Faşizm olgusu, dünya işçi sınıfının yükselen mücadelesini boğmak isteyen burjuvazinin bir karşı-devrim saldırısı olarak Birinci Dünya Savaşı sonrasında peydah oldu. Fakat faşizm kelimesinin kökü asırlar öncesine dayanıyor. Roma İmparatorluğu’nda üst düzey yöneticilerin muhafızları, “fasces” isimli sembolik ve ihtişamlı baltalar taşırlardı. Güç ve yargı yetkisini sembolize eden bu baltalar, aynı zamanda imparatorluğun otoritesini de temsil etmekteydi. Tarih boyunca çok uzun süre hüküm sürmüş Roma İmparatorluğu çöktü. Roma’dan asırlar sonra “fasces”, faşizm kavramının oluşturulmasına da ilham verdi. Olağanüstü bir rejim biçimi olan faşizm, yeni dönemin egemenlerinin sarsılan otoritesini sağlamlaştırma ve isyan eden kitlelere karşı gücünü gösterme aracı olarak şekillendi. Bu kavrama isim babalığı yapan ve onun ilk uygulayıcısı olan Benito Mussolini İtalya’da, onun izinden giden Hitler Almanya’da, Franco ise İspanya’da faşizmin kurumsallaşmasına liderlik ettiler. Art arda kurulan totaliter diktatörlüklerle birlikte Avrupa faşizm karanlığı ile tanıştı.
Faşizm, 20. yüzyılın ilk yarısında Avrupa’da ortaya çıkmışken ikinci yarısında ağırlıklı olarak Latin Amerika’da belirdi. Latin Amerika’nın emekçi halkları da Avrupalı sınıf kardeşleri gibi pek çok altüst oluştan geçecek, yükselen mücadele dönemlerini yaşadığı gibi savrulmaları ve yenilgileri de yaşayacaktı. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Paraguay, Brezilya, Arjantin, Uruguay, Bolivya, Şili gibi pek çok ülkede faşizm egemenliğini ilan etti ve o uğursuz rolünü oynadı. Avrupa’daki örneklerin aksine faşizm, Latin Amerika’da ABD emperyalizmi destekli askeri darbelerle iktidara kuruldu. Emperyalistler, “Condor Planı” dedikleri bu askeri faşist darbeler zinciriyle Latin Amerika’daki siyaseti, halklara tarifsiz acılar yaşatma pahasına dizayn etmeye giriştiler. Condor Planı doğrultusunda Latin Amerika’nın güçlü devrimci kökleri yok edilmeye, toplumsal muhalefet bastırılmaya ve rayından çıkan kapitalist işleyiş tekrar rayına oturtulmaya çalışıldı. Bu planın varlığı 2000’li yıllarda ABD tarafından itiraf edilirken, uygulamaya konulduğu 70’li ve 80’li yıllarda on binlerce devrimcinin ve muhalifin tutuklanmasına, “kaybedilmesine” veya infaz edilmesine sebep oldu. Fakat Latin Amerikalı işçi ve emekçiler de aynı Avrupa’daki sınıf kardeşleri gibi faşizme karşı çeşitli araçlarla mücadele etmekten geri durmadılar. Böylece geriye sadece faşizmin yarattığı yıkım ve acılarla sınırlı dersler değil, faşizme karşı mücadele örnekleri de bıraktılar. Gelecek kuşakların tarihsel iyimserliğinin oluşmasına onlar da katkı sundular.
Şili ve Uruguay: “NO AL FASCISMO!”
15. yüzyılda Batılı sömürgeciler tarafından “keşfedilen” (esasında işgal edilen) Amerika kıtasında, yeraltı ve yerüstü zenginlikleri yağmalanmış, yerli halk ya katledilmiş ya da köleleştirilmiştir. “Beyaz Adam”, Amerika’ya uygarlık (!) götürürken türlü asimilasyona da imza attı. Meselâ İspanyol ve Portekizlilerin Amerika’nın güney bölgesini paylaşmalarıyla birlikte, burada konuşulan yerli dilleri zamanla kaybolarak yerini İspanyolca ve Portekizceye bırakmıştır. Bu nedenledir ki Şili ve Uruguay’da İspanyolca konuşulur. Fakat Şilili ve Uruguaylı emekçiler, sadece konuştukları dil veya kültürel bakımdan değil tarihsel açıdan geçtikleri süreçler ve bu süreçlerde ortaya koydukları tutumlarla da birbirine benzerler. Bu benzerliklerden biri de, bu topraklarda yaşayan emekçi halkların, askeri faşist diktatörlüklerin gerçekleştirdiği referandumlarda (Uruguay 1980, Şili 1988) aynı dilde “No al Fascismo/Faşizme Hayır!” demiş olmalarıdır. Faşist darbecilerin gerçekleştirdiği ve “HAYIR” sonucu çıkan bu iki referandum sürecini incelemek, geçmiş deneyimlerden yararlanmak açısından bugün oldukça değerlidir.
