurla yolumuza devam edebilecekken neden böylesine faşizan bir baskıyla ve bütün ülkeyi yaralayan gerginliklerle yaşamak zorundayız? En zorunu başarırken, zaten daha önceden başarmış olduğumuzu şimdi bozmanın esbab-ı mucibesi nedir? Ben bunu hakikaten anlamıyorum. … Hazır ekonomimiz bu kadar iyiyken, bu ekonomik temel üzerine faşizmi bina edeceğimize, ekonominin gücünden yararlanarak sorunları çözüp geçsek daha iyi olmaz mı?” (Taraf, 17.08.2012)
Bu satırlar, Ahmet Altan gibi liberal-demokrat burjuva aydınların nasıl bir ruh hali içinde bulunduklarını ve mevcut kapitalizm koşullarında geleceğe dair beklentilerinin ne olduğunu doğrusu çok iyi yansıtıyor. Belli ki liberal aydınlarımız, içinde yaşadığımız çağın hâlâ savaşlara, çatışmalara, baskılara yol açan bir emperyalizm çağı olduğu gerçeğini kabullenmek istemiyorlar. Tersine, onların 21. yüzyıl kapitalizminden, yani emperyalizmden beklentileri hâlâ çok yüksektir. 21. yüzyıl kapitalizminin (onların tanımıyla bilgi çağının) demokrasiyi yaygınlaştıracak ve dünyaya sonsuz barış getirecek ekonomik bir altyapı oluşturacağına inanmaktalar. Nitekim Ahmet Altan gibi liberal yazarlar, bu inançlarını yazılarında sık sık dile getiriyorlardı. Buna inanan liberaller, Türkiye’nin de bu gelişmeden nasibini alacağını ve AKP hükümeti sayesinde AB sürecinin tökezlemeden ilerleyeceğini düşünüyorlardı hep. Bugün ise, bu düşlerinin gerçekleşmediğini görmenin derin düş kırıklığını yaşamaktalar. Ama tarihte ilk defa bizim liberallerimiz yaşamıyor bu yanılgıyı ve düş kırıklığını. Bunun bir benzerini, bundan tam yüz yıl önce Avrupa’da Alman sosyal demokrasisinin liderleri de yaşamıştı. Karl Kautsky birinci emperyalist paylaşım savaşı öncesinde (1914’te), 20. yüzyılla birlikte yeni bir çağa girildiğini ve bu yeni çağda emperyalistler arası rekabet ve çatışmanın yerini, büyük emperyalist anlaşmaların, ortaklıkların (süper emperyalizmin) alacağını ve bu nedenle de artık emperyalistler arası rekabete, çatışmalara, savaşlara gerek kalmayacağını düşlüyordu. Çünkü dünya ekonomisi, bir savaşa gerek kalmaksızın, büyük emperyalist ortaklıklar tarafından barış içinde paylaşılacak ve sömürülecekti! Ne var ki, Kautsky’nin kendi hayal dünyasında “süper emperyalizm” üzerine kurguladığı bu “fantezi teori” kısa sürede çökmüş ve insanlık, gerçekler dünyasının o acımasız gerçekleriyle yüz yüze gelmişti. Yüz yüze gelinen gerçeklik ise, milyonlarca insanın mahvına ve ölümüne sebep olan birinci emperyalist paylaşım savaşı ve demokrasinin kırıntısını bile bırakmayan kanlı faşist diktatörlükler idi!
20. yüzyılın sonunda “reel sosyalizmin” çökmesi ve kapitalizmin dünyada rakipsiz bir güç haline gelmesi, bu kez liberal aydınların hayal dünyalarını ve gelecek fantezilerini köpürttü. Evet, 21. yüzyıla girildiğinde, Türkiye’deki liberal aydınların da geleceğe dair umutları yeşermiş durumdaydı. Kapitalizm altında ilerleyen Avrupa’nın birleşmesi projesine büyük umutlar bağlamıştı bizim liberal aydınlarımız. AB’ye üyelik sürecinin Türkiye’yi de nasıl demokratikleştireceğinin düşlerini kuruyorlardı. Onlara göre, “çağdaş” kapitalizm koşullarında (onların deyimiyle 21. yüzyılın sanayi sonrası kapitalizminde) o eski sınıf mücadeleleri de, emperyalistler arası çatışma ve savaşlar da artık hiç yaşanmayacaktı!
