Dünya tarihinin bugüne kadarki rakamsal olarak en büyük “şirket birleşmeleri” dönemi yaşanıyor.[1] Birleşmeler, nadiren şirketlerin sermayelerini ve yönetimlerini birleştirmeleri, genelde ve esas olarak ise birinin diğerini satın alarak yutması biçiminde gerçekleşiyor. 2015 yılında küresel tekellerin aralarındaki birleşmelerle, birleştirdikleri sermaye hacmi 5 trilyon doları aştı. Dünya ekonomik krizinin “finans krizi” biçiminde göründüğü 2008 yılının arifesinde, yani 2007 yılında da şirket birleşmeleri muazzam düzeyde artarak 4,6 trilyon dolarlık bir hacme ulaşmıştı. 2015 yılında şirket birleşmelerinde rekor rakamlara ulaşılması, tekelleşmenin vardığı düzey ve varsıl-yoksul uçurumunun büyümesi vb., kapitalist sistemin yaşadığı tarihsel krizin yansımalarıdır.
10 büyük birleşme anlaşmasının 7’si ve 2015 yılının birleşme hacminin yaklaşık yarısı ABD’li şirketler tarafından gerçekleştirildi. Bu büyük anlaşmaların her birinde birleşme ile ortaya çıkan sermaye 50 milyar doların üzerinde. En büyük 10 birleşmenin toplam hacmi 700 milyar doları aşıyor. Bu dev tekellerin yıllık üretimlerinin, yatırım sermayelerinin çok daha üzerinde olduğu hesaba katılırsa dünya kapitalizminin tekelleşme yönündeki adımlarının büyüklüğü daha iyi anlaşılır. Sektörel olarak şirket birleşmelerinin sağlık ve teknoloji alanlarında yoğunlaştığı görülüyor.
Birleşen şirketlerin sermaye hacmi sağlık sektöründe 723 milyar 700 milyon doları, teknoloji sektöründe ise 713 milyar 100 milyon doları buluyor. Pfizer ve Allergan ilaç tekelleri arasındaki 160 milyar dolarlık anlaşma, 2015’in en büyük birleşme anlaşması oldu.
(Tablo t24.com.tr sitesinden alınmıştır)
Küresel ekonomik kriz kronik bir hal almış durumda. 2008’de yaşananlardan daha ağır bir dönem bekleniyor. Kapitalizmin olağan tarihsel eğilimi olan tekelleşme, kriz dönemlerinde olağanüstü sıçramalarla ilerler. Sadece şirket birleşmeleri değil, batan ve kapanan işletmelerin pazar payları da ayakta kalanlarca yutulur. 1870’lerde yaşanan krizin ardından tekelleşme süreci hızlanmıştı. Sanayi sermayesi ile banka sermayesinin kaynaşması tekelleri ekonominin ana gücü haline getirmişti. Tekelci sermaye, daha kârlı alanlara yatırım yapma ihtiyacıyla, az gelişmiş ülkelere sermaye ihraç etmeye girişmişti. Dünyayı sömürgeleştirme, siyasi etki alanını genişletme ve dünya pazarlarına hâkim olma yarışı 20. yüzyıl başlarında kapitalizmin emperyalist aşamaya varmasıyla sonuçlanmıştı. Tekelleşme süreci 20. yüzyıl boyunca da dev adımlarla ilerledi. Bugün dünya piyasaları hiçbir tereddüde yer bırakmayacak ölçüde dev tekellerin hâkimiyeti altındadır.
Tekelleşmenin artmasının ve tekellerin maliyetleri düşürmek üzere aldıkları önlemlerin, işçi sınıfının önüne çıkardığı ağır faturayı da unutmamak gerekiyor: İşten çıkarmalar, tasfiye edilen üretim tesisleri, kapanan departmanlar… Açık ki maliyet azaltmaya dönük adımlar işçi sınıfı açısından hiç de hayırlı sonuçlar doğurmuyor. Toplu işten çıkarmalar ve ortalama ücretlerin düşürülmesine yönelik çabalar, “şirket birleşmelerinin” olağan uygulamaları arasındadır. Örneğin 2014 yılında Fransız mühendislik şirketi Alstom’u 9,7 milyar euroya satın alan ABD kökenli çok uluslu tekel General Electric 2016 yılının ilk aylarında Avrupa genelinde 6500 işçiyi işten çıkartacağını açıkladı. Şirketin maliyetleri düşürerek 3 milyar dolarlık tasarruf sağlama planından işçilerin payına düşen bu.
