Geçtiğimiz Nisan ayının 9. günü, kapitalizmin küresel olarak en büyük organizasyonlarından biri olan NATO’nun (Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü) 60. kuruluş yıldönümüne denk geliyordu. Bu vesileyle, 3-4 Nisan tarihinde Strasbourg ve Kehl kentlerinde burjuvazinin önde gelen liderleri toplantılar yaptılar, NATO’nun geleceğine dönük stratejiler belirlemeye çalıştılar. Bir yandan da kutlamalar gerçekleştirdiler. Kapitalizmin küresel krizinin etkisi ile emperyalist güçler arasındaki mücadelenin yoğunlaştığı bir dönemde, burjuvalar yoğun tartışmaların ve yön arayışlarının damgasını vurduğu bir atmosferde kutlamalar yaparken, NATO tarihinin acı deneyimlerine maruz kalanlar ve bunun farkında olanlar da dünyanın dört bir tarafında protesto gösterileri düzenliyorlardı.
ABD emperyalizminin hegemonyasındaki kapitalist devletlerin çıkarlarını “Sovyet tehdidine” karşı demir yumruğu ile koruyan 60 yaşındaki NATO, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki döneme damgasını vurmuştu. Dünya işçi sınıfı açısından ise NATO, silahlarını işçi sınıfının ilerlemesine karşı doğrultmuş burjuva gericiliğinin küresel silahlı kuvvetlerinden başka bir şey değildi. NATO’nun tüm tarihi işçi sınıfı için bunun örnekleriyle doluydu.
NATO’nun kuruluşu ve örgütlenmesi
Kapitalistler arasındaki güçler dengesinin yeniden kurulmasını sağlayan büyük emperyalist paylaşım kavgasının yani İkinci Dünya Savaşı’nın bitimiyle birlikte, büyük bir yıkıma uğrayan Avrupa’nın birçok ülkesinde Komünist Partilerin ağırlığı daha çok hissedilir olmuştu. Fransız Komünist Partisi oylarını tarihindeki en yüksek orana ulaştırırken, İtalya’da ise Komünist Parti hükümete beş bakan vermişti. Kapitalist tahribata tepkili işçi sınıfının desteğini alan bu partiler, SSCB’nin kontrolü altındaydı ve SSCB de savaşın galipleri arasındaydı. SSCB’nin güçlenmesi ve etkisini arttırma tehlikesi tüm kapitalistler için büyük bir tehditti. Bu yüzden Avrupa’ya yayılan “komünizm” hayaletinin önünü kesmek ve bununla birlikte kapitalist sistemin gidişatına da yön vermek gerekiyordu.
Bu çerçevede, savaştan kapitalist dünyanın baskın gücü olarak çıkan ABD’nin inisiyatifiyle, siyasal ve ekonomik perspektifler ortaya konmaya başlandı. Komünizm ile ideolojik ve siyasal mücadelenin keskinleştirilmesini, komünist partilerin hükümetlerde yer almasının önlenmesini ve bu doğrultuda hareket eden hükümetlerin askeri ve mali olarak desteklenmesini içeren Truman Doktrini ve onun mali tamamlayıcısı olan Marshall Planı ile siyasal ve ekonomik alanda stratejik açılımlar yapıldı. İşte bu atmosferin belirlediği koşullarda, 9 Nisan 1949’da Washington Antlaşması ile de NATO kuruldu. 12 Avrupa ve Kuzey Amerika ülkesinin kurduğu NATO’ya, Türkiye ve Yunanistan 1952 yılında eş zamanlı olarak, Federal Almanya 1955 yılında, İspanya ise Franko rejimi yıkıldıktan sonra, 1982 yılında katıldı.
NATO’nun kurulmasıyla, SSCB’ye karşı bir cephe kurma stratejisinin askeri aşaması da tamamlanmış oluyordu. Üye ülkeler kuruluş anlaşmasında, ortak savunma için yeteneklerini geliştirmeyi, herhangi bir üyenin toprak bütünlüğü, siyasi bağımsızlık ve güvenliği tehlikede olduğunda bir araya gelmeyi ve herhangi birine saldırıldığında bu saldırıyı hepsine karşı yapılmış bir saldırı olarak kabul etmeyi taahhüt ediyorlardı. Böylece SSCB tehdidi umacısıyla, kapitalist ülkeler ABD hegemonyası altında yeni bir döneme girdiler.