Bu süreçte AKP’nin iktidara gelmesi, AB’ye katılım için gerekli reformları başlatması ve ardından askeri vesayet sistemini geriletici adımlar atmaya başlaması daha da umutlandırmıştı liberal aydınlarımızı. Çünkü onlara göre, mevcut dünya koşulları Türkiye’nin sorunlarını çözmesi ve demokratikleşmesi için çok uygundu şimdi. Berlin duvarının yıkılmasından sonra kapitalist dünyada rüzgârlar liberalizmden ve demokrasiden (burjuva demokrasisinin gelişmesinden) yana esiyordu! Türkiye de bu olumlu havadan nasibini alacaktı elbette! Yeter ki AB’nin istediği reformları yapan ve bu konuda kararlı ve istikrarlı olan bir hükümet iş başında olsundu. Özetle söyleyecek olursak, o dönemde liberal aydınlarımız emperyalist Avrupa’dan esecek demokrasi rüzgârının Türkiye’yi de demokratikleştireceğine esaslı bir şekilde bel bağlamış durumdaydılar. Dolayısıyla, AKP hükümeti AB’yle iyi geçindiği ve AB’nin istediği reformları yaptığı sürece, koşulsuz destekleyeceklerdi AKP hükümetini.
2009 yılında kapitalist dünya ekonomisi krize girdiğinde ve ardından ABD’de ve AB ülkelerinde büyük ekonomik sarsıntılar yaşanmaya başladığında da kapitalizme inançlarını hiç yitirmediler liberal aydınlarımız. Üstelik bu dönemde ABD’de Obama’nın başkan seçilmesi, kapitalizme olan umutlarını daha da yeşertti onların. Liberal aydınlar günümüz kapitalizmini “sanayi sonrası kapitalizm” olarak tanımlıyor ve bu kapitalizm altında dünyaya yayılacak demokrasi düşleri görüyorlardı. Gördükleri bu düş, onların yazılarında, politik tahlillerinde bire bir yansıyordu. “Çağdaş kapitalizm” hakkındaki umutlu beklentilerini aktarırken şöyle diyorlardı:
“Bush silahçı ve petrolcülerin iktidarını temsil ediyordu, Obama çok daha farklı bir anlayışı yansıtan bilgisayarcıların temsilcisi. Birincisi kurşun atınca para kazanırken, ikinciler bilgisayar satınca para kazanacak. Bilgisayar satmak için gelişmiş, zengin, barışçı, huzurlu ve istikrarlı bir dünyaya ihtiyaç var. Tüm kan, gözyaşı, acı ve ıstıraba rağmen «eski dünya düzeni» yavaştan kaybolmakta. Dünya, uluslararası sistem ve ABD, AK Parti iktidarı ile Türkiye’nin bu bölgede yeni bir görev üstlenmesine çalışıp duruyor. Müslüman bir ülkenin, insan hakları, demokrasi ve piyasa ekonomisi ile kol kola yürüyebileceğini, idealler doğrultusunda vatandaşlarını özgürleştirip zenginleştirebileceğini Türkiye’nin göstermesini istiyor. …Obama’nın da Müslüman Türkiye’nin AB kriterleri ile evlenmesini sağlamak için çalışacağını ilk baştan açıklaması bu yüzden. ABD’nin örnek ülke olarak Müslüman dünyaya göstereceği Türkiye, AB standartlarında bir ülke haline gelecek.” (Mehmet Altan, Star, 05.04.2009)
Evet işte böyle! Kapitalizm dünya ölçeğinde zincirleme bir kriz dönemine girmişken ve bunun sonucunda işçi ve emekçilerin ekonomik ve sosyal hakları her yerde saldırı altındayken, işsizlik, yoksulluk artarken ve dünyanın her tarafında emperyalistler arası hegemonya savaşları hâlâ sürerken, liberal aydınlar kendi düş dünyalarında “barışçı”, “eşitlikçi” “özgürlükçü” bir kapitalizm çağının başlamakta olduğunu hayal edebiliyorlardı! Onlara göre, genişlemekte olan Avrupa Birliği de işte böyle bir barış çağının projesiydi ve Türkiye de demokrasisini geliştirirse mutlaka bu projeye dâhil edilecekti!