Tekelleşmenin yarattığı maliyet avantajları tüketicilere de kolayca yansımaz. Çünkü tekelleşme süreci, tekelci fiyatlandırmaya yol açar. Tekelleşme süreci piyasadaki daha zayıf rakip şirketlerin tasfiyesine yol açtığı gibi, yeni rakip şirketlerin piyasaya girmesini de zorlaştırır. Piyasayı ele geçiren az sayıdaki büyük sermaye grubu fiyat karteli oluşturmak için elverişli bir ortam yakalar. Piyasadaki şirketler arasında fiyat rekabeti bir süreliğine de olsa ortadan kalkar. Dolayısıyla tüketiciler, ürünler için daha yüksek bedel ödemek zorunda bırakılırlar.
Ancak tekelleşmenin rekabeti ortadan kaldırmadığını da unutmamak gerekir. Serbest rekabetin yerini tekelci rekabet alır. Oluşturulan fiyat kartellerinin de ömrü sınırlıdır. Kriz kapıya dayanıp şirketlerin elindeki mal stokları yığıldığında yine kıyasıya bir fiyat rekabeti başlar. Bu sefer küçülen piyasada pazar payını arttırma yarışı çok daha sert geçecektir. Şirketler bu rekabeti birbirlerinin yıkımı pahasına sürdürürler. Bu dönem de nihayetinde daha tekelleşmiş bir piyasanın oluşmasına neden olur.
Tekelci sermaye gruplarının hisseleri paylara bölünmüş olsa da hisselerin büyük bölümünün bir avuç ultra zenginin elinde toplandığı, tekelleşmeye paralel olarak bu ultra zenginler ile dünya üzerindeki milyarlarca yoksul arasındaki uçurumun yıldan yıla derinleştiği hesaplanabilen bir olgu. Credit-Suisse Araştırma Enstitüsü’nün 2015 Ekim verilerini referans alan bir araştırma, dünyanın en zengin 62 kişisinin elindeki toplam servetin, dünyanın en yoksul %50’sinin yani yaklaşık 3,5 milyar insanın servetine denk olduğunu ortaya koyuyor. Bu 62 ultra zenginin toplam serveti son 5 yılda 3 katına çıkarak 1,76 trilyon dolara ulaştı. Aynı dönemde dünya nüfusunun en yoksul %50’sinin toplam servetiyse %41 oranında azaldı. Dev tekellerin hâkimiyetindeki kapitalist dünyada bir yanda zenginlik öte yanda sefalet birikiyor.
2008’den daha ağır bir çöküş kapıda
“Gerek kapitalizmin geçmişte yaşadığı iki büyük kriz dönemi (1870’ler ve 1930’lar) ve gerekse 1970’lerden bu yana gelişip olgunlaşan uzun dönemli sistem krizi, kapitalizmin mevcut krizlerini ancak daha yıkıcı olanlarını hazırlama pahasına atlatabildiğini açıklayan Marx’ı fazlasıyla doğrulamaktadır.” (Elif Çağlı, Dünyanın Üzerinde Bir Heyula Dolaşıyor, 29 Kasım 2008)
20. yüzyılın başlarındaki ekonomik bunalım 1. Dünya Savaşına yol açmıştı. 1929’da başlayan bunalım, ekonomilerin militarizasyonuna ve 2. Dünya Savaşına yol açmıştı. 2. Dünya Savaşı sayesinde Avrupa’da üretici güçler yıkıma uğratılmış, 70 milyon insanın ölümü pahasına kapitalizm yeni bir ekonomik canlanma sürecine girmişti. Dünyanın ekonomik olarak daha geri bölgelerinin dünya kapitalizmine entegre edilme çabalarıyla canlılık 70’lere kadar devam ettirildi. 70’lerde kriz bir kez daha kapıyı çaldı. 70’li ve 80’li yıllarda bir dizi ülkede askeri darbeler ve tüm dünyada yaygınlaştırılan neo-liberal politikalar gündeme geldi. Egemenler, hem işçilerin sosyal haklarını gerileterek hem de gelişmekte olan ülkelerin emperyalist sisteme daha derinden entegrasyonunu sağlayarak kârlı yatırım ve pazar alanı sorununu çözmeye çalıştılar.
90’lı yıllarda kapitalizm SSCB ve Doğu Bloku’nun kapitalist sisteme entegrasyonu ile yatırım ve pazar alanını genişletmiş oldu. Bu gelişme kapitalizme hem ekonomik hem de siyasi açıdan bir nevi “gençlik aşısı” idi. İşçi sınıfının yenildiği, sosyalizmin öldüğü ilanıyla beraber işçi sınıfına yönelik neo-liberal saldırılar da güçlendi. Ne var ki Rusya ve Çin gibi ülkeler ilerleyen yıllarda dünya rekabetine ve emperyalist paylaşım kavgalarına giderek daha fazla müdahil olacak, Batılı kapitalist güçlerin karşısına yeni emperyalist rakipler dikilecekti. Emperyalist sisteme daha derinden entegre edilen gelişmekte olan ülke ekonomileri de dünya rekabetini kızıştıracak, hatta kendi bölgelerindeki emperyalist hegemonya mücadelelerine katılacaktı.
