Gülhane Askeri Tıp Fakültesi (GATA) Nöroloji bölümünde, hareket bozukluğu (diskinezi) rahatsızlığı nedeniyle birliklerinden tedavi amaçlı olarak GATA’ya gönderilen 20 er üzerinde, izinleri alınmadan yasa dışı şekilde deneyler yapıldığı Nisan ayı başında ortaya çıktı.
2008 yılında “elektromanyetik alan” deneylerine tâbi tutulan hasta erlerin komutan emriyle koltuklara oturtulduğu ve art arda elektroşoka maruz bırakıldığı video kayıtlarında açıkça görülüyor. Video görüntüleri tüyler ürpertici. Kobay erlerin kimi kasılıyor, kimi kıvranıyor, kimi bilincini kaybediyor. 3 er elektroşoklar yüzünden sara nöbeti geçiriyor.
GATA Nöroloji bölümündeki 6 subay-doktor bu deneylerin raporlarını 2008’de Türkiye’de, 2009’da ise İtalya’da Dünya Nöroloji Kongresi’nde kullanıyorlar. Türkiye’de erler üzerinde deney yapılması sözde yasak ama komutanlar bu yasağı deliyor. Kobay olarak kullanılan erler tedavi edildiklerini sanıyorlar yani yapılanların deney olduğunu bilmiyorlar. Bir insanı haberi olmadan kobay olarak kullanmak suç. Komutanlar bu suçu işliyorlar. 3 erin sara nöbeti geçirmesine sebep oluyorlar, yani bu insanlara ciddi bir biçimde zarar vererek de suç işliyorlar. Askeri doktorlar deney yapmak için Sağlık Bakanlığı Etik Kurulu’ndan izin almayarak bir başka suça daha imza atıyorlar.
Skandalın ortaya çıkması üzerine Genelkurmay yapılan deneylerle ilgili “Bu çalışma için 27 Ocak 2009’da GATA Etik Kurulu’ndan onay alınmıştır” açıklaması yapıyor. Yani deneyci komutanlar 2008’de yaptıkları deney için 2009’da GATA Etik Kurulu’ndan onay almışlar. Önce yapıp sonra izin almak nasıl bir iş diye sormayın! Bu tür katakulli işlemler rütbelilerin yasadışı işler çevirirken sıklıkla başvurdukları yöntemlerdir. Örneğin birçok devlet kurumunda olduğu gibi önce ordu adına rüşvet çarklarının döndürüldüğü satınalmaları yapıp sonradan ihale dosyalarını kanunların gerektirdiği prosedürlere uydurmak alışılagelmiş bir yöntemdir. Kısacası geriye dönük prosedüre uydurma yöntemleri, ordunun gayrı-resmi teamülleri içerisinde vardır. Komutanların bu tür maharetlerini şimdilik bir kenara bırakalım.
Kobay erler skandalının video kayıtları ortadadır. Şimdiden sonra komutanlar katakulli de çevirseler GATA-kulli de yapsalar işledikleri suçları gizleyemezler. Kobay olarak kullanılan erler yaptıkları açıklamalarda deneyden ve kobay olarak kullanıldıklarından haberleri olmadığını, tedavi edildiklerini sandıklarını, kandırıldıklarını ve kullanıldıklarını, komutan emrettiği için hiç itiraz etmeden denileni yaptıklarını söylüyorlar:
“2008’de Amasya’da kısa dönem askerlik yapıyordum. Epilepsi şüphesiyle 16 gün GATA’da yattım. O şok bana da uygulandı. Bize tedavi amaçlı olduğunu söylediler. Görüntüleri televizyonda izledikten sonra şok oldum. Elektrik verilmesinden sonra kasılma olunca kameraya çektiler. ‘Görüntüleri heyete, profesörlere sunacağız’ dediler. (…) Ayak ve el bileklerine kablo bağlanıp elektrik verilince hoplatıyordu. 1 saat 45 dakika sürdü. Deney olduğunu bilmiyorduk. Komutanlarımıza itimat ettik, buna mecburduk. Emrettiler, biz de yerine getirdik.” (B.T., Şanlıurfa)
Burjuva ordunun emir-komuta zinciri, astların üstlere boyun eğme zorunluluğu, kobay olarak kullanılan erlerin kendilerine yapılanları sorgulamasına olanak tanımıyor. Zaten Türkiye’de subaylar, kendilerini devletin sahibi, vatandaşları da devletin kulları olarak görmeye meyyaldir. Bu zihniyetin üzerine kariyer kaygıları da eklenince erlerin kobay olarak kullanılmasının zemini döşenmiş oluyor.