Ama burjuva liberal aydınların atladıkları bir şey vardı. Türkiye’de teknoloji kullanımındaki artış ve kapitalist ekonominin AKP iktidarı altında gösterdiği muazzam büyüme, toplumda otomatik olarak bir demokratikleşme getirmedi ve getiremezdi de. Kapitalist ekonominin büyümesi, sermaye birikiminin ve yoğunluğunun artması, Türkiye’de öncelikli olarak demokrasinin genişlemesini, işçi ve emekçilerin ekonomik ve sosyal haklarının gelişmesini, Kürt halkının ulusal-demokratik taleplerinin karşılanmasını vb. değil, yerli finans-kapitalin yayılma arzusunu ve bölgede güç mücadelesine girişme eğilimini kamçıladı. Sermayenin bu emperyalistleşme eğilimi ise, ülke içinde emek hareketini bütünüyle denetim altına alma, daha yoğun bir sömürü mekanizmasını işletme ve otoriterleşme eğilimine hız verdi. İşte AKP iktidarının giderek otoriterleşmesi, artan bu emperyalistleşme eğilimi ile doğrudan bağlantılıdır. Bunun somut göstergesi ise, kaynayan Ortadoğu kazanına Türkiye’nin de dâhil olması ve bu kazan içinde rakipleriyle (ki bu rakiplere Almanya, Fransa gibi AB ülkeleri de dâhildir) kıyasıya bir rekabet içine girmesidir. Bunun ise bir tek adı vardır: Emperyalist paylaşım savaşına dâhil olmak!
Bugün yaşanan süreç, kapitalizmin dünya çapında gelişmekte olan genel krizi ortamında, büyük güçler arasındaki hegemonya ve paylaşım savaşıdır. Emperyalist piramidin daha alt basamaklarında bulunan ve bu anlamda alt-emperyalist bir güç olan Türkiye kapitalizmi de bu savaşa dâhil olmuştur ve etki alanını genişletmeye çalışmaktadır. Bu bakımdan onun önceliği, liberal aydınların sandığı gibi demokrasiyi geliştirmek vb. değil, kendi nüfuz alanını genişletmektir. Bu süreçte Türkiye’nin kuracağı ittifaklar ve katılacağı bloklar da bu paylaşım savaşının seyrine göre değişiklik gösterecektir elbette. Nitekim bir dönem AB ile balayı yaşanırken, daha sonra bir “küskünlük” dönemine girilmiş olması, ardında başbakan Erdoğan’ın Şanghay Beşlisine katılmaktan söz eder hale gelmesi vb. hep bu savaş sürecinin oynak karakterinden kaynaklanmaktadır.
Nitekim 2009 yılında kurulan liberal düşler de aslında bu gelişmeler nedeniyle 2012 yılında sönmeye başlamıştır. Çünkü bu üç yıl içinde liberal düşleri parçalayacak çok şeyler yaşanmıştır. Bir kere dünya kapitalizminin içine girdiği kriz nedeniyle, bu süreçte AB’nin varlığı bile tartışılır hale gelmiştir. AB’nin yaşayıp yaşamayacağı hakkında artık kimse kesin konuşamıyor. Avrupa’nın siyasal birliğinin gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bir yana, ekonomik birliğinin bile tehlikede olduğu görülüyor bugün. Liberaller bunu düşünmek bile istemiyorlar ama ilerde AB diye bir şey kalmayacak belki de. Elif Çağlı bu gerçekliği çok erken bir tarihte, bundan tam on yıl önce (2003 yılında) dile getirmiş ve Avrupa Birleşik Devletleri hedefine doğru yol aldığı söylenen AB’nin aslında mevcut haliyle bile kaderinin belli olmadığını belirtmişti (bkz. Avrupa Birliği Sorununda Marksist Tutum broşürü).
