Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) tarafından 22 Ağustosta devreye gireceği belirtilen internet filtreleme sistemi, seçim, Kürt sorunu ve Arap coğrafyasında yaşanan gelişmelere rağmen yoğun gündemde kendine yer bulabildi. BTK’nın adını “Güvenli İnternet Hizmeti” koyduğu uygulama azımsanmayacak bir tepkiye yol açtı. Başta İstanbul olmak üzere çeşitli illerde internete sansür yürüyüşlerle protesto edildi.
Böyle bir tepkinin oluşmasına sebep olan önemli faktörlerden biri internetin insanların hayatında kapladığı alanın oldukça genişlemiş olmasıdır. İnternet 90’lı yılların başında ortaya çıktı ve giderek yaygınlaştı; bu gün ise iletişim ve eğlencenin vazgeçilmez araçlarından birisi konumuna gelmiş durumda. Son istatistiklere göre tüm dünyada internet kullanıcısı sayısı iki milyara yaklaşmış durumda. Bu da dünya nüfusunun üçte biri anlamına geliyor. Türkiye’de bu oran çok daha fazla. Türkiye’de 9,5 milyon internet abonesi, 40 milyona yakın internet kullanıcısı var ki, bu, nüfusun yarısından daha fazla bir kitleyi kapsıyor.
Ancak Türkiye, sadece internet kullanımı bakımından değil, aynı zamanda internet sitelerinin yasaklanması bakımından da istatistiklerin üst sıralarında yer alıyor. Çin, İran, Kazakistan, Kuzey Kore, Tunus, Türkiye ve Suudi Arabistan siyasi sansürün en yoğun olduğu ülkelerden bazıları. Bazı kaynaklara göre Türkiye’de şu anda 13 binden fazla site yasaklı. Ancak bu konuda uzun zamandan beri resmi bir açıklama yapılmadığı için tam sayıya ulaşılamıyor. Yasaklı sitelerin arasında sosyalist ve Kürt yayınların internet sitelerinin olduğunu söylemeye gerek bile yok. En büyük yasaklama ise internet kafelerde. Telekomünikasyon İletişim Başkanlığı’nın (TİB) belirlediği yüz binlerce site yasak kapsamında. Çıkarılan yönetmelikle internet kafelerde BTK onaylı filtreleme programlarının kullanılması zorunlu hale getirildi. Bu filtreleme programlarının listelerine devletin uygun görmediği bir site hiçbir gerekçe gösterilmeden konulabiliyor. Sadece sitenin tamamı değil, bazen de bir sitenin belirli bölümleri engellenebiliyor.
TİB, internet içeriğini engelleme yetkisini 5651 sayılı kanundan alıyor. Bu yasaya göre tanımlanmış “katalog suçlar” kapsamına giren içeriğe sahip siteler, TİB tarafından mahkeme kararına dahi gerek duyulmadan kapatılabiliyor. Nitekim şu anda yasaklı bulunan sitelerin büyük çoğunluğu için herhangi bir mahkeme kararı bulunmuyor. Yasaya göre suç unsurları şunlar: intihara yönlendirme, çocukların cinsel istismarı, uyuşturucu veya uyarıcı madde kullanılmasını kolaylaştırma, sağlık için tehlikeli madde temini, müstehcenlik, fuhuş, kumar oynanması için yer ve imkân sağlama suçları. Mezkûr “katalog suçlar” bunlar. Ayrıca 1951’den kalma Atatürk Aleyhine İşlenen Suçlar Hakkında Kanunda yer alan suçların işlenmesi de yasaklanma sebebi. Ancak TİB faaliyet alanını bu yasayla sınırlandırmıyor. Yasadaki suçlar kapsamına girmese de keyfi bir biçimde bazı siteler yasaklanabiliyor.
“Katalog suçlar” ile mücadele amacıyla internetin denetlendiğinin öne çıkarılmasının bir sebebi var. Toplum nezdinde yasaya ve ona bağlı anti-demokratik uygulamalara bir meşruiyet kazandırılmak isteniyor. Oysaki bu suçların hemen hepsi sanal ortama gerek kalmadan gerçek âlemde işleniyor. Üstelik devletin bilgisi ve kontrolü dâhilinde! Kapitalizm varlığını koruduğu sürece de bu durum devam edecektir. 5651 nolu yasanın çıkarıldığı dönemde de bu taktik izlenmişti. Medyada çocuk pornosu meselesi gündemin önemli maddelerinden biri haline getirilmiş, Türkiye’nin bu konuda uluslararası merkezlerden biri olduğu vurgulanmış ve dolayısıyla internet denetimi için yasaya ihtiyaç olduğu kitlelere kanıksattırılmıştı. Sonuç olarak nur topu gibi bir internet yasamız olmuştu.