GATA’daki askeri doktorların bilim aşkıyla suç işlediklerini ileri sürecek birisinin, kapitalizmde bilimin sınıflar üstü olduğunu ve insanlığa hizmet ettiğini sanacak naiflikte olması gerekiyor. Kapitalist düzende bilim kapitalist egemenlerin çıkarlarına hizmet eder. Sağlık sektöründe sürdürülen tıbbi araştırmalar ve devletlerin onayıyla gerçekleştirilen deneyler bu gerçeği çarpıcı biçimlerde karşımıza çıkarıyor.
GATA, bilim ve tıp adına insanları kobay olarak kullanan, insanlık suçu işleyen ilk kurum değil elbette. Gerek kapitalist devletlerin orduları gerekse de özel sektörde faaliyet gösteren ilaç şirketleri şimdiye değin bilimsel araştırma adı altında gerçekleştirdikleri sayısız tıbbi deneyde akla hayale sığmayacak insanlık suçları işlediler.
Marksist Tutum’un 2008 yılı Ocak sayısında yayınlanan bir yazıda (Kerem Dağlı, İnsanlık Kapitalizmin Deneme Tahtasında), sağlık sektöründeki dev şirketlerin ve kapitalist devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda, bilimsel araştırma adına nasıl insanlık suçu işledikleri çarpıcı örneklerle anlatılıyordu:
“Bilimsel çalışmaların deneyler yapılmaksızın ilerlemesi düşünülemez. (…) Ancak bu gerçeklik ya da zorunluluk –ki bilimin ilerlemesiyle aşılması mümkün bir durumdur– ilaç tekellerinin ve kapitalist devletlerin işlediği insanlık suçlarını ortadan kaldırmamaktadır. Çünkü bahsettiğimiz konu, bir bilim insanının, örneğin kanser hastalığına çare olacak bir ilacı gönüllü kanser hastaları üzerinde denemesi türünden bir şey değildir. 20 milyonluk bir megapol olan New York gibi bir şehir üzerine gönderilen bakteri yüklü bulutlardan ve farkında olmadan hastalanan milyonlarca insandan bahsediyoruz.”
Büyük ilaç tekelleri ve istihbarat servisleri, devletlerin bilgisi dâhilinde pek çok biyolojik ve kimyasal silah deneyini kamuoyundan gizleyerek yapıyor. Bu yüzden şimdiye kadar deneylerin pek azı ortaya çıktı. Büyük tekellerin maaşlı uzmanlarıyla dolu olan Dünya Sağlık Örgütü gibi kurumlar, “ticari sır” gerekçesiyle deneylere ilişkin verileri açıklamaktan imtina ediyorlar. Yine de ortaya çıktığı kadarıyla deneyler, kapitalistlerin milyonlarca insanın hayatını değil kendi kârlarını önemsediklerini gösteriyor.
Kim umursar bilimsel etiği?
20. yüzyıl başlarına kadar bilim adamları, tıbbi deneyleri kendileri üzerinde gerçekleştirir, riskli durumlarda gönüllüleri, savaş esirlerini ya da köleleri kullanırlardı. Bu deneyler henüz geniş kitleleri tehdit edecek boyutlara ulaşmamıştı. Emperyalizm çağıyla birlikte yükselen dev ilaç tekelleri, binlerce araştırmacı çalıştırmaya ve on binlerce insanın denek olarak kullanıldığı deneyler gerçekleştirmeye başladılar. Günümüzde ilaç deneyleri milyarlarca dolarlık dev bir sektör oluşturmaktadır. Kapitalizmin emri altında çalıştırdığı binlerce araştırmacı, tekellerin kârı uğruna bilimsel etiği bir yana bırakarak akıl almaz deneyler yapabiliyor artık.