AKP’nin gidişatı ve burjuva muhalefetin hali pür melali
Düş kırıklığına uğrayan liberal-demokrat aydınların bugün Erdoğan ve hükümetine yönelttikleri eleştirileri, AB reformları sürecinde Erdoğan’a destek vermiş olan AB yanlısı TÜSİAD yöneticileri de dile getirmişlerdi. Fakat Erdoğan ve adamları bu eleştirilerden pek etkilenmediler ve bildiklerini okumaya devam ettiler. Peki ama neden böylesine rahat davranabiliyor Erdoğan ve adamları? Çünkü liberal-demokratların AB reformları, demokrasi vb. konusunda AKP’ye yönelttikleri eleştiriler ve yükselttikleri itirazlar, gerek parlamentoda gerekse toplumda yankı bulmuyor ve muhalif bir kamuoyunun oluşumunda etkili olmuyor. Nitekim Erdoğan da bu durumun farkında olduğu için, kendisini eleştiren burjuva liberal kesimlere “artık size ihtiyacımız kalmadı, düşün yakamızdan” demeye getiren kibirli bir tavır sergiliyor son zamanlarda. Fakat öte yandan, Erdoğan ve adamlarının 2011 seçimlerinden sonra iyice açığa çıkan benmerkezci, kibirli ve bir o kadar da anti-demokratik tavırları, liberal çevrelerde giderek endişeleri arttıran huzursuz bir durum yaratıyor. Üstelik bu gelişmeler, Ortadoğu’da büyük bir savaş kazanının kaynadığı ve kapitalizmin dünya çapındaki krizinin daha da derinleşmekte olduğu tarihsel bir konjonktürde yaşanıyor. Böylesi bir konjonktürde burjuvazi içinde patlak verecek bir kapışmanın, hiç de hayra alamet sonuçlar getirmeyeceğini, burjuvazinin akil adamları görmekte ve endişelenmekteler. Çünkü tüm bu gelişmelerin, Türkiye’nin geleceğiyle ilgili perspektifleri bir anda belirsiz hale getirebilecek tehlikeli bir potansiyel taşıdığının farkındalar.
Bu çevreler açısından işin daha da kötüsü, bu sıkıntılı durumu bugün itibariyle dile getirecek ve Erdoğan ve ekibinin başına buyruk çizgisine demokratik bir programla ve söylemle karşı çıkacak etkili bir burjuva muhalefet hareketinin bulunmamasıdır. AKP’ye sözümona soldan muhalefet eder görünen CHP’nin biçare durumu ortadadır. CHP bugüne kadar izlediği siyasal çizgisiyle, statükocu devlet anlayışıyla, milliyetçi refleksleriyle ve demokrasi ve özgürlük konusundaki hastalıklı yaklaşımlarıyla AKP’nin de sağında olan ve ciddi hiçbir demokratik muhalefet potansiyeli taşımayan bir siyasal partidir. Bu gerçekliği AKP’yi dengelemeye çalışan burjuva kesimler de görmekte ve AKP’yi dengeleyecek ve ona alternatif teşkil edecek bir burjuva muhalif hareket yaratamamanın tedirginliğini yaşamaktadırlar. Bugünkü CHP, hem liderlik makamına paraşütle indirilen başkanının ilkesizliği, çapsızlığı ve renksizliği nedeniyle, hem de bitmeyen parti içi çekişmeler ve kavgalar nedeniyle tam bir umutsuz vakadır burjuvazinin gözünde de. Dolayısıyla, bugün AKP iktidarına soldan muhalefet edecek ve onun otoriter eğilimlerini frenleyecek demokratik bir burjuva muhalefet partisi bulunmamaktadır parlamentoda. Bugünkü parlamento tablosu, burjuva parlamenter düzenin işleyişi bakımından esaslı bir açmaz oluşturmaktadır. Çünkü böylesi bir parlamenter yapı içerisinde AKP’nin tek başına her şeyi belirler hale gelmiş olması, bırakın genel toplumsal demokratik konsensüsü, burjuvazi içi demokrasiyi bile işlemez hale getirme potansiyeli taşımaktadır. Bu durum, burjuva rejim açısından geleceğe yönelik belirsizlikleri ve riskleri arttırmaktadır.
Nereden bakarsak bakalım, bugünkü mevcut parlamento yapısı içinde AKP’ye soldan muhalefet eden tek bir parti bulunmaktadır. Bu parti, Kürt ulusal hareketinin parlamentodaki sesi olan BDP’dir. Bugünün koşullarında AKP bir tek bu partinin muhalefetini dikkate almakta ve ondan çekinmektedir. Çünkü gerçekten de örgütlü, kitlesel muhalefeti bir tek bu parti temsil etmektedir bugünkü burjuva parlamentoda. Öte yandan AKP bir başka gerçeğin de farkındadır: Türkiye’nin de içinde yer aldığı ve fena halde kaynamakta olan bugünkü Ortadoğu kazanında, Kürt sorununu çözemeyen bir iktidar partisinin, iktidarını aynı rahatlıkla sürdürebilmesi ve bölgede hâkimiyet kurabilmesi mümkün değildir. Daha özet bir söyleyişle, Kürt sorununu çözemeyen bir parti, kaynayan bu Ortadoğu kazanı içinde kendisi çözülmeye mahkûm olur.