İnternet sansürü bu sefer daha güçlü bir tepkiyle karşılaşınca BTK basın açıklaması düzenlemek zorunda kaldı. Açıklamalarında özetle “vallahi billahi sansür yok, fişleme yok” dediler. Ulaştırma Bakanı Yıldırım “İnterneti yasaklayan karşısında beni bulur” dedi. Ne var ki bu açıklamalar ne samimi, ne de güvenilir! Ardı ardına yapılan bu açıklamalar oluşan tepkinin dindirilmesine yönelik. 25 Mayısta sansüre muhalif kesimlerin de katıldığı bir toplantı düzenlemelerinin amacı da aynı.
Ne değişecek?
22 Ağustostan itibaren tüm internet sağlayıcı firmalar kullanıcılara dört seçenek sunmak zorundalar: standart profil, yurtiçi profil, aile ve çocuk profilleri. Yurtiçi profiline bağlı olanlar adından anlaşıldığı üzere sadece yurtiçinden yayın yapan sitelere girebilecekler. Çocuk profilinde olanlar BTK’nın “beyaz” listesi içinde yer alan sitelere girebilecek, aile profilinde olanlar ise yine BTK’nın hazırlayacağı “kara” listede olan sitelere giremeyecekler. Standart profilin ise bugünkü durumla aynı olduğunu söylüyor BTK. Ama kazın ayağı öyle değil. BTK standart profilin mevcut durumdan farklı olmadığını, isteyenin mevcut durumunda kalabileceğini, zorunluluk olmadığını söylüyor ama detaylı bilgi vermiyor.
Binlerce yasaklı siteden anlaşıldığı üzere internet şu anda zaten sansürleniyor. Ancak bu yasaklar DNS ayarlarının değiştirilmesi gibi çeşitli teknik yöntemlerle aşılabiliyor. 2,5 sene engellenen Youtube sitesine bu yöntemle ulaşılabiliyordu. Oysa 22 Ağustostan sonra bunun yapılmasının önüne geçilecek. BTK’nın yayınladığı kararın 11. maddesi, “İşletmeciler, filtreleme işlemini etkisiz kılmak için uygulanan filtre aşma yöntemlerinin engellenmesi amacıyla çalışma yapmak ve söz konusu çalışmanın sonuçlarını periyodik olarak Kuruma iletmekle yükümlüdürler. Filtre aşma yöntemlerinin engellenmesi için gerek görülmesi halinde Kurum tarafından düzenleme yapılabilir” demektedir. Dolayısıyla “standart profil için bir şey değişmeyecektir” savunması koca bir yalandır.
Çocuk ve aile profilleri, çocuklarının internetin zararlarından korunabileceği düşüncesiyle bazı aileler tarafından olumlu karşılanabilmektedir. Oysa isteyen ailelerin bunu çeşitli filtreleme paketleri aracılığıyla bireysel olarak sağlamaları zaten mümkünken, devletin bu işe burnunu sokmasının hiç de iyi niyetli olmadığı açıktır. Hangi internet sitesinin zararlı, hangisinin yararlı olduğunu kim belirleyecek? Kime göre zararlı, kim için zararlı? Bu soruların cevapları burjuvazinin ve kapitalist devletin tüm topluma kendi ideolojisini zerk etmeye çalıştığını bilenler açısından bellidir. BTK’nın “ak” ve “kara” listeleri, bağlı olduğu burjuva devletin, dolayısıyla kapitalizmin çıkarları doğrultusunda belirlenecektir. Örneğin bu derginin web sitesi bugün internet kafelerdeki filtreleme programlarınca keyfi olarak engellenirken, bu yasa çıktığında “ak” listeye alınmayacağı da açıktır. Çünkü burjuva ideolojisine göre devrimci Marksist fikirler bir çocuk için zararlıdır. Hatta kapitalizm açısından yetişkinler için de zararlı olduğu için kara listeye de alınabilir. Bu listelerin hangi kritere göre belirleneceği muğlâk olduğu için bugünkünden çok daha sıkı bir sansür döneminin başlayacağı ortadadır. Dolayısıyla birçok muhalif, sosyalist ve Kürt internet sitesinin engellenmesinin altyapısı oluşturulmaktadır. Asıl amaç budur. Müstehcenlik, fuhuş ve kumar gibi suçların engellenmesi işin kılıfıdır sadece.