20. yüzyıl başlarında, geçmişte binlerce insanın ölümüne yol açan veba, verem, sıtma, tifüs gibi salgın hastalıklara karşı etkili ilaçlar geliştirilmeye başlandı. Kapitalist devletler, salgın hastalıklardan telef olan ordularını kurtarmak için ilaç tekellerine büyük paralar ödemeye hazırdı. Böylece devletlerin de desteğiyle ilaç tekelleri kalabalık insan gruplarını kobay olarak kullanmaya başladı.
“ABD’de, Filipinli mahkûmlara ‘malarya ve kolera’, Küba’daki İspanyol göçmenlere ‘sarıhumma’, sivil hastaların bulunduğu hastanelerde insanlara ‘frengi’ mikrobu verilerek testler yapılıyor, devlet hapishanelerindeki tutuklular üzerinde organ nakli denemeleri yapılıyordu. (…) denek olarak kullanılacak kişiler tamamen ‘habersiz ve gönülsüz’düler. (…) deneylerin amacı, ilaç tekellerinin söz konusu hastalıklara ilişkin ilaçları bir an önce geliştirip satışa sunabilmeleriydi. Elde edilecek tatlı kârların yanında, birkaç bin mahkûmun ya da göçmenin hayatının ne önemi olabilirdi ki?!” (Kerem Dağlı, age)
“1914-1915 yıllarında baş gösteren ve orduyu kırıma uğratan tifüs salgınına çare bulmak için İttihatçı paşalar, ordudaki ve Doğu Karadeniz bölgesindeki Ermeniler üzerinde tıbbi deneyler yapılmasını emrettiler. Çalışmalar, bizzat İttihatçı asker-hekimler tarafından yürütülecekti. Özellikle Trabzon ve Erzincan gibi yörelerde, ordu birlikleri içinden ve yöre halkından derlenen Ermeni gruplar üzerinde deneyler yapıldı. Neler olup bittiğinden habersiz bu insanlara, kendilerine koruyucu aşı yapıldığı söylenerek gerçekte aktif halde tifüs mikrobu verildi ve hastalığın seyri incelenerek araştırmalar yapıldı. Bu insanların binlercesi öldü ve cesetleri maden kuyularına atıldı. Resmi kayıtlarda yer alan rakamlar bile 4-5 bin gibi sayılarla ifade edilmektedir ki, gerçek sayının çok daha fazla olduğu kesindir. Hatta denemelerin işe yaradığı düşünülerek bir süre sonra İstanbul gibi büyük şehirlerdeki hastanelerde çalışan Ermeni doktorlar, eczacılar ve öğrenciler üzerinde de denemelere devam edildi. Vücutlarına mikrop aşılanan bu insanların öleceği bilindiğinden, çoğu zaman şehir dışına çıkarılarak ölüme terk edildiler.” (M. Ali Çelebi’den aktaran Kerem Dağlı, age)
30’lu yıllarda emperyalist hegemonya yarışı kızışıyor, faşizm yükseliyordu. ABD biyolojik silah tesisleri kuruyor, hastanelerde yatan sivil hastalara, haberleri bile olmaksızın kanser hücreleri ve radyoaktif maddeler veriyordu. İlerleyen yıllarda kobay olarak kullanılan 7 bine yakın insan kanserden öldü.