Emperyalistleşen Türkiye’ye de bir “başkan baba” gerekiyor!
Belirsizliklerin böylesine arttığı bir konjonktürde, Erdoğan ve adamlarının parlamenter mekanizma içerisinde kontrol edilemez hale gelmesi, burjuva cephede endişeleri arttıran diğer bir faktördür. Burjuva iktidar mekanizmaları üzerinde elde ettikleri hegemonik konumdan acayip cesaret devşiren ve müthiş bir özgüvene ulaşan Erdoğan ve adamları, en doğruyu kendilerinin bildiğine ve her şeyin en iyisine kendilerinin karar verebileceğine olan kibirli inançlarıyla, hiç kimseye müdana etmez bir tutum içerisine girmiş durumdadırlar. Tabii bu da onları, kendi çevrelerinden gelen eleştirilere bile kulak tıkayan bir pozisyona sürüklüyor. Erdoğan ve adamlarının kerameti kendinden menkul bu “cesareti”, her konuda daha atak davranmaya itiyor onları. Örneğin, AB’nin hazırladığı ilerleme raporlarında dile getirilen uyarıları ciddiye almaz tavırlar takınmaları, Kürt sorununun çözümü konusunda önerilerde bulunan liberal yazarları küçümsemeleri ve onlara karşı hakarete varan eleştirilerde bulunmaları, Kürt ulusal hareketinin legal temsilcilerine (BDP’ye) karşı kullandıkları aşağılayıcı, saldırgan dil, hep bu benmerkezciliğin, kibirliliğin ve kerameti kendinden menkul cesaretin bir tezahürüdür.
Evet, Erdoğan ve ekibi son zamanlarda tek seçici, tek karar verici merci yalnızca kendileri olmalıymış gibi bir ruh haline bürünmüş durumdalar. Bir ayağı Avrupa’ya, diğer ayağı Asya’ya basan “ihtişamlı bir devletin başkanı” olmayı hayal eden Erdoğan’ın son zamanlarda izlediği siyaset de onun bu ruh halini yansıtıyor. Fakat aynı zamanda bu siyaset, bilinçlice kurgulanmış bir gerilim siyasetine dönüştürülüyor Erdoğan tarafından. AB’yle ilişkiler, siyasi reformlar, yeni bir anayasanın yapılması, Kürt sorununun çözümü vb. gibi konuların hepsi de Erdoğan’ın izlediği bu gerilim siyasetinin gölgesinde kalmış gibidir. Arada bir bu durumu yumuşatmak için yapılan manevralar, örneğin Kürt sorununun demokratik çözümü için adım atılıyormuş gibi bir izlenim yaratılması, sadece bir parantezdir bu süreç içerisinde. Erdoğan ve adamlarının uyguladığı bu belirsiz ve gelgitli politikalar, belki de “başkanlık seçimlerine” kadar böyle devam edecektir.
Başkanlık moduna giren Erdoğan’ın son zamanlardaki ruh hali, adeta bir “cahilin cesareti” durumunu yansıtmaktadır. Herkesin de dikkatini çektiği üzere, başbakan her konuda konuşuyor ve topluma ayar vermeye çalışıyor. Ama onun bilir bilmez her konuda fikir beyan etmeyi alışkanlık haline getirmesi ve kendi fikrini herkese dayatmaya kalkışması, onun açısından hiç de hoş bir durum yaratmıyor tabii ki. Erdoğan’ın bu konuşma tarzı, Karadenizlilerin kullandığı hoş bir deyimi hatırlatıyor bize. Karadenizliler, bilir bilmez her konuda fikir beyan etmeye kalkışanlara “ula uşağum çok konişma aklinun dibi göriniy!” derler. Evet, Erdoğan da çok konuşmaya ve hemen her konuda fikir beyan etmeye kalkıştığından beri, onun da aklının dibi görünmeye başladı! Erdoğan’ın aklının dibinde yatanın ne olduğu ise giderek daha bir netlik kazanıyor. Anlaşılan Erdoğan tüm yetkilerin kendinde toplandığı, aklına estiği gibi konuşabildiği, kimsenin onu denetlemeye kalkışmadığı “Türk tipi” bir başkanlık sistemine (başkan baba!) geçilmesini arzuluyor! Osmanlı despotizminin (padişahlık) modern zamanlara uyarlanmış bir versiyonu da diyebiliriz onun arzuladığı bu başkanlık sistemine. Nitekim son dönemde söyledikleri de bu tahminimizi doğrular niteliktedir.