Bu dönem, NATO örgütlenmesinin genişlemesiyle, işçi sınıfına yönelik kapitalizmin ideolojik saldırısının yoğunlaşacağı, işçi sınıfının ve devrimci örgütlerin her yol denenerek sindirilmeye çalışılacağı, soğuğuyla sıcağıyla savaşların süreceği bir dönem olacaktı. Komünizmin “dış mihrakların” ideolojisi olarak damgalandığı, toplumsal yaşamın boğulduğu ve militarist bir atmosfere teslim edildiği bu dönemin gizli bazen de açık yumruğu, NATO ve uzantısı örgütler oldu. İç tehdit-dış tehdit algılamalarını aynı potada eriterek işçi sınıfına zerk eden yapılanmaları kuran, yaygınlaştıran ve uluslararası eşgüdümünü sağlayan NATO, burjuvazinin küresel psikolojik savaş örgütü işlevini de gördü.
Komünist partilerin güçlü olduğu ülkelerde, örneğin İtalya’da, 1945’lerden beri işçi grevlerine, direnişlere, öğrenci eylemlerine saldıran, komünistlere ve devrimcilere karşı yargısız infazlar gerçekleştiren güç NATO’ya bağlı Gladio’ydu. İspanya’da NATO’nun kurduğu ve “Antiterör Kurtarma Grubu” olarak bilinen örgüt, ETA üyelerine karşı yargısız infazları, kaçırıp kaybetmeleri ya da öldürme eylemlerini örgütlerken, İngiltere’de faaliyet yürüten kontrgerilla örgütü de IRA’ya karşı gerçekleştirdiği “yasadışı” eylemler sonucu yüzlerce insanı öldürdü.
NATO eliyle, kapitalistlerin ekonomik ve politik çıkarlarını korumak için oluşturulan bu yapılanmaların görevleri sadece öldürme, kaçırma, işkence yapma, sabotaj gerçekleştirmekle de sınırlı değildi. Ekonomi, siyaset, basın, eğitim, diplomasi, uluslararası ilişkiler gibi alanlarda da burjuva ideolojisini etkin kılmak için geniş kapsamlı faaliyetler yürüttüler. Bazı yönleri ortaya çıkarılan İtalya’daki NATO örgütlenmesi Gladio’nun kimi örgütlenmeleri bu durumu tüm açıklığıyla gözler önüne sermektedir: Görevi “basına nüfuz ederek ele geçirmek, sendika ve siyasi partilere mali destek sağlamak, antikomünist propagandayı organize etmek” olan Harekât Koordinasyon Dairesi; Gladio’nun ekonomik, siyasal ve sosyal alandaki temel politikalarını belirleyen “bilim adamları”ndan oluşan ve dünyadaki bütün ekonomik gelişim ve değişimleri inceleyen, siyasal gelişmeleri izleyen ve temel politikaları belirleyen Politik Ekonomik ve Sosyal İncelemeler Şirketi; NATO’nun, iç savaş veya savaş durumunda, “sivil ve askeri öncü kuvvetlere” dayalı, ideolojik bakımdan güvenilir örgütlerini oluşturmakla görevli Rüzgâr Gülü bunlardan birkaçı.
1950’de Kore Savaşında gösterdiği gayretkeş tutumla NATO’ya üyeliğinin yolunu açan ve 1952 yılında Yunanistan ile birlikte üye olan Türkiye Cumhuriyeti de, benzer örgütlenmeleri tüm NATO ülkelerinde olduğu gibi oluşturmuş ve NATO kontrolünde hayata geçirmiştir. Örneğin, 1952 yılında çıkartılan Seferberlik Tetkik Kanunu ile “gayri nizami harp” yani kontrgerilla savaş stratejisi benimsenmiştir. Askeri güçlere bağlı ama toplumun bütün kesimlerini kapsayacak bir tarzda organize edilen kontrgerilla örgütü, Özel Harp Dairesi olarak adlandırılmıştır. Özel Harp Dairesi organizasyonlarının faaliyet şeması ise harp okulunda okutulan kaynak kitaba göre şöyledir: “1- Eğitim Öğretim Grupları: İdeolojik eğitim, psikolojik savaş, sabotaj, sorgulama. 2- Özel Birlikler: Subay ve astsubaylardan oluşturulmuş 55-60 kişilik çok iyi eğitilmiş özel savaş birlikleri. 3- Sivil toplum örgütleri içerisinde kurumlaşmayı sağlayan birlikler. 4- Devlet kurumları arasında hareket, planlama ve koordinasyon işlerini örgütleyen birim. 5- Seferberlik Tetkik Kurulu şubeleri arasında haberleşme koordinasyonunu sağlayan birim. 6- Karşı propagandayı yapmak için basın işlerini organize eden birim...”