“(…) Kamu Sağlığı Ajansının müdürü, yaklaşık 20 yıl boyunca milyonlarca insanın ölümüne yol açmış olan “pelagra” (vitaminsizlikten kaynaklanan bir hastalık) hastalığının sebeplerini bildiklerini, ancak ölümler genel olarak halkın yoksul ve siyahî kesiminde gerçekleştiğinden harekete geçmediklerini itiraf etti. Bu tüyler ürperten açıklamayı yapan ajans müdürü son derece soğukkanlıydı. Çünkü çalıştığı ajans burjuva devletin bir kurumuydu ve ilaç tekelleri tarafından fonlanıyordu. Ve yoksul insanlara ilaç satarak pek de kâr elde edemeyeceğini düşünen ilaç tekellerinin bu hastalık üstünde araştırma yapmaya ihtiyaç duymamasında, ona göre bir terslik yoktu! Burjuvazinin bu zihniyeti, bugün de zerre kadar değişmiş değildir.” (Kerem Dağlı, age)
“Emperyalist-kapitalist sistemin kanlı sopası olan faşizm, her alanda olduğu gibi sözde bilimsel amaçlarla yapılan tıbbi denemelerde de ilaç tekellerinin ve kapitalist devletlerin önünde yeni bir çığır açmıştır. Japonların ünlü 731. Birim’inin ve Almanların doktor Mengele gibi faşistlerinin başını çektiği ekipler, toplama kamplarındaki insanlara, ‘bilimsel araştırma’ adı altında insan aklının ve vicdanının almayacağı işkenceleri yapmışlardır. (…) sadece Nazi kamplarında 400 bine yakın insan bu deneylerde hayatını yitirdi.” (K. Dağlı, age)
Faşist kasaplar kıyım yaparken Bayer gibi ilaç tekelleri toplama kampından getirilen insanları ölümüne çalıştırıyor, gaz odalarında kullanılan Zyklon-B zehrini Auschwitz kampının yakınındaki tesislerde ürettiriyordu. 1. Dünya Savaşı sırasında emperyalist devletler için kimyasal silah üreterek semiren Bayer firması, 2. Dünya Savaşı esnasında Auschwitz’de canavarca deneyler yapan faşist doktor Mengele’nin çalışmalarını yönlendiriyor, elde edilen bilgileri de kendisine saklıyordu. Yani burjuva düzenin kanlı sopası faşizm, kapitalist tekellere hizmet ediyordu.
Savaş sonrasında da yönetiminde Nazi artığı faşist canilere yer veren Bayer gibi tekellerin işlediği insanlık suçları saymakla bitmez. Bayer, aşırı kârını korumak için AIDS hastalarına ucuz ilaç üretilmesini engelleyen, tekel konumuna sahip olduğu ilaçların fiyatlarını şişiren, henüz deneme aşamasında olan ilaçları piyasaya sürerek insanların hayatını tehlikeye atan, zehirli atıklarıyla doğayı kirleten tipik bir ilaç tekelidir.
2. Dünya Savaşı bitiminde ABD, Alman faşizminin artığı 3 binden fazla savaş suçlusu caniye dokunulmazlık tanıyarak kendi projelerinde istihdam etti. Böylece emperyalizmin yeni hegemon gücü ABD, biyolojik silah deneylerinden zihin kontrol deneylerine kadar faşizmin deneyimlerini kendisine mal ediyordu.
1940’lı yıllarda ABD, binlerce asker ve sivili nükleer silah denemelerinde kullandı. Nükleer silah denemelerinin yapıldığı bölgelerdeki insanlar kasıtlı olarak tahliye edilmiyor ve patlamaların insanlar üzerindeki etkileri anlaşılmaya çalışılıyordu.
“1950 yılından itibaren ise, biyolojik silah denemeleri kapsamında, hastalığa neden olan bakteri ve virüslerin kullanıldığı açık hava deneyleri bizzat ABD başkanının gizli emriyle başlatılacaktı. Aynı yıl Amerikan savaş gemileri, San Francisco kentine bakteriden oluşan bulutlar püskürttüler. Şehirdeki hemen herkes zatürree benzeri belirtiler gösteren hastalıklara yakalandı. New York dâhil 8 şehrin (…) üzerine ‘çinko kadmiyum sülfür’ gazıyla yüklü bulutlar salındı. Şehirlerde yaşayan binlerce insan, nedenini anlayamadıkları bir şekilde çeşitli virütik hastalıklara yakalanıyor ve kendilerini kamu sağlığı görevlisi olarak tanıtan askeri doktorlar tarafından gözlemleniyorlardı. (…) 1966 yılında, ABD ordusu tarafından New York metrosuna ‘Bacillus subtilis’ mikrobu verildi. Ordunun bakteriyle dolu ampulleri havalandırma ızgaralarına atması sonucunda bir milyonun üzerinde insan bu mikroplu havayı soludu!