Bu değerli tarihsel örneklerden biri olan Uruguay’da Tupamarolar olarak bilinen gerilla hareketi, 1965’ten itibaren güçlenmeye, emekçi halkın önemli bir kısmına nüfuz etmeye başlamıştı. 70’lerin başına gelindiğinde başını bu gerilla hareketinin çektiği toplumsal muhalefet, rejimi tehdit eder hale gelmişti. Devlet başkanı Jorge Pacheco Areco ve sermaye grupları, bu durum karşısında silahlı kuvvetleri “ayaklanma karşıtı mücadele” yetkisiyle donattı. Aynı zamanda CIA eğitimli kontr-gerilla güçleri devrimcileri infaz etmeye, halkı korkutup pasifize etmeye çalıştılar. Sol ve sosyalist hareket, azdırılan faşist teröre, inşa ettiği “Geniş Cephe” ile karşı koymaya çalıştıysa da başarılı olamadı. Uruguay’da 1973’te emperyalizmin “Condor Planı” doğrultusunda askeri faşist bir diktatörlük kuruldu. Devrimci bir sınıf önderliğine sahip olmayan Uruguaylı emekçiler, burjuvazinin bu saldırısını engelleyememişlerdi. Sonuç olarak kurulan askeri faşist diktatörlükle tutuklamalar, işkenceler, infazlar, baskılar, basına sansür ve türlü saldırılar rutin uygulamalar halini aldı. İşçilerin yüzde 90’ını kapsayan sendikal konfederasyon CNT dâhil tüm sendika ve kitle örgütleri kapatıldı. Kamu emekçilerinden rejime bağlılık yemini istendi. Güçlü bir mücadele mevzisi olan üniversite ordu tarafından işgal edildi. Darbe öncesi birer mücadele aracı haline gelen futbol taraftar grupları dağıtıldı. Güney Amerika’nın bu en küçük ülkesinde her beş kişiden biri, o dönem politik tutuklu statüsündeydi ve sistematik işkenceden geçirilmişti. Toplumsal olarak çekilen acılar ve ödenen bedeller ağırdı. Fakat her şeye rağmen faşist dikta rejimi, güçlü köklerinden beslenen toplumsal muhalefetin yeniden yükselişini engelleyemedi.
1980 yılı Dünya Kupası elemelerinde Uruguay futbol takımının başarısından faydalanmak isteyen faşist cunta, anayasayı değiştirmek için referanduma gitti. Anayasa değişikliği ile ordunun ipleri elinde tutması koşuluyla faşist rejimden sivil görünümlü bir olağanüstü yönetim biçimine geçilmesi hedefliyordu. Hazırlanan anayasa ile yasama, yürütme ve yargı asker üyelerden oluşacak organların elinde kalacaktı. Fakat faşist cunta şefleri, bu referandumda beklemediği bir yenilgi aldılar. Uruguay’da kitleler askeri cuntanın sunduğu anayasayı resmi rakamlara göre %57 hayır oyuyla reddetti. Çıkan sonuç faşist cuntacılar açısından bir sürprizdi. Fakat bu sonuç kolay elde edilmemişti. Yoğun baskı ve yasaklar altında sabırlı ve sebatlı bir çalışma yürüten sosyalistler, işçiler, emekçiler, “Hayır” propagandasını çeşitli şekillerde sürdürmeyi görev bildiler. Öyle ki referandum süreci boyunca insanlar birbirlerine “Günaydın” yerine “Hayır!” diyerek propaganda yapar hale gelmişti. Bu çalışmaların neticesinde çıkan “Hayır” oyu, Uruguay’da faşizmin çözülüşünün dönemeç noktası oldu.