1970 yılında ordu içerisinde, Kara Kuvvetleri Komutanı imzasıyla yayınlanan “ST 31-15” talimatnamesinde Özel Harp Dairesi’nin görevleri ise şöyle sıralanmıştır: “Açık ve sinsi faaliyetler, adam öldürme, bombalama, işkence, kötürüm hale getirme, adam kaçırma suretiyle tedhiş, olayları tahrik, misilleme, rehin alma, kundakçılık, sabotaj, propaganda, yalan haber yayma, şantaj yapma…”
Anlaşılıyor ki Türkiye’de, sistematik işkenceden faili meçhullere ve toplu katliamlara uzanan uygulamalar ve elbette askeri darbeler bu örgütlenmenin varlığının doğrudan sonucu olmuştur. Maraş, Çorum, Sivas olayları, devrimcilere ve işçi eylemlerine yapılan saldırılar bu örgütlenmeler tarafından hayata geçirilmiştir. Özel Harp Dairesi’nin bir dönem başında bulunan Sabri Yirmibeşoğlu’nun “6-7 Eylül olayları Özel Harp Dairesinin işiydi” beyanı da bunu desteklemektedir. Yani tüm üye ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de burjuvazinin devrimcilere ve işçi sınıfına yönelttiği terör, NATO’nun örgütlenmeleri, silahları ve taktikleriyle sürdürülmüştür.
NATO’nun yeni dönemi
Sınıf savaşında burjuvazinin terör örgütü olma işlevini de uzun yıllar boyunca layıkıyla yerine getiren NATO, bir süreden beri yeniden yapılanmanın sancısını yaşıyor. ABD, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte “ortak düşmanını” kaybeden üyeleri yine kendi hegemonyası altında tutmak ve hegemonyasını küresel ölçekte sağlamlaştırmak için NATO’yu yeni bir “konsept” etrafında yeniden organize etme çabası gösterdi, göstermeye de devam ediyor.
SSCB’nin dağıldığı yıl olan 1991’den itibaren başlayan bu yeniden inşa çalışmalarında ABD aslında NATO’yu önceki pozisyonunu da aşacak çerçevede etkili kılmaya çalışıyordu. Örneğin ABD eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, NATO’nun sonsuza dek süreceğini belirttiği konuşmasında, örgütün günümüzdeki misyonunu “NATO’nun kurucuları, ülkelerimizin sınırlarının ötesinden gelebilecek tehditlere karşı koyabilmemiz için gerekli esnekliği sağlayacak kadar zeki idiler, NATO ortak savunmaya dayanmaktaysa da, Kuzey Atlantik bölgesinin dışından gelebilecek ortak tehditlere karşı koyabilmek için bir araya gelmemize de izin vermektedir” sözleriyle anlatıyordu. ABD eski başkanı Bill Clinton ise “Dünün NATO’su, üyelerinin sınırlarına yapılacak bir askeri saldırıya karşı onların güvenliğini sağlamaktaydı. Yarının NATO’su bu görevine devam etmekle birlikte sınırlarımızın ötesinden gelebilecek tehditlere karşı da görev yapacaktır. Bunlar kitle imha silahlarının yaygınlaşması ve etnik şiddet ve bölgesel çatışmalardır” demekteydi.
ABD’nin NATO’nun yapısını değiştirme stratejisinde ilk adımı, etnik çatışmalara müdahale etmek bahanesiyle Yugoslavya’ya saldırısı oldu. ABD’nin Yugoslavya ile bir savaşı kışkırtma niyeti olduğu açıktı. 90’lı yılların başlarındaki bu müdahale ile ABD, Avrupalı müttefiklerine NATO’nun üstleneceği dünyanın jandarmalığı rolüyle gelecekte yapacağı görevin bir örneğini sunmayı amaçlıyordu. Bunu da dostuna düşmanına net bir biçimde gösterdi.