“1967 yılında başlayan ve biyolojik-kimyasal silahların denenmesini amaçlayan bir proje kapsamında çok daha spesifik denemelere girişen Amerikan ordusu, ‘insanın bağışıklık sistemine saldıran ve hiçbir ilaçla tedavi edilemeyen sentetik bir virüs geliştirme’ çalışmalarına başladı. Hedeflenen şey, AIDS benzeri ve özellikle de belli etnik grupları hedef alan virüsler geliştirmekti. AIDS’li ve kanserli hücreler üzerinde araştırmalar yapılarak, bu hastalığa yol açan organizmalar daha da geliştirilmeye çalışılıyordu. Devletin gizli yürüttüğü bu faaliyetler zamanla o kadar ayyuka çıktı ki, 1977 yılında senatoda yapılan bir oturumda 1949-69 yılları arasında 239 yerleşim bölgesinin biyolojik ve kimyasal silahlarla zehirlendiği doğrulandı. (…) Özellikle eşcinsel erkeklerin tercih edildiği bu deneyler yoluyla, binlerce insana AIDS hastalığı bulaştığı ise yıllar sonra ortaya çıkacaktı.” (Kerem Dağlı, age)
Emperyalist-kapitalist ülkeler ve ilaç tekelleri, Dünya Sağlık Örgütü öncülüğünde yardım kuruluşu maskesiyle Afrika gibi geri kalmış bölgelerde yüz binlerce insanı kobay olarak kullanmaya devam ediyor. Dünyanın her yerinde denekler özellikle siyasi mahkûmlardan, kimsesizlerden, sokak çocuklarından, göçmenlerden ve yoksullardan seçilmektedir.
İlaç tekellerinin hizmetindeki soysuzlaşmış “bilim insanları”, hukukçular ve bürokratlar deneylerin “gönüllü” denekler üzerinde yapıldığını söylüyorlar. Halbuki kapitalizmin sefalete ittiği milyarlarca insan içerisinden, birkaç yüz dolar karşılığında “gönüllü kobay” hale gelecek binlerce insan bulmak hiç de zor değildir.
İlaç tekelleri yeni geliştirdikleri bir ürünü uzun ve maliyetli testlerden geçirmek yerine, kalabalık insan gruplarını denek olarak kullanıp ürünlerini bir an önce piyasaya sürmenin derdindedir.
“İlaç tekelleri, işlerini sessiz sedasız yürütebilmek için türlü siyasi ve hukuki mekanizmaların yanı sıra, her türlü ideolojik propaganda aracını da büyük maharetle kullanmaktadırlar. Bu tekeller denemelerinin büyük bir kısmını Afrika halkları üzerinde gerçekleştirdiklerinden, medyada da Afrika kıtası sürekli olarak ölümcül ve tedavisi olmayan hastalıkların kaynağı olarak gösterilmektedir. Dünya çapında sayısı elli milyona yaklaşan bir insan kitlesini pençesine almış olan AIDS hastalığının hikâyesi, bu duruma güzel bir örnektir. Bu hastalık, Orta Afrika’daki bir araştırma laboratuvarında çocuk felci hastalığına karşı aşı geliştirme çalışmaları esnasında ortaya çıkmasına rağmen, ilaç tekelleri ve burjuva medya yıllarca hastalığın kaynağı olarak eşcinselleri ve Afrikalı ‘ilkel zencilerin’ maymunlarla iç içe yaşamalarını ve hatta onlarla cinsel ilişkiye girmelerini gerekçe gösterdiler. Bu akıl almaz iftiranın ırkçı boyutu bir tarafa, laboratuvarın bulunduğu bölgedeki binlerce çocuk denek olarak kullanıldığından, hastalık kısa sürede Afrika kıtasının tamamına yayıldı. Ancak şimdi de, büyük bir ikiyüzlülük ve gaddarlıkla, kendi ürettikleri hastalığın pençesinde kıvranan Afrikalı yoksullara ucuza ilaç vermeyi reddediyorlar. Yılda 600 dolara kadar düşürebilecekleri ilaç kürünü, 15 bin dolardan, yiyecek ekmek bulamayan insanların önüne sürüyorlar. İlaç tekellerinin bunu yapabilmesine şaşmamak gerekir, çünkü kapitalizmin bu konudaki mantığı basittir: paran yoksa öl!” (Kerem Dağlı, age)
Son yıllarda hemen her yıl yeni bir salgın hastalık mikrobuyla tanıştırılıyoruz. Sars virüsü, kuş gribi, Çin gribi, domuz gribi gibi salgın hastalıklar gündemimize giriyor. Biyolojik silah üreten ilaç tekellerinin modifiye ettikleri yeni mikrop türlerini yayıp, ardından da iyileştirecek ilaçlarını piyasaya sürmeleri işten bile değildir. Geçtiğimiz yıllarda domuz gribi salgının medya kampanyaları eşliğinde nasıl gündemleştirildiğini, uluslararası ilaç tekellerinin sağlık bakanlığına milyonlarca doz aşıyı nasıl kakaladığını unutmamak gerekiyor.