Yine 90’lı yıllardan itibaren bilgisayar teknolojilerinin ve internetin gelişmesinin dünya çapında hem mal dolaşımının hem finans piyasalarındaki sermaye akışlarının hızlanması gibi dünya ticaret hacmini arttıran, dolayısıyla kapitalizmi canlandıran etkileri görüldü. Dünya borsalarının ve finans piyasalarının küresel entegrasyonu sermayenin hareket alanını genişletti. Ama artık finansal krizler de küreselleşmişti.
Kısacası 90’larda kapitalist ideologlara tarihin sonunu ve kapitalizmin mutlak zaferini ilan ettirten gelişmeler, ilerleyen yıllarda kapitalizmin daha derin krizleri hazırlamasına yol açacaktı; tam da Elif Çağlı’nın hatırlattığı gibi. Ekonomik kriz, çağımızda kapitalizmin içerisine yuvarlandığı sistem krizi ile karakterize olmaktadır. Kapitalizmin iktisadi çevrimleri (canlanma, boom, kriz ve durgunluk döngüsü) artık basit bir biçimde tekrar etmiyor. Kriz ve durgunluk dönemleri 2-3 yıl içerisinde geride bırakılamıyor. [2]
Milenyum dönemeciyle birlikte gelişen sistem krizi 2008’de artık gizlenemez biçimde açığa çıktı. Dünyanın tüm kapitalist güçleri, krizin büyük bir yıkıma dönüşmemesi için seferber oldular. Kapitalist devletler krizin yıkıcı etkisinin önüne geçebilmek üzere kesenin ağzını açtılar. Kamu fonlarını tekelleri kurtarmak için kullandılar. Trilyonlarca dolar harcayarak piyasayı canlandırmaya çalıştılar. Büyük kamu açıkları vererek borçlanmak, ulusal paralarını devalüe etmek gibi yöntemlerle çöküşün etkisini sınırlandırmaya uğraştılar. Bu arada krizden çıkış için harcayabilecekleri barutlarını da büyük ölçüde tüketmiş oldular. Devletlerin borç stokları arttı. Buna karşın 2008’den bu yana krizi aşmaları mümkün olmadı.
2008’de kriz patlak verdiğinde Çin, dünya ekonomisinin lokomotifi işlevini üstlenmişti. %10’lara varan yıllık büyüme oranları dünya sermayesi için can simidiydi. Bugün Çin ekonomisi de yavaşlama trendine girmiş durumdadır. 2011-2013 arası Çin, ucuz krediler, büyük inşaat yatırımları, para biriminin değerini düşük tutma gibi önlemler alarak ve iç piyasasını büyütmeye çalışarak ihracatın daralma eğilimine girmesinin etkisini kırmaya çalışmıştı. Bu ekonomik önlemler de birkaç yıl içerisinde barutunu tüketti. Artık Çin’de %10’luk büyüme oranlarından değil, %4’lere gerileyen büyüme oranlarından söz ediliyor. Brezilya, Türkiye gibi 2008 dönemecinde hızlı büyüyen diğer ekonomiler de son birkaç yıldır yavaşlama eğilimindedir. Brezilya ekonomisi 1929 krizini takip eden yıllardaki gibi daralmaya başladı. Rusya ekonomisi durgunluk yaşıyor. Hindistan’da şirketlerin şişen kredi borçları sorunu yeni yatırım ve kredilendirme riskini arttırıyor. 2016 yılına borsa düşüşleriyle girildi. Yılın ilk üç haftasında dünya borsalarında şirketlerin hisse değerlerindeki toplam değer kaybı 5,7 trilyon doları buldu.
Başka çıkış yok!
Tarih Marx’ı haklı çıkardı. Gerçekten de kapitalizmin krizden çıkış için attığı her adım ileride daha büyük krizleri hazırlamaktan başka sonuca yol açmıyor. Küreselleşme, bir zamanlar iddia edildiği gibi kapitalist ekonomiye sonsuz bir hayat enerjisi sağlayamadı. Kapitalizmin krizleri de küresel bir karakter kazandı. Kapitalist devletler borç batağındadır. Krizi atlatmak için ekonomiye yapabilecekleri müdahalelerin sınırları daralıyor. Ülke ekonomilerinin yavaşlaması tüm dünyada kronik bir hale geldi.