ABD bu gösterinin ve eşlik eden diplomatik basınçlarının ardından NATO’nun rolünün yeniden yapılandırılması hedefine 24 Nisan 1999’da Washington toplantısında ulaştı. Yeni NATO’nun doğuşu 19 devlet başkanı ve hükümeti tarafından “Yeni birlik ortak savunma konusunda daha büyük, daha muktedir ve daha esnek olacak ve krizlere yanıt verme operasyonları da dâhil krizlerin yönetiminde aktif yer alma konusunda yeni görevler üstlenmeye muktedir olacaktır” ve “NATO diğer kurumlarla işbirliği içinde çatışmaları önlemek için veya bir kriz ortaya çıktığında uluslararası kanunlar dâhilinde ve gerektiğinde etkili bir şekilde Madde 5’e dâhil olmayan krize yanıt operasyonları yönetme olasılığı çerçevesinde de bu krizin idaresinde rol alacaktır” sözleriyle onaylandı.
NATO’nun 5. maddesi, üye ülkelerin herhangi birine dışarıdan bir saldırı gerçekleştirilmesi halinde tüm müttefiklerin bu ülkenin yardımına koşmalarını öngörüyordu. 1999 NATO Stratejik Konsepti ise, güvenlik tehditlerinin artık çok boyutlu bir hal aldığını ve önceden tahmin edilemeyeceği, tek bir küresel büyük tehdidin yerini çok yönlü ve çok çeşitli risklerin aldığı tespitleriyle, 5. maddenin öngördüğü haller dışındaki harekâtların da yolunu döşüyordu. Nitekim ABD, 11 Eylül ile birlikte meşruluk zeminini kendine göre güçlendirerek bu yoldan ilerledi.
ABD bir yandan nüfuz alanını genişletmek için de NATO’ya yeni devletlerin katılmasını sağlamaya çalışıyor. Brzezinski’nin 1997’de yayımladığı ünlü “Büyük Satranç Tahtası” analizinde bu çabanın gerekleri şu şekilde ortaya konuyordu: “NATO’nun genişlemesindeki temel nokta, bunun Avrupa’nın genişlemesiyle bağlantılı bir süreç olmasıdır. ... Avrupa’nın jeopolitik en korunmasız kesimi olan Orta Avrupa, Avrupa’nın geri kalanının Atlantik ötesi ittifak yoluyla yararlandığı güvenliği paylaşmaktan alenen dışlanamaz. Bu konuda Almanya ve Amerika hemfikirdir. Amerika ve Almanya’ya göre genişleme dürtüsü siyasi ve tarihidir. ... Yeni bir Avrupa halen biçimlenmektedir. Bu yeni Avrupa, jeopolitik olarak ‘Avrupa-Atlantik’ bölgesinin bir parçası olarak kalacaksa, NATO’nun genişlemesi gereklidir. Aslında, eğer ABD’nin başlattığı NATO’nun genişletilmesi çabası durursa ve sendelerse, bir bütün olarak Avrasya için kapsamlı ABD politikası mümkün olmayacaktır. Böyle bir başarısızlık Amerikan liderliğinin itibarını zedeler, genişleyen Avrupa kavramını paramparça eder, Orta Avrupalıların moralini bozar, Rusya’nın Orta Avrupa’daki şu an uyuyan ya da ölmekte olan jeopolitik özlemlerini yeniden canlandırır. Batı için, sonunda gerçekleşecek herhangi bir Avrasya güvenlik mimarisinde gerçek bir Avrupalı sütun olasılığına ölümcül zarar veren, Batı’nın kendi elleriyle açtığı bir yara olur. Bu nedenle, Amerika için yalnızca bölgesel değil, küresel yenilgiye yol açar.”
Nitekim 29 Mart 2004 tarihinde Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya ve Slovenya, 1 Nisan 2009 tarihinde ise Arnavutluk ve Hırvatistan NATO’ya üye oldular. Ancak ABD’nin zorlamasıyla hayata geçen bu gelişmelerin sorunsuzca gerçekleştiği düşünülmemeli. Geçtiğimiz ay yapılan NATO’nun Strasbourg-Kehl toplantıları, burjuvalar ne kadar aksi yönde bir görünüm oluşturmaya çalışsalar da, üyelerin eskisi kadar uyum içerisinde olmadıklarını ortaya koydu. Önümüzdeki sürecin ayrımlarının işaretleri görülmeye başlandı. Örneğin ABD, 2008 yılındaki Bükreş toplantısında Rusya’nın tehditlerine rağmen tam üye olmalarını karar altına aldırdığı Gürcistan ve Ukrayna’nın üyelik kabullerini sağlayamadı.