AKP hükümeti, üniversite hastanelerine, kendi bünyelerinde oluşturacakları Etik Kurullardan izin alarak ilaç deneyleri yapabilme hakkı tanıyan bir yasa değişikliği yaptı. Ayrıca 2005 yılında TCK’da yapılan bir değişiklikle çocuklar üzerinde tıbbi deneyler yapılmasının önü açıldı. Üniversite hastanelerinde açılan “İyi Klinik Uygulama Merkezleri” sayesinde artık hastane yönetimleriyle ilaç tekelleri işbirliği içerisinde deney yapabiliyor. Artık Türkiye’nin yoksulları da kendilerini kobay olarak kullandırmak karşılığında 150 dolar kazanabilecekler!
Türk burjuva devleti insanlar üzerinde canice deneyler yapmak konusunda karanlık bir geçmişe ve bolca tecrübeye sahiptir. 12 Eylül faşizminin işkencehanelerinde görev yapan doktorlar devrimci tutsaklar üzerinde yeterince deneyim elde etmişlerdi. 12 Eylül döneminde devrimcilere yönelik “rehabilitasyon” yani bilinci teslim alma programları CIA patentli Hafize Zehra İtil Vakfı tarafından yürütülüyordu. CIA’nın 1950’lerden bu yana üzerinde çalıştığı zihin kontrol deneylerinin sonuçları Türkiyeli devrimciler üzerinde de sınanmıştır.
İnsanların sağlığını gözeten bir kapitalizm asla olmayacak!
Tıbbi deneyler için etik kuralların çerçevesini belirleyen Helsinki Bildirgesi gibi metinler gerçek hayatta kâğıt üzerinde kalmaktadır. Bildirgede yer alan deneğin gönüllülüğü, yeterince bilgilendirilmesi, elde edilecek yararın riskten fazla olması gibi iyi niyet kuralları tekellerin kârı söz konusu olduğunda kolayca bir kenara fırlatılabilmektedir. Kapitalistlerin bugüne kadar yaptıkları ortadadır. Kapitalizmi tekrar tekrar denemeye gerek yok!
“(…) kapitalizm altındaki pek çok sorunda olduğu gibi bunda da meseleyi ‘etik’ yaklaşımlarla veya burjuva hukukuyla çözmenin imkânı yoktur. Çünkü etiği de hukuku da oluşturan ve uygulayan onların emrindeki uzmanlar ve bürokratlardır. Kapitalizmin mantığını anlayamayan ve gerçekliğini göremeyen ‘iyi niyetli’ aptallar için bu tür çabalar anlamlı olabilir. Ancak kapitalizm geçen her saniye insanlığı yokoluşa doğru bir adım daha yaklaştırıyor. (…) örgütsüz kaldığı ve mücadele etmediği sürece, işçi-emekçi sınıflar, kapitalizmin ‘kobay faresi’ olmaktan kurtulamayacaklar.” (Kerem Dağlı, age)
link: Serhat Koldaş, Erler Kobay Olarak Kullanılıyor, Haziran 2011, https://marksist.net/node/2680
Büyük Birader İşbaşında
Avrupa Birliği’nde Çelişkiler Derinleşirken