Bu uygulama tek tipleştirme, fişleme ve sansürleme operasyonudur. Devlet “sizin için neyin yararlı neyin zararlı olduğunu ben bilirim” demektedir. Bireylerin kendi düşünceleri doğrultusunda özgürce karar vererek interneti kullanmasını engellemek istemektedir. Düzene muhalif görüşlerin geniş kitlelere ulaşmasını engellemeye çalışıyorlar. Hayatın her alanında olduğu gibi internette de herkesi kontrol altına almak istiyorlar. BTK herkesi fişlemek istiyor; böyle bir teknolojiye sahip olmadıklarını söyleseler de işin aslı öyle değil. Böyle bir teknolojiye sahip değillerse 300 milyon web sitesini nasıl inceleyip “kara” listeler oluşturacaklar? Bunu yapabiliyorlarsa diğerini de yapabilirler.
Burjuva devletlerin interneti zapturapt altına almak istemelerinin sebebi, internetin toplumsal muhalefetin elinde bir araç haline gelmesinin önüne geçmektir. Hiç kuşku yok ki, burjuva düzenin alaşağı edilmesi “internet devrimi”yle olmayacaktır, burjuva düzeni ancak bir işçi devrimi yıkabilir. Ancak burjuvazi, kitlesel bir iletişim ağının hiçbir şekilde kendi düzenine karşı kullanılmasını istemiyor ve bunun önüne geçmeye çalışıyor.
Bu durum sadece Türkiye’ye özgü değildir. AB ülkeleri internet denetimi için yeni kriterler devreye koymayı planlıyorlar bugünlerde. Hakeza 26-27 Mayısta G-8 ülkeleri internetin kullanımının denetlenmesi amacıyla Paris’te internet tekelleriyle bir araya geldiler. E-G8 adı verilen bu zirvede hükümetler “terör tehdidi” , “güvenlik” gibi konseptleri öne çıkararak internet kontrolünü meşrulaştırmaya çalıştılar. Açık toplantılarda “özgürlüğe” vurgu yapılsa da, kapalı kapıların ardında yapılan toplantıların sonuçlarını önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Büyük birader bizi gözetliyor
Cep telefonlarının bile dinlenebildiği ve arşivlendiği ortadayken kimin internette nereye girdiğinin kaydının tutulmadığını düşünmek abestir. Ortaya çıkan bazı skandallar bunu açığa çıkarıyor. Google kablosuz ağlardaki verileri “yanlışlıkla” topladığını itiraf etti. Iphone telefonunun kullanıcılarının lokasyon bilgilerini topladığı iddia edildiğinde Apple suçlamayı kabul etmese de sonunda itiraf etmek zorunda kaldı. Telekomünikasyon şirketlerinin hepsi mobil kullanıcılarının bilgilerini merkezi sunucularına gönderiyorlar. Bunlar sadece ortaya çıkanlar. Gerçekte tüm toplum gözetleniyor. Büyük birader işbaşında! Bu veriler kimi zaman ticari amaçlı olarak büyük şirketlere satılıyor, kimi zaman da istihbarat kurumlarına veriliyor. Facebook, Google gibi internet sitelerinin kullanıcı bilgilerini CIA ile paylaştıkları sır değil.
Fişleme ve gözetleme sadece internetle de sınırlı değil. Teknolojik düzeyin üst düzeylere çıkmış olması burjuvaziye hayatın her alanını izleme imkânını sunuyor. Sokaklar, işyerleri ve okullar kameralarla günün 24 saati izleniyor. “Büyük birader” gerçek olmuştur. Tek farkla ki, sokaklardaki “Büyük Birader sizi izliyor” afişlerinin yerini bizzat kameraların kendisi almıştır. Sadece İstanbul’da yüz binin üzerinde kameranın olduğu tahmin ediliyor. İngiltere’de ise bu rakam 4 milyonun üzerinde ve her 14 İngiliz vatandaşına bir kamera düşüyor. Dünya genelinde ise 45 milyon kamera olduğu söyleniyor.