Konya’daki bir açılış töreninde yaptığı konuşmada, burjuva parlamenter rejimdeki kuvvetler ayrılığı ilkesinden rahatsızlık duyduğunu açıkça beyan eden Erdoğan şöyle dedi: “İşte bu kuvvetler ayrılığı denen olay var ya, o geliyor sizin önünüze dikiliyor.” Erdoğan kuvvetler ayrılığından şikâyetçi oluyor ve diyor ki, biz aslında hizmet yapmak istiyoruz ama yargı bize müdahale ediyor, bizi engelliyor, elimizi kolumuzu bağlıyor! Erdoğan’a göre icranın (yani kendisinin) yapacağı işleri, hizmetleri vb. başka bir güç denetlemeye, engellemeye kalkışmamalı. Kendi hizmet anlayışını ve kendisinin karar verdiği projeleri hep ön planda tutan ve aldığı yüksek oy oranından da hareketle, yaptığı her şeyin otomatik olarak meşru sayılmasını isteyen Erdoğan, kendisine itiraz edilmesine ve denetlenmesine, ataerkil anlayışı nedeniyle hiç tahammül edemiyor. Nitekim Erdoğan’ın bu tahammülsüzlüğünün de bir sonucu olarak, idari açıdan düzenleyici ve denetleyici işlevleri olan özerk kuruluşların idari özerklikleri, AKP milletvekillerinin girişimleriyle (torba yasa) kaldırılmış ve meclis adına askerî ve sivil tüm kamu kurumlarında denetim yapma görevini yürüten Sayıştay da Erdoğan hükümetinin müdahaleleri sonucunda işlevini tamamen yitirmiştir. Aynı şekilde, İhale Kanunu da onlarca kez değiştirilerek ve 60’tan fazla kurum bu kanunun kapsamı dışına çıkarılarak, ihalelerdeki şeffaflık ilkesi de işlemez hale getirilmiştir.
Demokratik olduğu iddia edilen bir rejimde, bir başbakanın anti-demokratik eğilimlerinin böylesine dışa vurmuş olması, burjuva demokrasisi adına hiç de hayra alamet bir gelişme değil. Nitekim durumun vahametinin farkında olan Cumhurbaşkanı Gül, Erdoğan’ın yaptığı bu kuvvetler ayrılığı açıklamasının hemen ardından, başbakanın söylediklerini tevil etmeye çalışarak şöyle dedi: “Onu kastetmek istememiştir başbakan, biliyorsunuz, kuvvetler ayrılığı demokrasinin temel ilkesidir!” Cumhurbaşkanı böyle dese de, Erdoğan ve adamlarının niyeti bozdukları apaçıktır. Çünkü bizzat AKP grubunun Anayasa Komisyonu’na sunduğu başkanlık sistemi önerisinde, devlet başkanına Meclisi fesih yetkisi, kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi, Meclisin kabul ettiği yasalar üzerinde veto yetkisi verilmektedir!
Tüm bu gelişmeler de gösteriyor ki, Erdoğan ve adamları daha şimdiden “Türk tipi bir başkanlık” sisteminin ön hazırlıklarını yapmakta ve kamuoyunu da buna alıştırmaya çalışmaktadırlar. Aslına bakılacak olursa, Erdoğan da tıpkı Atatürk gibi bir “yüce önder” olmaya soyunmuştur tarihin bu zaman diliminde! Bilindiği üzere, bütün kuvvetlerin kendisinde toplanmış olmasından pek hoşlanan “yüce önderimiz” de burjuva demokrasisinin şu kuvvetler ayrılığı denen ilkesinden hiç hazzetmezdi!