Uruguay’ın dışında güçlü demokrasi mücadelesi geleneğine sahip bir başka Latin Amerika ülkesi de Şili’dir. Şili’de de aynı Uruguay’da olduğu gibi 60’ların ortalarından itibaren toplumsal muhalefet yükselişe geçmişti. 1970 yılında yapılan seçimlerde işçi ve emekçiler, sosyalist Allende’yi devlet başkanı, sol ve sosyalist partileri içeren Halk Birliği’ni (Unidad Popular) ise hükümet yaptılar. İşçi ve emekçiler, oy verdikleri Birliğin hükümet olması ve hükümetin kimi reformlar yapmaya başlamasıyla birlikte sevinç yaşamaya başladılar. Fakat bu sevinç uzun sürmeyecekti. Burjuvazi, yükselen mücadele dalgasına ağır bir darbe vurmaya hazırlanıyordu ve Halk Birliği’nin reformist karakteri bu darbeyi bertaraf edebilecek nitelikten epeyce uzaktı! Nitekim 1973 yılında yerli burjuvazi ve emperyalizmin desteğini alan General Augusto Pinochet önderliğinde askeri faşist bir darbe gerçekleşti. İlk elden OHAL ilan eden cuntacılar, “iç düşman” olarak lanse ettikleri devrimcilere ve muhaliflere yönelik, iktidarda kaldıkları süre boyunca amansız bir savaş yürüttüler. Büyük bir kısmı darbeyi izleyen haftalar içinde olmak üzere 4 bin insan katledildi. Ülke genelinde toplama kampları kuruldu ve buralarda on binlerce tutsak işkenceden geçti. Yüz binlerce insan Şili’yi terk etmek zorunda kalarak sürgünlüğü yaşadı. Tüm siyasi partiler ve sendikalar kapatıldı. Latin Amerika’nın en kanlı diktatörlüklerinden birinin kurulduğu Şili’de faşizm, devrimci bir önderlikten yoksun işçi sınıfına çok ağır bir fatura kesti.
Pinochet, önceki ve sonraki tüm faşist liderler gibi kendisini ulusun kurtarıcısı ilan ediyor ve kendisine “Ariki Nui” (Büyük Şef) sıfatını yakıştırıyordu. Geçmişin “Führer”leri, “Duçe”leri, “El Caudillo”ları ya da günümüzün “Başkan”ları, “Reis”leri gibi o da kendisini dev aynasında görüyor, iktidarını kadir-i mutlak sanıyordu. Fakat öyle olmadı. Şili’de 1980’li yıllar faşist iktidarın giderek zayıfladığı ve sonunda çözüldüğü yıllar oldu. İlk olarak 1983-84 arasında öğrenci gençlik ve işçi sınıfı mücadelesinde önemli bir hareketlilik yaşandı. Uzunca süren bir sessizliğin ardından gelen bu hareketliliğin temelinde kuşkusuz yıllar süren faşist iktidara karşı biriken öfke, ekonomik bunalım ve yüzde 30’lara varan işsizlik önemli pay sahibiydi. Her ne kadar yükselen hareket, faşist iktidar tarafından kanla bastırılsa da önemli bir noktaya evrilerek, faşizmin çözülüşünü getiren toplumsal muhalefetin temellerini oluşturacaktı. 1987 yılına gelindiğinde, içerde biriken öfke ve uluslararası baskılar sonucu Pinochet sıkıyönetimi kaldırmak ve siyasal partilerin kurulmasına izin vermek zorunda kaldı. Bu tarihten bir yıl sonra da 15 senedir devlet başkanlığı yapan Pinochet, iktidarını bir dönem (8 yıl) daha uzatmak için referanduma gitmeye kalktı. Referandumdan çıkacak “Evet” oyuyla diktatörlüğüne meşruiyet sağlamayı ve sıkışmışlığını aşmayı amaçlıyordu. Sonuç ise kendisi ve şürekâsı için hüsrandı! Şilili emekçiler, Pinochet faşizmine bu referandumda yüzde 56 oyla “Hayır!” dedi.
Elbette referandumda çıkan bu anlamlı sonuç kolay elde edilmemişti. Öncelikle belirtelim ki, Şili’de referandum nasıl işçi ve emekçiler cephesi için hayati bir önem taşıdıysa faşizm cephesi için de bir o kadar önemliydi. İktidarı kaptırmak istemeyen cunta şefleri, referandum süreci boyunca ellerinden geleni yapmış ama başarılı olamamışlardı. Faşist iktidar, karakteri gereği yalana, manipülasyona, hileye, baskıya ve saldırıya referandum çalışmaları boyunca da başvurmaktan geri durmadı. Cuntacılar, kendi iktidarlarında (“Yeni Şili”) işçilerin ev ve araba sahibi olmaya ve sınıf atlamaya başladığı yalanını propaganda etmeye başladılar. Kendi iktidarları öncesinde (“Eski Şili”) kaos ve istikrarsızlık yaşandığını vurguladılar. Pinochet’yi ülkesine hizmet etme aşkıyla yanıp tutuşan bir lider ve Şili’nin kurtarıcısı olarak pazarladılar. “Milli irade”ye çok önem verdiği yalanını her fırsatta dillendiren Pinochet ise “Ben yönetiyorsam siz yönetiyorsunuz demektir” ve “Büyük Şili için Evet!” sloganlarını kullandı. Bugünün egemenlerinin dilinden dökülenlere ne kadar benziyor değil mi?