Türkiye’de “suçu önlemek” amacıyla 2005 yılından beri başta İstanbul olmak üzere birçok ilde Mobese kameralar kullanılmakta. İstanbul’daki Mobese kameraların sayısı 4 binden fazla ve bu sayının on bine çıkarılması hedefleniyor. Mobeselere takviyeler özellikle 1 Mayıs ve Newroz öncesinde yapılıyor. Kürtlerin ve emekçilerin yoğun olduğu semtler ile kutlamaların yapılacağı alanlara yeni özelliklere sahip kameralar kuruluyor. Geçen sene Newroz’dan önce Kazlıçeşme Meydanı’na, ondan önceki sene de 1 Mayıs öncesinde DİSK binasının önüne yeni Mobese kameralar takılmıştı. Amaç ezilenleri ve sömürülenleri baskı altına almak ve korkutmak, denetim altına alınmış, sessiz, boyun eğen bir toplum yaratmaktır. Emniyet kendi çıkarları gereği bu kameraları devre dışı da bırakmaktadır. Örneğin, 2008 1 Mayıs’ında Taksim-Harbiye civarındaki kameralar Valilik kararıyla devre dışı bırakıldı. Böylece polisin göstericilere uyguladığı şiddet kameralara yansımadı.
Telefon konuşmaları da dinleniyor. GSM şirketleri abonelerinin bilgilerini 5 yıllık süreyle saklıyorlar. Bu durum Ergenekon davası sırasında açığa çıktı. Buna göre GSM şirketleri müşterilerinin kiminle görüştüğünü, mesajlaştığını ve cep telefonunun baz istasyonu sinyal bilgilerini 5 yıl süreyle kayıt altında tutuyor. Bu süre ABD’de 2, İtalya’da 5, İngiltere’de ise 1 yıl. Yani attığımız her adım takip altında. Üstelik istenildiğinde belirli bölgelerdeki tüm konuşmaların dökümü alınabiliyor. Örneğin 2009 yılında mahkeme kararıyla Ankara’da üç saat boyunca 25 baz istasyonundan yapılan tüm konuşmalar dinlendi ve dökümü alındı. Bunlar mahkemelerin yasadışına çıkarak verdiği kararlar sonucu yapıldığı için büyük resmin çok küçük bir kısmını gösteriyor. Hiçbir mahkeme kararı olmadan da istihbarat birimleri istedikleri gibi telefonları dinleyebiliyorlar.
Fişlenme sadece cep telefonu ve internet ile de sınırlı değil. Finans kapitalin herkese dayattığı kredi kartı da bir takip aracı olarak kullanılıyor. Kredi ve banka kartlarıyla yapılan alışverişlerde kimin nerede, ne zaman alışveriş yaptığı bilgisi kayıt altına alınıyor. Bankalar bu bilgileri düzenli olarak devlete göndermekle yükümlüler.
Görünen o ki kapitalizmin içine girdiği derin sistem krizi burjuvazinin ödünü patlatıyor. Latin Amerika’dan sonra Arap coğrafyasında halk ayaklanmalarının gerçekleşmesi, Avrupa’da kitlesel grevlerin yaygınlaşması düzenin eteklerini tutuşturmuştur. Komünistleri dinozor ilan etseler de, işçi devrimleri çağının geçtiğini avazları çıktığı kadar bağırsalar da, gerçekleri değiştirmeye güçleri yetmeyecektir. Burjuvazinin bu ideolojik saldırıları, onun korkusunun bir ifadesidir. Güneş balçıkla sıvanmaz. Kapitalizm yıkılmaya mahkûmdur! Kapitalizme son verip sınıfsız bir dünyanın yolunu açacak olan örgütlü işçi sınıfıdır. Ne “büyük birader”, ne onun kameraları, ne sansürü, ne de başka bir baskı yöntemi tarihsel haklılığı olan işçi sınıfının burjuvaziyi alt etmesini engelleyebilir.
link: Suphi Koray, Büyük Birader İşbaşında , Haziran 2011, https://marksist.net/node/2679
Hatip Dicle’ye Veto Kararı Protesto Edildi
Erler Kobay Olarak Kullanılıyor