Fakat öte yandan, burjuvazi içindeki mevcut güçler dengesine bakacak olursak, her şeyin Erdoğan’ın istediği gibi olamayacağı ve sürecin bu anlamda hiç de kolay geçmeyeceği ortadadır. Erdoğan ve ekibinin arzuladığı tipte bir başkanlık sistemi gerçekleştiği takdirde, tüm kararların dar bir iktidar ekibi (başkan ve adamları) tarafından verileceğini ve bunun da ne gibi keyfiliklere yol açacağını bilen burjuva çevreler, daha şimdiden bu endişelerini dile getirmektedirler. Çünkü bu burjuva çevreler, Türkiye gibi bir ülkede ve Erdoğan’ın tasarladığı gibi bir başkanlık sisteminde, tüm yetkilerin iktidardaki dar bir grubun elinde toplanması halinde, bunun burjuva sistemde ne gibi iç çalkantılara yol açacağını tahmin edebilmektedirler. Bu nedenle, liberal-demokrat köşe yazarları, akademisyenler, aydınlar bu konuyu hep gündemde tutmakta ve Erdoğan’ın girişimini eleştiri konusu yapmaktadırlar. Şayet ekonomik kararları, kapitalist ekonominin dümenine geçecek olan başkan (Erdoğan) ve adamları tek başlarına vermeye kalkışırlarsa, kendilerine yakın sermaye gruplarını nasıl ayrıcalıklı hale getirebilecekleri ve bunun da burjuvazi içinde ne gibi sürtüşmelere, çekilmelere, çalkantılara yol açabileceği daha bugünden görebilmektedirler. Bu konuda uzağa gitmeye de gerek yok. Erdoğan’ın başbakanlığı altında geçen son on yılın iktidar pratikleri, bu söylenenleri fazlasıyla kanıtlamış durumdadır zaten. Nitekim başkanlık moduna giren Erdoğan’ın yaptığı çıkışlar ve sağa sola had bildirmeler, daha şimdiden pek çok burjuva kesimle ilişkilerinin bozulmasına, kendisini desteklemiş olan liberal yazarlarla köprüleri atmasına, hatta AKP içinde “daha itidalli” gidilmesinden yana olan çevrelerle bile ters düşmesine yol açmış bulunmaktadır. Erdoğan’ın “her şeye ben karar veririm” tarzındaki davranışının, burjuvazi içi demokrasi açısından da normal sayılacak bir davranış olmadığı ortadadır. Tüm bu otoriter, kibirli ve bir o kadar da hazımsız davranışlar, Erdoğan’da içkin olan Bonapartist eğilimin artık üstü örtülemez bir hale gelmiş olduğunu gösteriyor. Üstelik onda içkin olan bu eğilimin, yakın çevresi tarafından da iyice körüklendiği anlaşılıyor!
Nitekim geçenlerde, “ecdadımızı yanlış tanıtıyorlar” diyerek bir televizyon dizisine (Muhteşem Yüzyıl) müdahalede bulunduğunda, onun bu otoriter davranışı hem kendisine yakın milletvekilleri hem de yandaş köşe yazarları tarafından hararetle alkışlanmıştı. Oysa şu tehdidi savuruyordu dizi yapımcılarına Erdoğan: “Bizim öyle bir ecdadımız yok. Biz öyle bir Kanuni tanımadık. Biz öyle bir Sultan Süleyman tanımadık. Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bunu çok iyi bilmemiz, anlamamız lazım. Ve ben o dizilerin yönetmenlerini de o televizyonun sahiplerini de milletimizin huzurunda kınıyorum. Ve bu konuda yargının gerekli kararı vermesini bekliyorum.”
Erdoğan dizi yapımcılarına bu diskuru geçtikten ve yargıyı da “göreve” çağırdıktan sonra, bizlerin tarih konusunda daha derinden bir bilgi sahibi olmamız için ikinci bir açıklama daha yapmıştı aynı günlerde. Bu açıklaması da Fatih Sultan Mehmet’i karşılamaya çıkan Bizanslı hatunların ettiği “nadide lâflar” üzerineydi! Şöyle dedi Erdoğan: “Birileri bizim tarihimizin maalesef haremden ibaret olduğunu iddia ediyor. Fetih dediğiniz kavram savaşarak, birilerin boynunu kopararak, işgal ederek, sömürmek için yeni topraklar elde etme girişimi değil, tam tersine kapıdan önce kalpleri açma girişimidir. Fetih, sevgi medeniyetini yakın uzak diyarlara taşımaktır. Kılıcın değil, kalemin egemenliğine inanmaktır. Onun için İstanbul’un fethinde Bizans’ın hanımları Fatih Sultan Mehmet’i, Akşemseddin’i karşılarken, «Başımızda kardinal külahı görmektense Osmanlı sarığı görmeyi arzu ederiz» demişlerdir. Çünkü birinde adalet, birinde zulüm vardı. Bizim tarihimize yön veren kalemden ve kitaptan kimse bahsetmiyor, bahsetmek istemiyor.”