“Hayır” cephesi ise referandumu, faşist diktatörlüğü devirmek için bir şans olarak görüyordu. Bu bakış açısıyla 14 muhalif siyasal parti, “Hayır” paydasında bir araya gelerek ortak bir referandum kampanyası yürütmeye başladı. Referandum sürecinde taraflara devlet televizyonunda 15’er dakikalık propaganda yapma imkânı tanınmıştı. “Hayır” cephesi bu imkânı liberal bir reklâmcının yönetiminde “pozitif” bir kampanya yaparak kullanma kararı almış, korku yaratacak olumsuz kelimeleri kullanmaktan kaçarak “renkli ve muzip” bir dil kullanmayı tercih etmişti. Bu bağlamda her gün televizyonda yayınlanmak üzere “Hayır” videoları ve “No lo quiero No” isimli bir müzik hazırlanmıştı. Fakat Pinochet faşizmine ağır bir darbe anlamına gelen yüzde 56’lık “Hayır” sonucunda, sanıldığının aksine bu müzik ve videoların payı küçüktü. Zira o dönemde Şilili emekçiler televizyon sahibi değillerdi! Referandumun yapıldığı tarihten 10 sene sonra yapılan sayımlara göre bile Şili’de her 1000 kişiden sadece 205 kişinin televizyonu vardı ve çok açık ki referandum döneminde bu oran çok daha azdı!
Şili’de “Hayır” kampanyasının başarıya ulaşmasında sosyalistlerin, komünistlerin ve mücadeleci işçilerin etkin çalışması başat bir rol oynamıştı. Büyük ve stratejik fabrikalarda, sendikalar içinde ve üniversitelerde merkezi ve ısrarlı bir kampanya yürüten işçi sınıfının temsilcileri, büyük ve anlamlı işlere imza attılar. Örneğin resmi kayıtlarda seçmen olarak görünmeyen yüz binlerce işçiyi tek tek seçmen olarak kaydettirdiler. Ev-ev, fabrika-fabrika dolaşarak işçilere “Hayır”ı anlattılar. Özellikle öğrenci gençlik içerisinde baskılar ve umutsuzluk nedeniyle sandığa gitmeme eğilimi yaygındı. Bu eğilimi kırmak üzere özverili bir çaba yürüttüler. Yüzde 97,5 gibi büyük bir katılımla gerçekleşen 1988 Şili referandumunda çıkan “Hayır” oylarında, bu isimsiz kahramanların payı büyüktür! Şili’de faşizm, bu çabaların ve özel olarak referandum çalışmalarının sonunda tarihe karıştı.
Faşizm bugün de ciddi bir tehdittir
Faşizm sadece mazide olmuş-bitmiş bir olgu değil, aynı zamanda bugün tarihsel bir çıkmazda bulunan kapitalizmin egemenliği altında çok ciddi bir tehdit! Günümüzde pek çok ülkede faşist hareketler ciddi bir yükseliş yaşıyor. Türkiye’de ise egemenler, totaliter diktatörlüğü adım adım inşa ediyorlar. 15 Temmuz darbe girişimini fırsata çeviren siyasi iktidar, burjuva demokrasisinin esası olduğu söylenen kuvvetler ayrılığını (yasama, yürütme ve yargı güçlerinin birbirinden ayrılmış olması) fiilen ortadan kaldırdı. Tüm kuvvetler, Erdoğan’ın elinde toplandı. AKP ve Erdoğan, şimdilik fiili bir nitelik taşıyan bu durumu 16 Nisanda yapılacak referandumda “Evet” oyu çıkması halinde kurumsallaştırmaya çalışıyor. Fakat iktidarın işi o kadar kolay değil! Yapılan anketlerden de görüldüğü üzere şu anda geniş bir blok bu anayasa değişikliğini istemiyor.
16 Nisan bizim açımızdan sonuç her ne olursa olsun her şeyin bir anda değişeceği bir gün değildir. Fakat nasıl referandumda egemenlerin istediği doğrultuda bir sonuç çıkması halinde işçi ve emekçileri daha fazla acı ve yıkım bekliyorsa, sandıktan çıkacak tersi bir sonucun karanlığı dağıtacak mücadele ateşinin kıvılcımına dönüşme ihtimali de vardır. Bu nedenle işçi sınıfının yaklaşan referandumda güçlü bir şekilde “HAYIR” demesi geleceği açısından önem taşıyor. Tarihte benzer süreçlerden geçen ve “HAYIR”ı başarılı bir şekilde ören işçilerin, sendikacıların, devrimcilerin mücadele pratiği, bugünün Türkiye’sinde “Totaliter Diktatörlüğe Hayır!” diyen mücadeleci işçilere yol gösteriyor.
link: Yılmaz Seyhan, Latin Amerika’da İki Referandum ve İki “HAYIR”!, 24 Mart 2017, https://marksist.net/node/5541
Yaptıklarınız Yapacaklarınızın Garantisi!
Kemal Kurkut