Üretici güçler toplumsal ve küresel bir karakter kazanırken üretim ilişkilerinin özel mülkiyete dayanıyor olması ve dünyanın kapitalist ulus-devletlere bölünmüşlüğü insanlığa ağır bedeller ödetiyor. Sermayenin genişletilmiş yeniden üretim döngüsünün sürdürülebilirliği giderek zorlaşıyor. Sistem krizi derinleşiyor. Bu ağır krizin faturasının kesildiği işçi sınıfının, kapitalist düzenin miadını doldurduğu ve artık tarihin çöplüğüne atılması gerektiğinin bilincine vararak isyan etmesi burjuvazinin kâbusudur.
“Şimdi kapitalizmin küresel krizine ilişkin haberler dünyayı sardıkça, burjuvaların aklına da, kapitalist sistemin ölmeye yazgılı olduğunu yıllar öncesinden bilimsel kanıtlarıyla kâinata ilan eden Marx’ın hayali düşüyor. Günümüzde dünyanın üzerinde burjuvazinin yüreğine korku salan bir heyulâ dolaşıyor. Ne mutlu ki tarih, devrimci Marksistler olarak savunduğumuz fikirlerin ve yazdıklarımızın yalancısı çıkartmayacak bizleri. Marksizm, burjuva ideolojisi ve onun peşinden sürüklenen inkârcı ve dönek unsurların marifetiyle yok sayılmaya çalışılan dünya işçi sınıfının elinde ışıldamaya, gerçek gücüne kavuşmaya başlayacak.”
“Kapitalizmin büyük kriz dönemlerinin genelde devrimci durumlara gebe olduğu tespitini yaparken, son derece önemli bir gerçekliği de gözden kaçırmamak gerekir. Kapitalizm ekonomik krizleriyle kendiliğinden yıkılmayacağı gibi, kriz dönemlerinin devrimci doğrultuda olgunlaşması da kendiliğinden gerçekleşmeyecektir. Devrimci öncünün mücadelesi sayesinde işçi sınıfı bilinç ve örgütlülük düzeyi bakımından avantajlı kılınabilirse, ciddi bir kriz dönemi devrimci bir durumun olgunlaşması doğrultusunda gelişebilir. Aksi halde, krizlerin neden olduğu sarsıntılı dönemler faşizm türü baskıcı burjuva rejimlere kitlesel destek yaratılmasıyla da sonuçlanabilir. Kısacası krizin yaratacağı devrimci fırsatların değerlendirilebilmesi, devrimci bir önderliğin olup olmamasına ve toplumun geniş emekçi kesimlerinin işçi sınıfının devrimci örgütlülüğü etrafında harekete geçirilip geçirilmemesine bağlıdır.” (Elif Çağlı, Dünyanın Üzerinde Bir Heyula Dolaşıyor)
Dünya üretiminin çok büyük bir kısmının “anonim” sermayeli şirketlerin elinde olması, tekelleşme olgusu, içerisinden çıkılamayan ekonomik kriz, kapitalizmin sistem krizi, emperyalist savaş süreci, zenginlik ile yoksulluk arasındaki uçurumun derinleşmesi… Tüm bu gelişmeler üretici güçlerin özel mülkiyet zincirlerinden kurtarılması gerektiğinin ne kadar zorunlu hale geldiğini gösteriyor. Savaşlara, krizlere, yoksulluğa son vermek proleter dünya devriminin zaferiyle mümkündür. Üreten-yöneten ayrımının ortadan kalkacağı, dünya ölçeğinde planlı ekonomi temelinde tüm insanlık için bolluk ve refahın üretileceği bir sistem insanlığın yegâne kurtuluşudur.
[1] “Şirket birleşmesi” kavramı, burjuvazi tarafından, sermaye grupları daha büyük avantajlara ulaşmak için gönüllü bir biçimde anlaşarak birleşiyor, evleniyor havası yaratmak üzere kullanılıyor. Burjuvazinin “şirket birleşmeleri” ya da “şirket evlilikleri” diyerek sempatik göstermeye çalıştığı olgunun ardında aslında daha güçlü olan sermaye grubunun zora düşen daha zayıfları yutması ve böylelikle sermayenin tekelleşme sürecinin ilerlemesi gerçeği yatmaktadır.
[2] Ayrıntılı bir inceleme için bkz. Elif Çağlı, Kapitalizmin Krizleri ve Devrimci Durum, Tarih Bilinci Yay.
link: Serhat Koldaş, Kapitalizmin Krizi Derinleşiyor, Tekelleşme Artıyor, 8 Şubat 2016, https://marksist.net/node/4916
Kürt Düşmanlığı Sahalarda
İslamcı Burjuvazinin Sefahati