Evet, Erdoğan bu açıklamalarıyla, Osmanlı hakkında kendi inandığı “tarih tezini” koymuş oluyordu ortaya! Fakat hiç kimse Erdoğan’ın tarih konusunda saçtığı bu incilere itibar etmedi. Tam tersine, tarihçisinden köşe yazarına pek çok kişi, Erdoğan’ın Osmanlı tarihi hakkında ileri sürdüğü bu “nadide tezi” yerden yere vurdu. Erdoğan’ın açıklamalarındaki maddi hatalar bir yana, onun büsbütün bir “tarih cahili” olduğunu da delilli ve ispatlı olarak ortaya koydular. Erdoğan’a söylemek istedikleri şey şu oldu tarihçilerin: Eğer tarihi, inandığın bir ideolojinin ya da felsefenin arka bahçesi olarak düzenlemeye kalkışırsan, bu girişimin belki kısa dönemde politik olarak senin işine yarayabilir ama tarihi gerçekler karşısında er ya da geç gülünç duruma düşmekten de kurtulamazsın. Çünkü tarih uyduruk menkıbelerden ibaret bir hikâyeler yığını değil, bir bilimdir ve öyle ele alınmalıdır!
Ama “anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” demişler. Tarihçilerin çaldığı davul zurna da başkanlığa kilitlenen Erdoğan’a az geldi. Tarih konusunda devirdiği çamların yüzüne vurulması umurunda bile olmadı Erdoğan’ın. Çünkü onun amacı, tarih bilimine sadık kalmak falan değil, kendi tarih algısını, hitap ettiği kitleye gerçekmiş gibi yutturabilmekti. Evet, Erdoğan’ın yaptığı aslında bir ideoloji oluşturma gayretiydi sonuç olarak. Yüksek bir kürsünün üzerine çıkıp, oradan “ecdadımız” hakkında nutuk serdeden Erdoğan, tarihçilerin ve tarihle ilgilenen aydınların başlarının üzerinden arka sıralara bakarak, orada toplaşmış olan ahaliye hitap ediyordu aslında. Gerçek bir tarih bilincinden ve bilgisinden yoksun olan bu ahaliye Erdoğan kendi ideolojik tarih anlayışını, yani fetihçi bir büyük devletin ideolojisini benimsetmeye çalışıyordu. Kemalizm, misak-ı milli sınırları içerisinde inşa edilmeye çalışılan bir ulus-devletin ideolojisiydi. Bugün Erdoğan ve ekibinin yapmaya çalıştığı ise, bölgesinde büyük güç olmayı amaçlayan ve yayılmacı emeller taşıyan bir devlete ideoloji oluşturmaktır. Birincisinde içe kapanmacı, korunmacı, güvenlikçi politikalar (“yurtta sulh cihanda sulh” söylemi) belirleyici olurken, ikincisinde dışa açılmayı, bölgesinde emperyal bir güç olmayı hedefleyen politikalar belirleyici olmaktadır. Nitekim Erdoğan’ın bu son dönemdeki Osmanlı sevdası ve “ecdadımız” söylemi de işte bu yayılmacı politikaların bir gereği olarak anlaşılmalıdır.
Günümüz koşullarında Erdoğan’ın empoze etmeye çalıştığı bu devlet ideolojisi, dincilikle milliyetçiliği kaynaştırmaya çalışan bir ideolojidir. Peki ama bunu neden yapıyor Erdoğan? Çünkü “dinci oylar” onu başkanlığa taşımaya henüz yetmiyor da ondan! O nedenle de şimdi Erdoğan, kafası Türkçülükle, milliyetçilikle bulandırılmış olan MHP seçmenlerinin oylarına göz dikmiş durumdadır. Dolayısıyla, Erdoğan’ın milliyetçi söylemlerinin dozunun giderek daha da artacağını şimdiden söyleyebiliriz. Arada bir bu milliyetçi çıkışlarını dengelemek için demokrat rolü oynamaya da devam edecektir tabii ki. Ama onun süreç boyunca bir taktik olarak başvuracağı bu demokratlık gösterileri, büyük bir ihtimalle gene de bir parantez olarak kalacaktır!
link: Mehmet Sinan, Bonapartlaşan Erdoğan ve AKP Burjuvazisi, 28 Kasım 2012, https://marksist.net/node/3276
“Kaybedenler Kaybedecek!”
Neo-Nazi Davasının Ardındaki Gerçekler