Almanya, bu iki ülkeye bu zirvede üyelik verilmesine kesinlikle karşıydı. Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier’e göre bu “akıllı bir hareket olmayacak, Moskova ile ilişkileri daha da zorlaştıracaktı”. Fransa da Almanya ile aynı düşüncedeydi. Başbakan François Villon bunun “Avrupa ile Rusya arasındaki güçler dengesini bozacağını” düşünüyordu.
ABD açısından, Fransa’nın askeri kanada geri dönmesi önemli bir gelişmeydi. Ama bu durum bile beraberinde ABD hegemonyasını potansiyel olarak tehdit eden gelişmeler içeriyordu. Fransa Devlet Başkanı Sarkozy, ülkesinin NATO’nun askeri kanadına geri dönmesine karşılık, AB’nin NATO’dan ayrı olarak kendi güvenlik örgütünü oluşturması hususunda ABD itirazını kaldırmayı başarmıştı. Böylece AB kendi askeri gücünü oluşturma konusunda bir adım daha atmış oluyordu.
Avrupa’ya kurulacak “Füze Kalkanı Projesi” de ancak Rusya’nın talepleri doğrultusunda değişiklikler yapılarak ve yeni koşullar eklenerek kabul edilebildi.
Yine de, ağır aksak da olsa ABD’nin NATO konusundaki stratejisi işlemeye devam etmektedir. Öte yandan çok farklı oldukları söylenen ABD başkanları değişse de bu stratejinin değişmediğini belirlemek de önemlidir. Bush’un Nisan ayında Bükreş’teki zirvede NATO hakkında söylediği “O artık güçlerini tüm dünyaya göndererek milyonlar için özgürlük ve barış dolu bir gelecek oluşturulmasına yardım eden bir acil sevk birliğidir” sözünün hayat bulması için, Obama Afganistan’daki NATO askeri varlığını güçlendirme yolunda olağanüstü bir çaba sergilemektedir.
NATO ancak sınıf mücadelesinin başarısı ile ortadan kalkar!
Görüldüğü gibi, Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra varlığını sürdürüyor olması tartışma konusu yapılan, işlevinin artık sona erdiği söylenen NATO, aksine “Atlantik bölgesi ile sınırlı sorumluluk alanı”nı küreselleştirerek bütün dünyayı kapsayacak şekilde ilerliyor. Bundan sonra da kendisine biçilen rolü gelişkin organizasyonu ile yerine getirmeye devam edeceğini gösteriyor. Kapitalizm ayakta kaldığı sürece, asli görevi kapitalizmin çıkarlarını korumak olan NATO da o ya da bu isimle varlığını sürdürecektir. İkinci Dünya Savaşından bu yana kapitalizmin hegemonik gücü olan ABD de NATO’nun naturasını ifade eden bu özün devamlılığının takipçisidir.
NATO kapitalist sistemin küresel bir örgütüdür. Kapitalizmin küresel diğer örgütleri gibi üyesi olan tüm kapitalist devletler için de dışsal değil içsel bir olgudur. Örneğin TC ordusu NATO’nun ikinci büyük ordusudur. Bu gerçeklik apaçık ortadayken içerdeki NATO’yu es geçip NATO’yu dışsal bir olguya indirgeyenler işçi sınıfını milliyetçilikle zehirlemeye çalışmaktadırlar. Oysa NATO’ya karşı mücadele etmek demek, en başta ordusuyla devletiyle kendi burjuvazisine karşı mücadele etmek demektir. İşçi sınıfı devrimcilerinin bu konuda öne çıkartmaları gereken slogan şudur: Dışarıda arama NATO zaten içeride!
link: Selim Fuat, NATO’nun Naturası, 2 Mayıs 2009, https://marksist.net/node/2128
İstanbul’da “DTP’yi Değil Silahları Sustur” Mitingi
Berlusconi Mussolini’nin İzinde